Dêrsim Soykırımı

Haydar Işık

“Berlin Eyaleti Parlamentosu Başkanı Sayın Walter Momper,

Sayın Milletvekili Giyasettin Sayan,

Saygıdeğer Bayanlar ve Baylar,

Arkadaşlar, yetmiş dört sene Dêrsimliler uyudular; kış uykusuna yattılar. Kimse Dêrsim katliamından bahsetmiyordu. Ya solcu diye bahsediyorlardı kendilerinden ya da Alevi diye. Bu fırsatı biz ilk defa üç sene önce, 2008’de Brüksel’de düzenlediğimiz Dêrsim konferansıyla dile getirdik. Türkiye, 2008 yılında yaptığımız konferansa uluslararası büyük bir baskı uyguladı. Bu konferansın yapılmaması için bütün dış temsilciliklerini, konsolosluklarını, dış lobiciliğini yapan örgütleri harekete geçirdiler. O dönemdeki Dış İşleri bakanı Ali Babacan bizzat kendisi konferansın yapılmaması için özel olarak Brüksel’e gelmişti. Ama o bile konferansın yapılması önünde engel olamadı. Türkiye, neden 70 yıl sonra bile Dêrsim’de yapılan katliamın Avrupa kamuoyunun öğrenmesini istemiyordu? Elbette Hitler faşizmi gibi işlediği insanlık suçlarının kimseler tarafından duyulmasını istemiyordu. Biz o konferansı Avrupa sosyalistlerin de yardımı ile başarıyla gerçekleştirdik. Ondan sonraki yıl, yani 2009 yılında biz bu konferansları Dêrsim’de yapılan katliamları, Dêrsim’in kültürü, dili ve tarihi hakkında bilgilendirme amacıyla yaptık.

Değerli arkadaşlar, 1948 yılında Birleşmiş Miletler tarafından kabul edilen Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Komisyonu’na göre “Kasıtlı olarak ulusal, etnik, ırkı ve dinsel bir grubun tamamen veya kısmi olarak tahrip etmek” diye tanımlanıyor.

Şimdi bu tanımlamayı göz önünde tutarak Türk devletin Dêrsim’de yaptığı soykırıma gelelim…

Soykırımdan önce Dêrsim’de yaşayan Kürt halkı yalnız Kürtçe konuşuyordu. Kürtçenin Kırmançki ve Kurmanci lehçeleri konuşuluyordu. Dêrsim Kürt halkı; Kürt Aleviliği (Zerdüşt) denen Kızılbaş dini inanca sahipti. Ayrıca Dêrsim Kürtleri tarih boyunca, hatta 600 yıllık Osmanlı devlet ordusunun o topraklara girmesine izin vermedi. Osmanlı ordusuna karşı otonom bir duruş sergilemiş; yabancı askerin oraya girmesine hep engel olmuştu. Yani Dêrsim 1930’lara kadar özerk bir bölgeydi. Her zaman özerkliğini korumuştu. Otonom bir yapı vardı.

O otonom yapı, 1937-1938 yılından sonra, soykırımla tümden ortadan kaldırıldı. Türkiye, bu katliamdan bir yıl önce Dêrsim’in ismini birden Tunceli yapmıştı. Katliamdan sonra, Kürtleri kendi geçmiş kültüründen uzaklaştırmak için Kürdistan’da her şeyi değiştirdi. Bütün Kürtçe coğrafi isimler Türkçeleştirildi. Aileme Türkçe Işık soyadını, memleketim Dêrsim’e ise tunç-eli anlamına gelen Tunceli adını verdiler. Hepimizin adı Türkleştirildi. Dağlarımız, ovalarımız köylerimiz, şehirlerimiz ve nehirlerimizin isimleri, Kızılderililerin ülkesini işgal edenler gibi değiştirerek Türkçeleştirildi. Ben bugün Dêrsim ve Nazımiye’deki köylerimizin Kürtçe isimlerini biliyorum, ama Türkçe isimlerini bilmiyorum. Böylece Türk devleti, Kürtlerin geçmişle gelecek arasındaki köprü bağlarını yıkmış oldu. Bize uygulanan fiziksel soykırımla birlikte siyasal, kültürel, sosyal, ekonomik soykırımlar ve asimilasyon politikalarıyla dağıtılmış bir halk durumuna getirdi.

Yetmiş dört yıl boyunca kendi katliamlarını, soykırımlarını halka ‘eşkıyayı temizledik’ yalanlarıyla hoş gösteren Türk basını ve medyasıyla Türkiye ve Avrupa kamuoyu uyutuldu. Suç ve Ceza’landırılması gerekenlerin, kendi insanlık suçlarını gizledikleri Dêrsim, Zilan, Ağrı katliamları gibi Kürt halkına sürekli uyguladıkları soykırımları biz tartışamadık.

İzninizle ben içinizde Dêrsim katliamından kurtulmuş biri olarak size hitap etmek istiyorum. Eğer bu Dêrsimli Seyid Rıza gibi vicdan sahibi bir insan ise çünkü Seyid Rıza da “Ben vicdan sahibi biri olarak halkımın bağımsızlığı için, halkımın mutluluğu için uğraştım.” diyordu. Siz de veya herhangi bir Dêrsimli vicdan sahibi iseniz, bu tür konferanslara maddi ve manevi katkı sunarsınız. Bu kapitalist sistemde parasız hiçbir şey yürümez, bunları da bilin. Kalkıp burada nutuklar atabilirsiniz, iş eyleme döndüğü zaman bir de bakıyorsunuz bu insanlar hiçbir şey yapmıyorlar. Bakıyorsunuz Dêrsim’in soykırım Kemalist partisi CHP’nin de yer alan Kemal Kılıçdaroğlu, Kamer Genç, Hüseyin Aygün gibi düşmanla işbirliği içinde, katillerine âşık olmuşlar! Bu kimliğine, kökenine küfreden, katiline âşık olan kahredici zayıflığımızdan sıyrılalım.

Türkiye homojen bir yapıyı oluşturmak için, Birinci Dünya Savaşı’nın gölgesinde sırasıyla Ermeni, Süryani ve Kürt halkına soykırım uyguladı. Önce Ermeniler, Süryaniler soykırımdan geçirildi. Bu soykırımdan kurtulmak için Dêrsim Kürtlerine sığınan pek çok Ermeni’yi, Türk yetkilileri Dêrsimlilerden geri teslim etmelerini istedi. Ama Dêrsimliler kendilerine sığınanları bıçağın altına sürmeyip ölümden kurtardı. Bir bu nedenden, bir de Selçuklu ve Osmanlı Sünni-İslam geleneğini devralan Türk milliyetçileri, Zerdüşt öğreti geleneğini sürdüren Dêrsimlileri düşman gördü ve hep intikam almayı düşündü.

Türkiye’de Hristiyan halklar bitirildikten sonra, kanla yaratılan devlet ideolojisi “tek halk, tek ulus, tek devlet, tek dil, tek din-Hanefi mezhebi” harmonisine uymayan sadece Kürtler kalmıştı. Bu nedenle Mehmet Bayrak arkadaşın da anlattığı gibi 1925’te Şark Islahat Planı ve çıkartılarak Kürdistan’da zorla Türkleştirme işine girişildi. Kürtlerin buna karşı yer yer yükselen kimlik, anadil ve kültür talepleri, Kemalist hükümet tarafından askeri zorbalıkla bastırılınca, girmedikleri son yer Dêrsim kalmıştı.

14 Haziran 1934 tarihinde TBMM’de çıkarılan 2510 sayılı İskân Kanunu ile Kürtler kendi ülkeleri olan Kürdistan bölgesinden faşizan baskılarla çıkarılıp başka bölgelere yerleştirilmeye tabi tutuldu. Zaten Dêrsim katliamdan sonra, soykırımdan arta kalanları başka bölgelere sürgün edildi. Sürgün edilen on binlerce Kürt; eritilmek için Türkiye’nin batısında halkın yüzde onunu geçmeyecek şekilde dağıtıldı.

Türkiye, 1935 yılında Dêrsim Kanunu ile Dêrsim adını Tunceli (Tunç Eli) diye değiştirdi. Bakanlar Kurulu, 4 Mayıs 1937 tarihinde Dêrsim’in işgal edilmesi için askerlerine emir verip saldırıya geçirdi. Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından hazırlanan bu plan; Dêrsim fiziksel, kültürel, sosyal, siyasal ve ekonomik imhası hayata geçirildi.

Dêrsim halkı, Guernica’da yaşayan halk gibi faşist bomba yağmuru altına alındı. Bu sırada dünya demokratları Franco, Hitler, Mussolini rejimlerine karşı birleştiler. Guernica katliamından haberdar olan dünya demokratları, sosyalistleri, Guernica halkı ile çok iyi bir dayanışma örneği sergilediler. O dönemde bazı sosyalistler bölükler halinde Guernica halkına, İspanya halkına yardıma koştular. Hatta devrimci alaylar İspanya’ya gittiler, Franko rejimine karşı savaşmak için.

Ama Türkiye’nin arka tarafında yok edilen Dêrsim halkından kimsenin haberi olmadı. Türkiye, faşizmin gölgesinde savunmasız halka soykırım uygulayıp on birlerce insanı katletti. Türkiye kamuoyu bile Dêrsim’de yapılan bu korkunç katliamdan habersiz kaldı. Ne Türkiye kamuoyu, ne dünya kamuoyu Dêrsim’de yapılanları bilemedi. Bugün bu baskı modern metotlarla ama aynı amaca hizmet ederek sürüp gitmektedir.

Dêrsim, en son Kürt soykırımıdır demek eksiktir. Çünkü Kürt soykırımı hâlâ sürmektedir. Dêrsim’den Hakkâri, Hakkari’den Kars, Kars’tan Urfa’ya uzanan geniş coğrafyada Türk-Kontrgerillası tarafından işlenen yargısız cinayetlerin, toplum katliamlarda öldürülen binlere sivil insanın, çatışmalarda kimyasal silahlarla öldürdükleri ya da sağ yakalayıp katlettikleri gerilla cesetlerini topluca ve alelacele gömdükleri bir “Toplu Mezarlar” diyarıdır Kürdistan... Kışlalarda, karakol bahçelerinde, çöplüklerde ve derelerde soykırım dayatılan Kürt halkın cesetleri fışkırıyor. Türkiye, ordusunun yarısından fazlasını Kürdistan’da konumlandırmış, halkımız Türk-İslam faşist rejimin baskısı altında inlemektedir. Kaldı ki, anadil yasağı sürdüğü sürece etnik soykırım devam ediyor demektir.

Kemal Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen, bomba pilotu olarak Dêrsim köylerini bombaladı. Türkiye, 1937-38 yıllarında Dêrsim’de görülmemiş bir katliam yaptı. Oysa Dêrsim Kürtleri ne devlete karşı bir sorun çıkarmayı düşünmüş, ne de bir ayaklanma söz konusuydu.

Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan kamuoyuna “Devlet, Dêrsim’de 50.00 kişi katletti.” açıklamasını yaptı. Türkiye bu konuda çarptırılmış arşivlerini araştırmacılara açmaktan korktuğu ve Dêrsim Soykırımını hâlâ kapalı tuttuğu bir dönemde devletin en üst düzey sorumlusu biri olarak Başbakan Erdoğan’ın gerçekleri ifade eden bu sözleri anlamlıdır. Ancak devlet adına özür dilememesi, maksatlı ve ana muhalefet partisine karşı politik manevra söylemleri olduğu düşüncesine götürüyor insanı.

Türkiye, 70.000 Dêrsimlinin, kadın, çocuk, yaşlı, genç insanın ölümünden sorumludur. Devlet maksatlı olarak Dêrsim Kürt halkını imha ederken, orada yaşama olanaklarını da ortadan kaldırdı. Bu bir soykırım değil midir?

Türkiye herhangi bir ayırım gözetmeden Dêrsim’i bombaladı. Halkı zehirli gaz ile imha etti. Kalan halkı da sürgüne gönderdi. Böylece Dêrsim’in demografisi tamir edilemeyecek şekilde bozuldu. Dêrsim Kürtleri başlı başına etnik ve dinsel bir grup iken, bu özelliklerini daha sonra koruyamadı.

Burada acilen sorulması gereken bir soru; Türkiye neden 70.000 bin Kürdü katletti olmalıdır. Kaldı ki Dêrsim’de imha edilen insan sayısını, Kürtler daha yüksek dile getirmekte, 80.000 ya da 90.000 bin olarak ifade etmektedirler.

Soykırım esnasında Malatya Emniyet Müdürü olan ve Seyid Rıza’yı idam eden eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil bir röportajında şöyle demektedir:

“Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden, bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dêrsim Kürtlerini kestiler.”

Dêrsim’de Auschwitz gibi endüstriyel olmamakla beraber, mağaralara sığınan insanlara karşı kullanılan zehirli gaz nedeniyle kitlesel katliam yapıldığı açıkça ortaya çıkmıştır.

Yahudi asıllı büyük tiyatro adamı George Tabori, 5 Ocak 2000 yılında Süddeutsche gazetesine şöyle konuşuyordu:

“Ben Holocaustu bir defaya mahsus olarak görmedim. Kürtlere de benzeri uygulandı.”

Evet, biz Kürtler, SHOA’ya benzeyen bu hareket tarzına TERTELE deriz: “Tertele Dêrsim”

Burada izninizle bir anımı anlatmak istiyorum. Annem anlatmıştı:

“Türk askeri şurada vadide odun topladı, sonra kütüklere bağladıkları Kürtlerin üzerine benzin dökerek yaktılar. Ben seninle aylarca ormanda saklandım. Asker duymasın diye seni sürekli emziriyordum.”

Sonradan bu Kutsal Dağ Düzgün’ün eteklerinde insan kemiklerinden harmanlar olduğunu bizzat gördüm. Çocukluğumda yaylada bolca insan kemiklerini toplayıp toprağa gömdüğümüzü hatırlıyorum: Evet, köyümüzün yaylası Düzgün Dağı’nın etekleri, insan kemikleri yatağıydı. Yaz boyu insan kemiklerini toplar, toprağa gömerdik.

Necip Fazıl Kısakürek şöyle yazar:

“Bu trajedi en aşağı 50.000 Müslüman’ın kanına ve canına neden oldu.(...) Yusuf Cemil’in köyünden 200 kadın ve çocuk öldürülmüş ve bunların cesetleri buğday sapları üzerinde yakılmıştır. Öldürülenler arasında, Elazığ’da askerliğini yapan ve o sırada izinli olarak köyünde bulunan Rüstem adında biri vardır. Bu zavallı, mezun olduğunu ve isterlerse hüviyet ve izin kâğıdını da gösterebileceğini söylediği halde derdini dinletemiyor ve dört çocuğu ile seksenlik anası arasında, onlarla beraber kurşunlanıyor. (...) Bu arada, Hozat’ın Zımbık köyünde William Shakespeare hayaline bile taş çıkartacak bir vaka cereyan etmektedir. Erkekleri tamamıyla doğranmış olan köyün 100 kadar kadın ve çocuğu, sivri uçlu aletle (Süngü) öldürülüyor. Öldürülen kadınlar arasında biri, doğurmak üzere gebedir. Bu kadının karnına giren sivri uçlu alet, bağırsaklarını yere döküyor, rahmini parçalıyor ve kendisini öldürüyor. Tehlike geçtikten sonra gizlendikleri yerden çıkan birkaç kadın, ölüleri gözden geçirirken, bu kadının rahminden düşen çocuğun sağ olduğunu dehşetler içinde görüyorlar. Muazzam bir kader cilvesi olarak yaşamaya devam eden çocuğu alıyorlar, emzirip büyütüyorlar ve ona Besi adını koyuyorlar. Bu kız bugün hâlâ aynı köyde hayattadır. Sivri uçlu alet annesinin karnına girip rahmini deldiği zaman da onun topukçuğunda bir yara açmıştır ve kız hâlâ o yarayı topuğunda taşımaktadır.”

Bu korkunç katliamı her hangi bir gizliliğe meydan vermeden anlatan, 50.000 yakılan, kömürleşen cesetten bahseden Necip Fazıl Kısakürek, ne bir Kürt ve ne de Alevidir. O, bugünkü politik İslam’ın öncülerinden Erdoğan’ın ustasıdır.

Başarılı Türk subayları yanlarında en güzelinden binlerce Kürt kızı götürdüler. Son yıllarda bazılarının kaderi açıklanmış olsa bile, diğerleri hakkında bilgi sahibi değiliz.

Türkiye, Dêrsim’de uyguladığı Jenosit’in ardından, güçlü bir tarzda Ethnozid’i hayata geçirerek etnik temizlik yaptı.

Türk ordusu, 1938’de sınır tanımayan bir vahşi soykırımla Dêrsim üzerinden silindir gibi geçtikten, on binlerce insanımızı katledip, on binlercesini zorla Batı Anadolu’ya sürdükten sonra, çok sayıdaki kışlalarını değiştirip okul haline getirdi. Osmanlının Yeniçeri askeri okullarını andıran Yatılı Bölge Okulları’na, memurların köylerden gelişigüzel topladıkları Kürt çocukları dolduruldu; Türkleştirme denen yeni devşirme bir eğitimle iyi birer Türk olarak eğitildiler.

Dedesi, babası Dêrsim katliamında öldürülen bazı çocuklar; oldukça başarılı eğitimden geçirildikten sonra iyi birer devşirme Türk yapıldılar ki devlet bunları kendi amaçları doğrultusunda yine Kürtlere karşı kullansın diye.

Öylesine ki bizi köklerimizden, tarihimizden uzaklaştırıp asimilasyon politikasıyla bir kazanın içine attılar... Bizim oralarda eskiden kök boya yapılırdı. Böyle büyük bir kazanın içine beyaz yün atılır; içinden kırmızı, sarı, yeşil renk çıkardı. İşte bizi de böyle hokus pokus diyerek attıkları asimilasyon kazanın içinden çıkardılar. İnsanın; geçmiş tarihi, kültürü, dili ve günlük hayatta çocuğun anadiliyle eğitimi, düğün, ölüm, doğum, toplumsal bayramlar gibi kişisel yaşamın önemli anlarında yapılan dinsel ritüeller kişinin kimliğini oluşturur. Kişi bu kimliğiyle vardır. Eğer siz, binlerce yıl insan toplumun oluşturduğu o kişiliği insandan alırsanız, o hiçleşir.

Zaten Türkiye, insanı hiçleştirmek için asimilasyon politikasını uyguluyor. Ki ben şunu iyi hatırlıyorum; yedi yaşında okula başladığımda tek kelime Türkçe bilmiyordum. O güne kadar annemle Kürtçe konuşuyordum. Ancak yedi yaşıma geldiğimde, zorunlu olarak baskıcı dili, sömürgeci dili öğrendim. Sömürgeci dilini devşirme okullarında öğrenirken, annemin dili bir toplumun, bir insanın dili değilmiş hissine kapıldım. Çünkü pratikte annemin dili ile bana ne ağlamak, ne gülmek izini veriliyordu; konuşmak ise, zaten yasaklanmıştı.

Eğer bugün Kürtçe yaşıyorsa, bunu Kürt anaların yiğit vefalı duruşuna borçluyuz. Okullara ve askere alınan gençler asimile olup otosansür yaparak Kürtçe konuşmazken, Kürt kadınları şunu diyordu: “Bizim dilimiz ve binlerce yıllık Zerdüşt öğreti, kültür ve inancımız kutsaldır. Atalarımızın bize mirasıdır.” Türk ve İslamlaştırılmamış Kürt kadını erkeğinin yanında hep aynı haklara eşitti, toplumun demokratikleşme çabasında hep vardı ve var olacaktır... Siz paklayın 1400 yıllık İslam’ın katliamlarla birlikte yürütülen asimilasyonla yer yer onu binlerce yıl gerilere götürüp taşladığını, yere gömdüğünü. Böyle bir şey görürseniz iki kadını bir erkeğe eşit gören ilkel Arabizm kültürün etkisine girmiş, kafası İslam’la çoraklaştırılmış zavallı bir kadını görün... Bunun binlerce yıllık erdemli Zerdüşt öğretisi ve inancıyla bir ilişkisi yoktur.

Bu Kürtlük Almanya’da da peşimi bırakmadı. 27 senedir Alman vatandaşıyım. Birçok defalar Kürt olduğum için kapım kırılarak evim arandı. Türkiye’nin ısmarlama dosyalarıyla Mahkemeye verildim. Ama her seferinde hukuka saygılı Alman yargıçlar bana yapılan haksızlıkları mahkeme kapısından geri çevirdiler. Çünkü onlar da biliyorlardı ki, T.C.’nin hiçbir hukuka, ahlaka sığmayan düzmece dosyalar, ayakta tutmak istedikleri faşist düzende kullandıkları bir takım adamların ricası ve baskısı üzerine zorlama politik kaynaklı tutumlardı. İki defa başımdan geçti. Polislere, “Alman vatandaşıyım bana böyle davranamazsınız.” dediğimde onlar bana, “Ama siz bir Kürtsünüz.” dediler. Demek ki Alman vatandaşı da olsam, Dêrsimli Kürt olmam negatif olarak beni takip ediyordu.

Bir davanın sonunda Alman hâkim beni yanına çağırıp kulağıma şöyle fısıldadı:

Bay Işık, eğer sizin bir devletiniz olsaydı, şimdi karşımda olmazdınız.”

Bir, işte Kürtler bu saygın şahsın sözlerini kulaklarına küpe etmeliler. Bunu Bitlisli tarihçi Emir Şerefhan da söyler: “Birlikten devlet doğar.”

İkincisi, Arı halklarından olan Dêrsimlilerin Kürt olduğunu yabancı bir Avrupalı bile biliyor. Ama ısmarlama Dêrsim milletvekili olarak Türkiye Cumhuriyeti’ne son 30 yıldan beri Özel Harp Dairesi’nin bir elemanı gibi hizmet edip çalışan ve devletin gizli ödeneklerinden para alıp, soykırımcı devletin açlığa mahkûm ettikleri bazı Dêrsimlileri, kendi soyuna ihanet eden kınalı keklik gibi Ankara pansiyonlarında doyuran ve tarih bilinci çarpıtılıp Türkleştirilen devşirme Kamer Genç, Kürt olduğunu bilmiyordu. “Biz Kürt mürt değiliz, Türkoğlu Türk’üz!” diyor. Bu Dêrsimin utancıdır. Seyid Rıza’nın torunları olan Dêrsimliler bu utançtan kurtulmalıdır.

İşte 1938 yılından sonra Dêrsim’de beyaz soykırımla Türkleştirilen Kamer Genç gibi insanlarla Kürdistan’da bir mezar sessizliği yaratıldı. Kamer Genç ve Kılıçdaroğlu devşirme örneğinde görülüyor ki Dêrsim’de soykırımla yetinilmemiştir. Dêrsim Kürt tarihi, kültürü, Zerdüşt inancı ve dili tarihten silinmek istenmiştir. Fiziki soykırım, siyasi soykırım, kültürel soykırım, ekonomik soykırım çok etkili olmuş ve bütün bu katliam ve soykırımlardan sonra, bir de Dêrsim’e yıllarca derin bir beyaz soykırım yaşatılmıştır. Ve hâlâ katliamlarla birlikte derin beyaz soykırım devam etmektedir. Dêrsim’de pek çok bölge onlarca yıl süreyle yasak bölge ilan edildi. Hâlâ dağlarına, tepelerine yeni teknolojilerle donatılmış karakollar yapılıyor. İşgal ordularının sıkı kontrolleri altında.

Biz soykırımdan artakalan Dêrsimli insanlar ise her şey yok edildiğinden açlık ve imkânsızlık içindeydik. Zorlu geçen kış aylarında erzakımız tükenmek üzereyken annemin korktuğunu iyi hatırlarım. Çocuklarını nasıl kurtaracağını, nasıl ilkbahara çıkaracağını düşünürdü. Pek çok çocuk açlık ve hastalıktan ölüyordu.”

**

Azad Ronî:

“Fiziki soykırımdan sonra ağır ekonomik soykırım, kültürel ve siyasal soykırım eklenerek devam etti. Köyler bombalanmış, evler yerle bir olmuştu. Binlerce yıldır hayvancılık ve tarımcılıkla geçimini sağlayan Dêrsimlilerin elinden bütün hayvanları alınmış, bütün tarlaların ekinleri yakılmıştı. Katliamcı, soykırımcı, talancı ve yağmacılar halkın elinde ne var, ne yok hepsini alıp götürmüştü. İlhakçı-yerleşimci, uygarlık yıkıcı Türk ordusu Anadolu’da korkunç bir şekilde katliamlar, soykırımlar, eşkıyalık yapıyor, yağma ve talanlarla halkın elinde ne var ne yok alıp götürüyordu. Ama bu eşkıyalığını, katliam ve soykırımdan geçirdiği Kürt halkın üzerine atıyor ve “Eşkıyalarla savaşıyorum, oralara uygarlık götürüyorum.” deyip yalan söyleyerek Osmanlı dolandırıcılığıyla halkı kandırmaya çalışıyordu. Çok ciddi bir barınma sorunu ortaya çıkmıştı. Özerklik döneminde halkın kendi imkânlarıyla yapmış oldukları okullar, hastaneler yıkılmış, binlerce yıldır tarım ve hayvancılıktan oluşan ekonomisi tümden yok edilmişti. Evleri, köyleri, şehirleri başlarına yıkılmıştı...

Hitler Almanya’sının Yahudi ve Romanların başına getirdikleri felaketin daha fazlasını, Mustafa Kemal Türkiye’si bu binlerce yıldır kendi topraklarında otonom haklara sahip ve özgürce yaşayan Aryen halkları olan Dêrsimli Zerdüşt kültür-inancındaki Kürtlerin başına getirmişti. Hitler’in yabancı bir ülkede üzerine felaket getirdiği Yahudilerin, Filistin’e göç etme, o vaat edilmiş topraklarda kendilerine yeni bir ülke inşa etme çağrıları sürekli Siyonistler tarafından tekrarlanıyordu ve oraya gitme, yeniden hayata başlama umutları her zaman vardı. Ama kendi topraklarında soykırıma uğrayan Dêrsimlilerin öyle bir umudu da yoktu. Soykırımdan artakalan insanlar, kurumsal faşizmin siyasi asimilasyon politikaları altında, işsiz güçsüz, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Fiziki, ekonomik ve kültürel soykırım yenilgisi kadar Dêrsim’in sömürgeci, yerleşimci Türk askerleri tarafından işgal edilmiş olması, otonom statüsünün ortadan kaldırılması de çok ağır bir siyasi yenilgiydi. Dêrsim, özerkliğini, özgürlüğünü, Zerdüştlüğünü kaybetti. Bu Dêrsim Kürt bireyin umudunu ve geleceğini kurgulamaktan yoksun bıraktı. Bireyi ve toplumu Türkleştirerek, tarih bilinçlerini çarpıtarak adeta robotlaştırıp insanlıktan çıkarma koşulları yaratılmıştı. Oysa özgürlük ihtiyacı, yok edilmek istenen on bin yıllık tarihimiz, dilimiz, kültürümüz, Zerdüştlüğümüz maddi ihtiyaçtan çok daha gerekli ve kapsamlıydı.”

**

İşte Haydar Işık ile öyle aynı şeyleri düşündüğüm saniyelerde o soykırımın acılarını hala üzerinde hisseden duygulu, dokunaklı sesiyle anlatmasına şöyle devam ediyordu:

“Katliam sonrası pek çok Dêrsimli, soykırım korkusunun verdiği psikolojik bir travmayla çocuklarına ya Kemal ya da Mustafa adını takmak zorunda kaldı. Baskı öylesine sınırsızdı ki, insanlar çocuklarını hayatta tutmak veya devlet memurlarından korunmak için adlarını, soyadlarını değiştirenler oldu. Nüfus kütüklerini Batı Anadolu kentlerine aldıranlar oldu.

İşte devletin katliam, sürgün ve ekonomik soykırımla açlığa mahkûm ederek yarattığı bu koşullarda, Qisle’nin (Nazimiye) QIL Köyünden alınıp Akçadağ Köy enstitüsü asimilasyon fabrikasına gönderildik. Kürt halkın bir çocuğu olarak beyaz don, beyaz gömlekle öğretmenin karşısına dikildik! Bizden büyük çocuklar, “Öğretmen geldiği zaman, o ne dediyse siz de onu tekrarlayın.” dediler. Öğretmen geldi, “Ben Türküm” deyince, biz de “Tırkım” diyorduk. Bizi bu şekilde asimile ettiler; beynimizi yıkadılar, ruhumuzu ezdiler. Türk öğretmenler, bizlere evlerimizde Kürtçe konuşmayı yasaklamışlardı. Konuşanı sopa ile döverlerdi. İnsana yakışmayan davranışlarla hakarette bulundular köpek gibi. Evet, evet Almanların köpeği gibi bizi Türkleştirme eğitiminden geçirdiler. Almanlar köpeklerine diyorlar ya, ‘sitz’ diyor köpek duruyor. Bu korkunç bir şey!

Her gün okulda hazırola geçip gülümseyen yüz hatları ve gözlerle ruhumuza kadar nüfuz ettirilen ve Türk olmayanlara zorla “Ne mutlu Türküm diyene!” yemini ettirdiler. Bizi bir “Yeniçeri” gibi eğittiler. Beynimizi iyice yıkadılar. Parmakla sayılabilecek kadar çok az insan bu beyaz asimilasyon politikasıyla verilen eğitimden yakasını kurtarabildi. Kurtaramayan büyük çoğunluk asimile olup kendisini Türk hissetmeye başladı.

Eğer bugün torunlarım hala bu ritüelden geçiriliyorsa Türkiye bu haliyle demokratik bir ülke mi yoksa gizli bir diktatörlükle yönetilen faşist bir ülke mi?

Okullarda Türklük yüceltilip kahramanlık yükletilirken, diğer halkların görevi ise Türklere hizmete indirgeniyordu.

“Ne mutlu Türküm diyene!”

“Bir Türk dünyaya bedeldir!”

Bunlar ve benzeri parolalar Kürdistan dağlarının yamaçlarına ve bütün şehirlerde kocaman harflerle yazılıyordu. Bugün bile bunlar orada duruyor ve askerler tarafından korunuyor.

Oysa dört devlet arasında bölünmüş Türk ve Arap kültürleriyle kendi kültürlerinden, dillerinden, tarihlerinden uzaklaştırılmak istenen Kürtleri, ancak tarihsel iletişim aracı olan anadilleri, onları yok oluştan kurtarabilirdi. Onu da yok ediyorlardı. Kürtler için anadil etnik bir tarihsel çimentodur. Yaşamsaldır. Türkiye, Kürtçeye yasak ve inkâr politikası uygulayarak bunu da yok etmek istiyordu.

Ben öğretmen olduktan sonra bunun farkına vardım, gördüm. Onun için bu kültür soykırımına isyan ettim. Açık söylüyorum ırkçı, tekçi, kafatasçı bir eğitimden geçirildik. Ben iyi hatırlıyorum. Köy enstitülerinde öğretmenimiz mezurayla kafamızı ölçtü. (Bu sıra Haydar Işık, yarı saçsız kafası üstünde, eliyle bir daire çizerek öğretmenin kafasını nasıl mezura ile ölçtüğünü gösteriyordu.) Ölçü işlemleri bittikten sonra, “Kafa yapınız Türk, siz Türk’sünüz, özbeöz Türk’sünüz.” dedi. Ve biz o küçük yaştaki çocukları bu şekilde Türk olduğumuza inandırıldık.

Sormak gerekir, kaç kişi kendisini zehirleyen bu siyasi asimilasyon politikalarından kendisini kurtarabildi?

Türkiye, 1980 cuntası döneminde 14 bin vatandaşı gibi beni de vatandaşlıktan attı, mallarıma el koyup sattı. Ama her şeyden çok daha kötü olanı ise benden paha biçilmeyen anadilimi almasıdır. Bu durum şüphesiz bir insana yapılan en büyük haksızlıktır. Türk Egemenlik Sisteminin benden anadilimi alması bir insanlık suçudur.

*Bu nedenle kitaplarımı anadilimle değil, Türkçe yazmak zorunda kalıyorum.

*Kürtler, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana sürekli bir biçimde kendi ülkelerinden sürülmektedirler. Türkiye, şimdi bu işi Batı uygarlığının yardımlarıyla çok daha modern bir biçimde yapmaktadır:

* Dêrsim’de küçük bir nehir olan Munzur üzerinde 20 barajın yapılma projeleri Kürt soykırım ve inkârının devamından başka bir şey değildir.

* Bugün bile ormanlarımız, köylerimiz askeri güçlerle bilinçli olarak yakılmakta ve her gün savaş uçaklarıyla Kürdistan bölgesi bombardıman altında tutularak coğrafyası yaşanmaz hale getirilmektedir.

* Türkiye, son 30 yılda yalnız Dêrsim’de 300 köyü yerle bir edip yok etti.

* Türkiye’nin bu imha politikası, Dêrsim Kürtlerinin %70’nin memleketinden kovulmasına neden oldu. Milyonlarca Dêrsimli Kürt Türkiye’nin batısına, Avrupa ülkelerine taşınmıştır. Yani Dêrsim, fiziki soykırımın yanı sıra ekonomik, sosyal ve kültürel soykırım politikalarıyla önemli oranda boşaltılmıştır. Bugün, ‘38 soykırımından sonra nüfusun büyük bir kısmı kendi toprakları dışında, travmalarla yaşayan bir toplum haline getirilmiştir, Dêrsimliler. Bunların bir kısmı Dêrsim’de, bir kısmı İstanbul’da, bir kısmı İzmir’de, bir kısmı Mersin’de, bir kısmı Antalya’da, bir kısmı Adana’da yaşamaktadır. On binlercesi de işçi veya politik sığınmacı olarak Almanya ve çeşitli Avrupa ülkelerine gelmişlerdir.

Yurdunu kaybedip yabancı bir ülkede yaşamak zorunda bırakılan insanların ruhunda kırılmalar yaşanır. Ne kadar güvencede yaşarsa yaşasın, asıl geldiği vatanını, çektiği acıları unutmasına yardım etmez. Çok iyi bilinir ki, bu insanlar diasporaya travmatik acılarını, hatıralarını birlikte getirdiler.

Diasporadayken Türk ordusu tarafından öldürülen bir akrabası veya bir arkadaşının ölüm haberi veya tanıdığı köyün yakıldığı, o coğrafyada gerillayı bitirmek amacıyla bilinçli olarak askerler tarafından ormanların yakıldığı haberlerini, Türkiye ve Irak’ın Kürtleri Batı’dan alınan fosfor bombalarıyla katliamdan geçirdiği haberlerini alınca ruhunda yeni kırılmalar meydana gelir...

Dêrsim benim vatanım, Dêrsim benim varlık nedenim, anadilim, Dêrsim insanı ve doğayı sevme anlayışım demektir. Dêrsim aynı zamanda benim travmamdır.

Benim vatanım; anadilim, kimliğim ve kültürümdür. Bu değerleri benden ve biz Kürtlerden zorla alındıkları için sivil yoldan çaba göstererek geri almaya çalışıyoruz.

Anlatmaya çalıştığım bu katliamdan bir ders çıkaracak olursak, görürüz ki Türkiye hükümeti amaçlı olarak, kendine özgü anadiliyle konuşan, Alevi inancı taşıyan ve otonom yaşayan Dêrsim Kürtlerinin etnik ve dini birliğini yok etmeye çalışmıştır.

Türkiye, on binlerce Dêrsim Kürtlerini kitlesel olarak katletti.

Türkiye, onları vatanından sürdü.

Türkiye, asimile etti.

Bu bir soykırımdır.

Bu nedenle hukuksal bir ülke olduğunu iddia eden Türkiye, yeryüzündeki öbür hukuksal ve yasal devletler gibi yaptığı soykırımlarını tanıması ve onlarla yüzleşmesini istiyoruz!

Sadece sözde soykırımlarla yüzleştiğini iddia etmekle yetinmemeliyiz; soykırımlarla yüzleşmenin gereği olarak gerçek demokratik özerklik projesinin Anadolu’da pratiğe uygulanmasını da istemeliyiz. Ancak o zaman Anadolu ve Kürdistan halkı gerçek özgürlüğüne kavuşabilir.

Arkadaşlar, şunu söyleyeyim, biz bir halkız, bu halkın doğuştan getirdiği etnik ve dinsel bir takım özellik ve nitelikleri vardır. Bu binlerce yıllık dilidir, kimliğidir, kültürüdür, tarihidir, dini inancıdır. Bunu bu halktan almak büyük bir hakarettir. Biz bu hakareti artık görmek ve işitmek istemiyoruz! Biz eğer Kürt isek Türkiye’de Kürt kimliğimizle yaşamak istiyoruz. Eğer Alevi isek Türkiye’de Alevi inancımızla yaşamak istiyoruz. Biz Türkiye’yi bölmek de istemiyoruz. Biz demokratik özerklik projesi çerçevesinde ne bir Türk’ten az ne de bir Türk’ten çok bir yaşam hakkı istiyoruz.”