DÊRSİM SOYKIRIMINI AVRUPALILAR
PLANLADI İTTİHATÇILAR PRATIĞE UYGULADI
Tıpkı öbür yerli halkların soykırımları gibi
4 Mayıs 1937 tarihinde cihatçı M. Kemal’ın başkanlık ettiği Bakanlar Kurulu, resmen yıllar önce programlanmış soykırımı başlama planı olan ‘Dêrsim‘e askeri harekât yapma kararı‘ aldı. Bin yıldan beri bu coğrafyada uygarlık güçleri için çalışan ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi‘, yüzyıllar boyu önce Dêrsim’i İslamlaştırmak, sonra Türkleştirmek için ‘çıbanbaşı‘ denilerek yüzlerce sefer düzenledi. Geçmişte Arabistan merkezci siyasi din ideolojisiyle katliamlarla İslamlaştırmak ve kapitalist sistemin şafağında ise ulus-devlet dini olan Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği ile soykırımdan geçirmemin tek nedeni vardı: Neolitik dönemden beri süre gelen binlerce yıllık hümanist tabiat inancı, doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa yaşayan ekolojik köy ve özerk yaşam felsefesini o coğrafyada toplumun hafızasından uzaklaştırıp yok etmekti. Çünkü hafızasını yitirmiş toplumlar daha kolay sömürülüyor, daha kolay işgal ediliyor, daha kolay asimile edilip yok ediliyordu.
1870 yılından itibaren Selanik’te Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliği ideolojisiyle beyinleri aşılan ve hiçbirisi gerçek Türk olmayan İttihatçılar, öbür yerli halkların soykırımlarından sonra, sıra Dêrsim’e gelince, ‘Dêrsimlileri nasıl yok edebiliriz‘ diye üst üste onlarca rapor hazırladılar. Çünkü şimdiye kadar Dêrsim’e sefer yapılmış, ama hiçbirisi başarılı olamamıştı. Şimdi Avrupa milliyetçiliği ve Prusya askeri disipliniyle yetiştirilen ırkçı İttihatçılar vardı; ve bir de Avrupalıların icat ettikleri kuş kanatlı savaş uçakları ve zehirli gazlar vardı; bunlarla Dêrsimlileri havadan bombalanıp yok edeceklerdi. Mağaralara sığınanları da Almanya’dan alacakları gazlarla zehirleyeceklerdi. Neolitik dönemden kalma ekolojik köy yaşamı ve özerk yaşam felsefesiyle yaşayan Dêrsim’i hiçbir zaman kara hareketiyle yenemeyen devşirme Türk askerleri, kuş kanatlı savaş uçaklarıyla havadan yok edeceklerdi. Bu kez Avrupalıların askeri disiplini, ideolojisi ve savaş silahlarıyla donandıkları için kendilerine güveniyorlardı.
30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes anlaşmasıyla Osmanlı‘ya ölümünü imzalatan İngiltere, İstanbul hükümetini Ankara’ya taşıncaya kadar, sadece bir süreliğine (1918-1923) Anadolu valisi olacak olan en az Enver Paşa kadar suçlu İttihatçı M. Kemal’a Lozan’da devlet güvencesi verinceye kadar bazı şehirlerini işgal etti. M. Kemal’in rejimini tam teşkilat kurduktan ve Lozan antlaşmasıyla uluslararası devlet güvencesi ile birlikte Osmanlı mirasını ona devrettikten sonra İngilizler Anadolu’dan askerlerini kendiliğinden gene geri çektiler. Nasıl olsa Anadolu valisi onlara çalışacaktı. İşte ulus-devlet çağında İngilizlerin modern sömürgeciliği böyleydi; onlara toprak lazım değildi; masraflı olan askerlerini de sömürge bölgelerde konumlandırmak istemiyorlardı, o ilkel sömürgecilik gerilerde kalmıştı; şimdi gizli ajanlarını o ülkeyi yönetecek bir konuma getireceklerdi; o ülkenin yeraltı yerüstü kaynaklarını sömüreceklerdi. Bu, onlara yeterdi.
İngilizler, Rothschild’lerin isteği üzerine toprakları altında altın rezerveleri bulunan Güney Afrika’daki Boer halkına karşı 1899’da korkunç bir soykırım savaşı başlattı. İskoç Mason Locası prensiplerine göre ve M16‘ya bağlı kurulan “Yuvarlak Masa üyeleri tüm dünyaya yayılarak bulundukları ülkelerin ekonomik ve siyasi liderliğini kontrol altına almaya çalışırlar. Örneğin Boer Savaşında İngilizlere karşı savaşan General Jan Smuts devşirilerek İngiliz monarşisine bağlı önemli askeri, siyasi, ve haber alma pozisyonlarına getirilmiştir. Amerika Birleşik Devletleri’ni içeriden ele geçirmek işinde ise Henry Kissinger’in hocası onu zirveye taşıyan William Yandell Elliot vardır.“[1]
Birinci Dünya Savaşı‘nda İngilizlere karşı Osmanlı ordusunda savaşan ve özellikle Filistin Cephesinde başında bulunduğu 7. Orduyu savaşmadan, 8. ve 4. Orduya haber vermeden Nablus Meydan Muharebesi’nden geri çekerek açıkça İngilizlere çalıştığını gösteren Mustafa Kemal ‘devşirilerek İngiliz monarşisine bağlı önemli askeri, siyasi, ve haber alma pozisyonlarına getirilmiştir.‘
İşte bu Anadolu ve Kürdistan coğrafyasına ait olmayan ve Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliği ideolojiyle yetiştirilip iktidara getirilen devşirme İttihatçılar, kendilerini iktidara getirenlerin Avrupalılar olduğunu ve İngilizlerin planları çerçevesinde çalıştıklarını gizleyebildikleri ve gerçekleri tahrip edebildikleri ölçüde yerli halkların katliam ve soykırımlarında başarı olmuşlardır.
Ahmet Kahraman o tarihi aşamayı şöyle özetliyordu: “Türk devleti, ‘yedi düvelle çarpışa ve savaşarak kazanılan zafer‘ den sonra kurulmadı. Birinci Dünya Savaşı sonrasının hükmü büyük olan İngiltere ve yedeğindeki Fransa tarafından kuruldu. Temelleri de hayali savaştan yaratılan zaferden değil, Kemalistlerin 1920’de İngilizlerle yaptığı anlaşma ile atıldı. Devletin tapusu ise 1923’de Lozan’da teslim edildi.“
Aubrey Herbert’in yakın arkadaşı olan İngiliz ajanı Mustafa Kemal’in Anadolu ve Kürdistan halklarını kandırıp aldatan 20. Yüzyılın en büyük yalancı diktatörü ve dolandırıcısı olduğunu bilince çıkarmadan, İttihatçıların yüzyıldır yerli halklara yaptıkları katliam ve soykırımlarla yüzleşmek mümkün değildir. ”Mustafa Kemal‘in askerleriyiz“ diyen devşirme Türkler, en azında Mehmet Hasan Bulut’un, „İngiliz Derviş, Yeni Türkiye’nin Doğusu ve Aubrey Herbert“ ve Jonathan Schneer’in, „Balfour Deklarasyonu“ araştırma kitaplarını okusunlar. Türk resmi kaynakların gerçekleri nasıl tahrip ettiğini, kendilerine İngilizlerin programları çerçevesinde nasıl sahte bir tarih uydurduklarını görsünler.
İngiliz ajanı ve onların Anadolu valisi Mustafa Kemal, Erdoğan gibi Ankara’da iktidara geldikten sonra birkaç yıl iktidarını sağlamlaştırmakla uğraşırken, Türk ve Kürt milletvekillerinin çok sert eleştirileriyle karşı karşıya kaldı. M. Kemal, Kürtlere ‘özerklik vereceğim’ diye söz verdiği yazılı sözleşme olan 21 Anayasası’nı rafa kaldırmış, onun yerine “herkes Türk’tür,” diyerek, 1924’de herkesi Türkleştiren yeni bir Anayasa çıkarmış ve düşmana karşı ittifak kurup gücünden faydalandığı Kürtlere ihanet ederek onları inkâr etmişti. Bundan sonrası İttihatçı arkadaşlarının yaptığı Ermeni, Rum, Süryani soykırımların bir devam niteliğinde olan Kürt soykırımlarını o geniş dağlık bölgelerde nasıl yapabiliriz yol haritası olan Şark Islahat Planı’nı 24 Eylül 1925 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda onaylatarak, İttihatçıların yarıda bıraktığı Kürt soykırımlarına hızla başlamak olacaktı. Fakat İngilizler bu ‘Büyük Oyun’ yol güzergahında bazı engellerin, inşaatların olduğunu görüyorlardı. O engellerin, inşaatların zaman içinde kaldırmayı planlamışlardı.
İngilizler her gün içen, kadınlarla eğlenen, otoriter M. Kemal’in arkadaşları tarafından sevilmediğini çok biliyorlardı. Sevilmeyen bir otoriterin iktidarını nasıl sağlamlaştıracaklarını çok iyi biliyorlardı.
“Bir Fransız gazetecisi, ’Türkiye’nin bir sarhoş, bir sağır ve üç yüz sağır-dilsiz tarafından yönetildiğini yazmıştı. Mustafa Kemal, ’Yanlış,’ diye yorumlamıştı bunu. ‘Türkiye’yi yalnız bir sarhoş idare eder.’”[2]
Bu, sahte cumhuriyetin Mustafa Kemal ağzında itirafıdır. ‘Üç yüz sağır-dilsiz’ dedikleri, görünüşteki parlamentoda bulunan üç yüz milletvekilinin tek adam M. Kemal’in yanında söz söyleme hakkı yoktur, çünkü bugünkü gibi tek adam rejimi vardır.
Hem İstanbul Hükümeti içinde, hem de Ankara Hükümeti içindeki İttihatçı arkadaşlarının birçoğu -İngilizlere sırtını dayamış- M. Kemal’a ‘güvenilmemesi gereken bir kişiliğe’ sahip olduğunu dile getiriyorlardı. Bugün sağır dilsiz üç yüz milletvekili nasıl Erdoğan’dan korkuyorsa, o gün de üç yüz milletvekili otoriter M. Kemal’dan öyle korkuyordu. Otoriter kişiliği Öyle ayyuka çıkmış ki, Türk kaynakları bile bunu saklayamıyor.
”Sultan Vahidettin’in kurdurmuş olduğu kabinede Mustafa Kemal için her zaman iki karşıt düşünce hâkim olmuştu. Bunların kimisi onu lehlerinde kazanmak istiyor, ötekiler de ona hiçbir biçimde güvenilmemesi gerektiğini ileri sürüyordu. Zeynel Abidin Efendi ise, ’Mustafa Kemal’ın eline fırsat geçsin, hepimizi asar,’ diyor ve ona yüz verilmemesi (hiçbir zaman iktidara gelmemesini A.R.) istiyordu. Mustafa Kemal’in su katılmamış düşmanları çoğunluktaydı.”[3]
Tarih Zeynel Abidin Efendi’yi hakkı çıkaracaktı.
Yukarda belirtiğimiz gibi güçlerinden yaralanıp Ankara’da iktidara gelen M. Kemal, hem İttihatçı arkadaşlarına ihanet edecekti, hem de Kürtlerle yaptığı ittifaka ihanet ederek, vatandaşı olan Kürtleri İngiliz ve Rothschild Hanedanın plan ve projeleri çerçevesinde soykırımdan geçirmeye çalışacaktı. Ama gelgelelim birçok arkadaşı ondan bıkmıştı. Kimisi de korkuyor, ses çıkarmıyordu. Onun yukardan bakan otoriter davranışlarını, verdi sözlerinde durmamasını sertçe eleştiren muhalif Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’i Topal Osman’a öldürtüp cesedini Meclis’in bahçesine gömmesinden, “12-13 yaşlarındaki kız öğrencilere tecavüz ettiği olayın[4] Meclis’te gürültüye neden olduğundan” ve buna benzer birçok olaydan dolayı büyük bir rahatsızlık duyan en yakın arkadaşları bile ona karşı seslerini yükseltip iktidarını tehlikeye attıkları bir dönemde; Tanrı korusun kendisine karşı bir Türk ve Kürt milletvekillerin ve muhalefetin mücadele ittifakı oluşmadan, İttihatçı arkadaşlarına karşı bir darbe girişi olmadan, yani yol temizliği yapılmadan Kürt soykırımlarına başlamak hatalı olurdu.
Türk ulus-devletin sahibi İngilizler bu tehlikeyi önceden görmüşlerdi. M. Kemal’a ayakbağı durumunda olan muhalefetten kurtulması, var olan ufak tefek toplumsal örgütlemeleri dağıtmak ve baskı mekanizmalarını daha da geliştirip tek adam iktidarını güçlendirerek Şark Islahat Planı ile Kürt soykırımları başlaması için bütün darbe girişimlerin senaryolarını yazdıkları gibi, İzmir Suikastın da senaryosunu yazdılar; pratiğe uygulamaları için Kemalistlerin eline verdiler. Tıpkı 1908’de Osman padişahın iktidarına ortak olan İttihatçılar, bir yıl sonra iktidarına ortak oldukları Abdülhamid’e karşı 31 Mart 1909’da Darbe Girişi yaparak bütün yetkilerini elinden alarak adamlarını devlet kadrolarından çıkarıp iktidarlarını güçlendirdikten hemen sonra Ermeni, Rum ve Süryani soykırımlarına giriştikleri gibi. Aynı şekilde Erdoğan’ın 16 Temmuz 2016 Darbe Girişi’mini o güne kadar birlikte çalıştığı iktidar ortağı Fethullah Gülen Cemaatı’ın üstüne atarak bütün adamlarını devlet kadrolarından çıkarıp toplum üstünde baskı mekanizmalarını daha da geliştirerek, ’Çöktürme Planı’ ile Kürt soykırımları başladığı gibi.
Mustafa Kemal da aynı darbe girişi zihniyetiyle, 14 Haziran 1926 tarihinde kendisine İzmir’de yapılması planlanan suikast girişimini gerekçe göstererek, Kazım Karabekir’in de içinde bulunduğu 70 tane İttihatçı arkadaşını ve Türk generallerini, Kürtler için kurduğu İstiklal Mahkemeleri’nde yargıladı. Ve 17 İttihatçı arkadaşını sırf tek adam rejimini güçlendirmek, kendisine karşı oluşacak bir Türk-Kürt mücadele hattı ve ne kadar güçlü olduğunu İngilizlere ve topluma göstermek için idam etti. Toplumu hem susturdu, hem de idam edilenlerin hemen hemen hepsi, İngilizlerin denetiminde 1919’da İstanbul’da kurulan ’İstanbul Harp Mahkemesi’de idam kara verilen İttihatçılardı. İngilizler bir taşla iki kuş vurmuşlardı. Yani İngilizler idam kararı verdikleri İttihatçıları, 6 yıl sonra M. Kemal eliyle idam ediyorlardı. Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında eğer halkların İttihatçılara karşı gerçek ittifakı oluşmuş olsaydı. İttihatçı M. Kemal’in Kürt soykırımlarını yapması mümkün olmayacaktı. O, olası bir halk ittifakına meydan vermemek, kendisine muhalif olan ve yapacağı kötülüklere engel olmaya çalışan arkadaşlarından kurtulur kurtulmaz acımasızca Kürt soykırımlarına başladı.
İngilizler, Birinci Dünya Savaş’ından sonra Ortadoğu’da sınırlarını cetvelle çizdikleri ve sahte, uyduruk bir tarih yazdırdıkları iki ülkelerden biri Türkiye, biri de İran’dır. Afganistan, Pakistan ve Arap ülkeleri öyle ya. Biz iki ülkeyi ele alalım. Türkiye’nin başına Türk olmayan, annesi Arnavutlu, babası belli olmayan Mustafa Kemal’ı, İran’ın başına annesi Afganlı babası belli olman Şahı Rıza Pehlevi’yi getiriyorlar. İkisinin de eline bu iki ülkeyi Batı kapitalist sistemine katma, entegre edip güya modern bir şekilde bağlayacak İngiliz programları veriyorlar. İkisi de modernleşme adı altında yerli halkları katliamdan geçirerek neolitik dönemden beri bu coğrafyada filizlenmiş olan birçok kültürü, dili ve tabiat inancını yok ediyorlar. İkisi de güya kadın erkek eşitliğini bahsediyorlar; ama siyasi İslam’dan uzaklaşmadıkları için kadın ile erkek eşitsizliğini daha da derinleştirip kadını erkeğin kölesi durumuna getiriyorlar. İkisi de güya Batı laikliğini getirdiğini iddia ediyorlar; ama biri Sünni İslam’ı, biri de Şii İslam’ı devlet dininden çıkaramıyorlar. İkisi de Avrupa merkezci milliyetçiliğini savunuyor; biri Türk olmadığı halde Türk ırkçılığını savunuyor, biri Fars olmadığı halde Fars ırkçılığını savunuyor. İkisi de militarist. İkicisi de İngilizlerin “Büyük Oyun” programlarına dahil edilmiş Rusya sınırındaki anti-komünist otoriter kişiler. Bir hata yaparlarsa hayatlarıyla öder.
“Hitlerin Sofra Sohbetleri” adlı kitapta Hitler, “Bütün enerjimi Atatürk’ten alıyorum. O’nun hayatı bizim feyizli ışığımızdır. (…) Mustafa Kemal’in ilk öğrencisi Mussolini, ikincisi benimdir.” diyerek M. Kemal’in yolunda gitmiştir.
Mustafa Kemal sadece iktidarını güçlendirmek amacıyla Kürtlerle yaptığı ittifaka ihanet etmedi, onlara özerklik tanıyan 1921 Anayasa’sını rafa kaldırdı. Kürtler ‘yok’ diye inkâr etti ve İngiltere’nin Ortadoğu politikalarını devreye soktu. 1924 Anayasası ve 24 Eylül 1925 tarihinde Şark Islahat Planı’nın onaylanmasıyla Kürtlüğün inkârı, imhası, göç ettirilmesi, Türkleştirilmesi ve de kimse duymasın, gerçek Türkler, dünya kamuoyu soykırım yaptığımızı görmesin diye “eşkıyalara, şakilere, isyancılara karşı savaşıyoruz” yaftası altında Kürt soykırımları başlatıldı.
Halkların kendilerine karşı birlikte mücadele etmesini önledikleri gibi, Kürtlerin birlik olmaması için ellerinden gelen her hileye, her tuzağa başvurdular. Şeyh Said Hareketinde,
Gerçekten de o döneminde Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve en son Dêrsim bölgesinde Kürtler öylesine tarihin en büyük ve en korkunç soykırımları yaşamışlar ki; M. Kemal‘in kendisi daha 1926 yılında, Şeyh Said ve arkadaşlarını 29 Haziran 1925’te Diyarbakır Dağıkapı Meydanında idam ettikten bir yıl sonra İsviçreli gazeteci Emile Hilderbrand’a şöyle açıklamalarda bulunuyordu:
“Geçmişte, birçok durumlarda Kürdistan’a ve Anadolu’nun diğer iç bölgelerinde, Cumhuriyet’in iradesine karşı çıkmak eğilimini gösterdikleri zaman, onları demirden bir elle ezdim. Örneğin bir defasında önderlerinden altmışını şafakla birlikte (Şeyh Said ve 46 arkadaşlarını) astırdım. O unsur (Kürtler) dersini almıştır ve bir daha benimle kılıç ölçüştürmeye kalkışmayacaktır!“
Dersim soykırımını, “Berlin Dêrsim 1937-38 Konferansı ve Kürt Soykırımları” kitabında anlatmaya çalıştım. Bu konuda başvuru kitabınız olsun.
Her bölgesel uygarlık kendisine bir ideoloji üretmek zorundadır
İnsanlık tarihini araştırıp incelediğimde gördüm ki, Sümerlerden beri son altı bin yıllık insanlık tarihinde bütün merkezi uygarlık sistemlerin ortak ayıbı ve savaş gerekçeleri hep aynıdır; etrafında doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa otonom bir yaşam sürdüren ekolojik köy topluluklarını kendi uygarlıklarına katmak için, her nedense hep hor, ilkel, dağ halkı, şeytan, eşkiya, şaki, terörist gibi yaftalamalar yapıştırıp düşman görerek; o Kızılderililer gibi ana tanrıçalarıyla ormanların içinde doğa ile baş başa yaşayan ya da Kürtler gibi Zağroz dağların zirvesindeki ana tanrıçalarla beraber Dicle Fırat Irmakları arasında bir zamanlar yaşadıkları cenneti tekrar aramaya çıkan özgürlük yolcularıyla sürekli savaş halinde olmuşlardır.
Amerika kıtasına, 1492’de Chistoph Kolumbum’un işgalcı orduların (Beyaz Avrupalı ise bu işgali sanki orda hiç insanlar yaşamıyormuş gibi, “Amerika’nın keşfi” diye insanlara yutturmuş.) çıkarmasıyla başlayan Avrupa ülkelerin sömürgeciliği; doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa ekolojik ve otonom bir yaşam sürdüren yerli Aztek, İnka ve Maya topluluklarını Avrupa’dan paralı asker götürüp, onlara yüzyıllar boyu katliam ve soykırımlar yaparak kendi barbar uygarlıklarına zorla katmışlardı. Tabi bir cümle ile değil, yüzlerce kitapla bile sömürgeci Avrupalıların 300 yıl boyunca Amerika kıtasında Kızılderililere yaptıkları o korkunç soykırımları anlatmak mümkün değil! Afrika kıtasını işgal etmeye gittiklerinde ellerinde gene Semitik tüccarların Avrupa kralların saraylarına girip ellerine tutuşturdukları “Kutsal İncil” vardı. O ülkeleri, kıtaları işgal edecek olan meşhur Semavi dinin Kutsal Kitabı İncil’i Afrika’ya götürdüler. Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta, “Avrupalılar Afrika’ya geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde toprağımız vardı. ’Gözlerinizi kapayıp dua edin’ dediler. Gözlerimizi kapatıp İncil’i okuduk. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde toprağımız vardı.” diye özetliyordu, Avrupa sömürgeciliğini.
Aynı sömürgeci Avrupa, aynı zihniyetle artık Avrupa’dan paralı asker bulamadığı için, Anadolu ve Kürdistan’ın yerli halkları olan Ermenileri, Rumları, Süryani ve Kürtleri kendi kapitalist uygarlığına katmak için, onları soykırımlardan geçirip yok etme görevini Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğiyle yetiştirdikleri paralı devşirme Türk askerlerine (İttihat Terakkicilere) vermişlerdi. Bunun için Osmanlı mirasını Kapitalist sistemin motor gücü olan İngiltere gözetiminde İttihatçılara devredip, Batı uygarlığına Ortadoğu’da enerji kaynakların güvenliğini sağlayan, soykırımlarını yapan, yeraltı yerüstü zenginliklerini yağmalayıp merkezi uygarlığa aktaran, göç akınlarını önleyen ileri karakol olarak ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini’ kurmuşlardı. Bu sistemin bütün krizlere rağmen hâlâ varlığını sürdürmenin en temel nedenlerinden biri Avrupa merkezci ırkçı-Türk milliyetçiliğiyle beyinleri aşılanan İttihatçıların ‘ordulaşmış homojen bir millet’ geleneğini -Batılıların her türlü yardımlarıyla- yaratmayı başarmış olmaları, gerçek Türk olmadıkları halde sık sık Türk-İslam-Sentezi’n temalarını ve sembollerini kullanarak Orta Asya’daki ataların barbar ruhunu bu coğrafyada yaratmış olmaları, askeri dehalarını uygarlık merkezlerine kanıtlamış olmaları, ırkçı-Türk-şovenizmini milyonların ve muhalefetin doğal sürü refleksine dönüştürmüş olmaları, hangi tek adam ya da başbuğ olursa olsun bu çılgın devşirme Türkün arkasından kendilerini sürü refleksi ile karanlık uçurumdan aşağıya atacağı an kadar hiçbir şeyin farkın olmamasında yatmaktadır. Bugün Anadolu’da, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz,” diyenlerin aslında İttihatçıların Avrupa merkezci Türk ırkçılığıyla çok iyi yetiştirdikleri İngiliz ve Amerikan askerleri olduklarının farkında bile olmayan devşirme Türklerdir. Devşirme Türk yöneticilerinin ülkenin kuruluşundan beri yeraltı ve yerüstü zenginliklerini nasıl Batı Uygarlığın emrine verdiklerini ve bugün kapitalizmin neoliberal politikalarıyla tarlana tütün ekme, buğday ekme diye kota getirerek, elinden eski doğal tohumları alınan Anadolu ve Kürdistan çiftçisinin kendi tarlasına bile buğday ekmesini, tütün ekmesini, mısır ekmesini engellemeleri ve çiftliğinde hayvan yetiştiriciliğini engelleyip toplumu açlığa mahkûm edildiğini seyrediyoruz. O da yetmiyor, baştan beri emperyalizm ile iş birliği içinde olan Türk devleti, kendi Kürt vatandaşı ile sürekli savaşta olduğu için, ülke kaynaklarının önemli bir kısmını Batı ülkelerinden aldığı savaş silahlarına harcıyor. Sonucu herkes görüyor. Ama neden ülkenin bu hale geldiğini kimse kendisine sormuyor? Çünkü yanlışla yanlış yaşanır. Tek adam rejimlerinin olduğu yanlış cumhuriyetle yanlış yaşanır. Demokratik cumhuriyetle doğru yaşanır.
Uygarlık güçleri, kapitalizmin şafağında büyük imparatorlukları (Fransa İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Çar İmparatorluğu) ekmek gibi küçücük parçalara bölerek ulus-devletlere ayırdıkları dönemde, artık Avrupa’nın da klasik sömürgeciliği sona ermiş, Avrupa Merkezci milliyetçi ideolojiyle başlayan modern sömürgeciliği başlamıştı. Tıpkı Arabistan bölgesindeki Semitik tüccarların sömürgeciliklerini ve işgalcılıklarını yaymadan önce Arabistan merkezci Musevi dinlerin ideolojilerini işgal edecekleri bölgelere şiddet zoruyla yaydıkları gibi; o bölgelerde yaşayan toplulukların bütün geçmiş eserlerini, kültürünü, tabiat inancını yok edip kolektif hafızasını siliyorlar, yeni kutsal dinin ya da ideolojinin meşruiyetini koruma adına hafızayı siliyorlar ki, sömürü ve işgal kalıcı olabilsin diye. Avrupalılar da, modern sömürgeciliklerini yaymadan önce milliyetçi ideolojilerini yaymışlardı. Her bölgesel uygarlık kendisine bir ideoloji üretmek zorundadır. İdeoloji olmadan ne kendisini ilerletebilir, ne ayakta kalabilir, ne de sermayeyi o bölgeye aktarabilir. Sömürgecilik anlayışı değişen Avrupa, artık modern sömürgecilikte Avrupa’dan paralı asker götüremediği için ya da asker bulamadığı için, Anadolu ve Kürdistan’ın yerli halkları olan Ermenileri, Rumları, Süryani ve Kürtleri Kızılderililer gibi kendi uygarlığına katmak için, onları soykırımlardan geçirip yok etme görevini Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğiyle yetiştirdikleri paralı devşirme Türk askerlerine (İttihat Terakkicilere) vermişlerdi. Bunun için Osmanlı mirasını Kapitalist sistemin motor gücü olan İngiltere gözetiminde İttihatçılara devredip, Batı uygarlığına Ortadoğu’da enerji kaynakların güvenliğini sağlayan, soykırımlarını yapan, yeraltı yerüstü zenginliklerini yağmalayıp merkezi uygarlığa aktaran, göç akınlarını önleyen ileri karakol uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini kurmuşlardı. Askerlerini o ülkeye konumlandırmadan, iktidara getirdikleri adamlarıyla o ülkeyi yönetiyorlardı. İttihatçı adamları da ulus-devletin meşruiyetini koruma adına toplumun hafızasını yukardan aşağıya doğru düzenlemişler. İşte bu sistemin bütün krizlere rağmen hâlâ varlığını sürdürmenin en temel nedenlerinden biri Avrupa merkezci ırkçı-Türk milliyetçiliğiyle beyinleri aşılanan İttihatçıların ‘ordulaşmış homojen bir millet’ geleneğini -Batılıların her türlü yardımlarıyla- yaratmayı başarmış olmaları, gerçek Türk olmadıkları halde sık sık Türk-İslam-Sentezi’n temalarını ve sembollerini kullanarak Orta Asya’daki ataların barbar ruhunu bu coğrafyada yaratmış olmaları, askeri dehalarını uygarlık merkezlerine kanıtlamış olmaları, ırkçı-Türk-şovenizmini milyonların ve muhalefetin doğal sürü refleksine dönüştürmüş olmaları, hangi tek adam-başbuğ olursa olsun bu çılgın devşirme Türkün arkasından kendilerini sürü refleksi ile karanlık uçurumdan aşağıya atacağı an kadar hiçbir şeyin farkın olmamasında yatmaktadır.
Batılılar diktatörlerini katillerden seçerek kullanıyorlar
Dünyayı yöneten uygarlık güçleri 19. yüzyılın sonlarına doğru kendi akademisyen kadrolarına yazdırdıkları bir yazıyı, yıllar önce okuduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Henüz Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Ermeni, Rum, Süryani, Kürt, Alevi, Roman, Yahudi, Koçgiri, Zilan ve Dêrsim gibi onlarca soykırım, binlerce katliam yapılmamıştı. İşte ta o zamanlar, ulus-devlet şafağında, Avrupa’da kovalayacakları “yırtıcı hayvanlar” (yani Roman ve Yahudiler) için Alman milliyetçiliğiyle yetiştirilen Naziler eliyle nasıl bir av partisi düzenleyeceklerini, Ortadoğu’da inşa edecekleri yapay Türk ulus-devleti ve İsrail ulus-devleti için özel olarak onlarca yıl boyu Cemaat okullarında yetiştirdikleri İttihat Terakki ve Siyonist kadrolarını, “Protokol” ve “Kırmızı Kitap” diye bastırıp dağıttıkları propaganda kitaplarında şöyle bilgilendiriyorlardı:
“Eğer bugün Ortadoğu’da bir ulus-devlet inşa etmeyi umuyor ve düşünüyorsak; bin yıl önce kurulması mümkün olan Selçuklu ya da Osmanlı tarzında onu inşa etmemeliyiz. Birçok Siyonist ve İttihatçı’nın yaptığı gibi medeniyetin ilk dönemlerine geri dönmek budalaca olur. Farz edelim, mesela bir ülkeyi yırtıcı hayvanlardan temizlememiz gerekiyor. Kolları sıvayıp beşinci yüzyılda Avrupalıların yaptığı gibi işe başlamamalıyız. Orta Asya’daki Türkler ve Moğollar gibi oku, mızrağı kuşanıp tek başımıza ayı avına çıkmamalıyız. Büyük ve etkin bir av partisi düzenleyip hayvanları toplu bir şekilde kovalamalıyız ve parçalayıcılığıyla gününde olan bombamızı tam ortalarına atmalıyız.“
İşte Avrupalıların, çağımızın dini olan Avrupa merkezci ırkçılıkla beyinlerini aşıladığı katiller, bombalarını soykırımdan geçirmek istedikleri halkların ‘tam ortalarına’ attılar!
Dünya devletlerini ellerindeki altın gücüyle yöneten, a.) finans merkezleri b.) basın ve medya c.) üniversitelere hakîm olan uygarlık güçleri, bu korkunç fikirleri vekalet savaşçılarının beyinlerine yerleştirip o canavarları, yok etmek istedikleri halkların üzerine sürdüklerinde; soykırımcı faşist rejimin kurucu Mustafa Kemal, onun öğrencileri Hitler, Mussolini ve Franco örneklerinde olduğu gibi her şey çok geç kalınmış oluyordu.
Asıl önemli olan bütün bunlar olmadan, kötü tanrılar cellatlarını, toplumun kılcal damarlarına yayılan akademisyen beyin kadrolarını, yani beyinsel güç (siyasi-iktidar) merkezlerini yaratmadan önce, toplum kendi özerkliğini, öz savunmasını ve öz kültürünü geliştirip, günün bütün bilim dalları ve tekniğiyle karanlığı yırtarak gerçek demokratik-örgütlü kurumlara sahip olsa, gizli güçlerin ekonomik ve siyasi çıkarları çerçevesinde soykırımları yapacak olan ve hiç bir zaman başa gelmemesi gereken bu vampirlerin, şizofren, katil, hırsız ve delilerin iktidara gelmesi mümkün olmayacaktır.
**
Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki arkadaşlarıyla birlikte, bu örgütün gizli istihbarat üyesi olarak Ermeni, Rum ve Süryani soykırımı yaparak savaş ve insanlık suçu işlemiştir. İttihat Terakki kadroların, savaş ve Ermeni soykırım suçlarıyla yargılandıkları İstanbul Harp Mahkemesi’ndeki davaları 17 Nisan 1919 tarihinde başlamıştır. 61 kişinin yargılandıkları davada, rütbeleri alınan onlarca kişi kürek cezasına çarptırılmıştır. İttihat Terakki liderleri Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Nazım Bey ile birlikte 17 kişi ve bu örgütün gizli İstihbaratı Teşkila-ı Mahsusa’nın şefi olan Mustafa Kemal’a gıyaben idam kararı verilmiştir.
İlginçtir, dünyayı yöneten gizli güçler, yani kapitalist sistemin o dönemdeki öncü gücü İngiltere, aynı yıl savaş ve insanlık suçu işlediğinden dolayı idama mahkum edilen bu adama, Anadolu ve Kürdistan halklarını kandırıp aldatma ve yapay Türklüğü Anadolu’ya yerleştirme görevini vermişlerdir! Soykırımcı faşist rejimin kurucu olan Mustafa Kemal, 1921’den 1938 yılına kadar Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve Dersim’de Kürt soykırımlarını, Semitik tüccarların tarihsel programları çerçevesinde planlayıp pratiğe uygulayan ve daha önce savaş ve Ermeni soykırımı yaptığından dolayı insanlık suçundan idama mahkûm edilen bir kişidir. Bu diktatör 1938’de öldüğünde, Kürt soykırımları şıp diye kesilmiştir.
Başta İngilizler olmak üzere aynı uygarlık güçleri bugün, yani yüzyıl sonra Suriye’de El-Kaide, IŞİD ve El Nusra cihatçı örgütlerinde çalıştığı dönemde, Ahmet al-Scharaa adıyla sivil halklara katliamlar yapan suçlu katil eski El-Kaide üyesi Mohammad al-Golani’yi neoliberal politikaları ve İsrail devletin güvenliği için kullanmak üzere iktidara getirerek, bu cihatçı katil diktatör eliyle Alevilere, Dürzilere ve Kürtlere katliamlar yapmayı planladılar.
Son iki yüzyıldan beri Batılılar diktatörlerini katillerden seçerek kullanıyorlar.
Berlin, 04.05.2025
Azad Roni
Kaynaklar:
[1]. Dr. John Coleman, Das Komitee der 300, J.K.Fischer Verlarlag, Gelnhausen Hailer 2018
[2]. Lord Kinross, Atatürk, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul 2021, s.309./ Lord Kinross, 1960’da Türkiye’nin resmi ve Genelkurmay kaynaklarını tarayarak ve M. Kemal’ı tanıyanlardan sağ kalanları dinleyerek kaleme aldığı “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu“ kitabını okuduğumda bunun sanki MİT başkanı tarfından yazılmış ısmarlama bir kitap olduğunu hemen fark ettim. İngiliz yazar Andrew Mango‘nun, “Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu“ kitabı da İngilizlerin devşirme Türklere yaratmak istediği sahte resmi tarih çercevesinde yazılmış bir propaganda kitabıdır. İngiliz propagandasıdır. İngilizler nasıl ki; İran’ı, Şah Rıza Pehlevi üzerinden modern sömürgeci uygarlık sistemlerine kattıysa, Türkiye’yi de Mustafa Kemal adıyla modern sömürgeci uygarlık sistemlerine kattılar. Buna da İngiliz sömürgeciliği değil, modernleşme diyorlar.
[3]. Hasan İzzettin Dinamo, Kutsal İsyan, Tekin Yayınları, İstanbul 2018, s.311. H. İ. / Dinamo, sol bir yazar olarak Türk Genelkurmay Başkanı’n kaynaklarını tarayarak cumhuriyetin resmi tarihi süsleyip püsleyerek yazdığı halde, cumhuriyete yaranamadı. Özel Harp Dairesi’nin Rum, Ermeni, Yahudi, Süryanilere, yani evine Türk bayrağı asmayanlara yönelik -aynı zamanda İstanbul’u Türkleştirme harekât idi- 6-7 Eylül 1955 olaylarında “Kıbrıs Türklerindir” sloganlarını atarak yaptıkları katliamların sorumlularından biri olarak tutuklandı. Olaylarla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen Hasan İzzettin Dinamo ve Aziz Nesin gibi birçok yazar, aydın, solcu ve komünistlerle birlikte tutuklandılar ve az daha idam edileceklerdi. İşte bu uygarlık güçlerin Doğu’da kullandıkları ’uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi’ öylesine katliam, soykırım işkence, faili meçhul ve zulüm makinasına dönüşmüştür ki; İngiliz ve Amerika’nın çıkarları için Kıbrıs sosyalist bir yönetime geçmesin, Rusya’nın eline geçerse onlar için büyük bir felaket olur düşüncesiyle Türkiye, Batı’nın kendisine verdiği görev aşkıyla, kurucusu M. Kemal’in Selanik’te doğduğu evin bahçesine bile bomba patlatıp Yunanların üstüne attı: “Yunanlar Atatürk’ün Selanik’teki evin bomba attı” diye iftira attılar. Ve sonra da, “Kıbrıs Türklerindir” sloganlarıyla Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin İstanbul’daki işyerlerini, evlerini, kiliselerini yakıp yağmadılar. Özel Harp Dairesi’nin eline sopa verip sokağa saldığı devşirme cani Türkler, 400 kadına tecavüz ettiler, birkaç rahip bıçakla zorla sünnet edilirken, 90 yaşındaki Rahip Hrisantos Mantas diri diri yakıldı. 73 kilise, 26 okul, 1 sinagog, 4 bin 214 ev, 5 bin 317 işyeri ve dükkan yakıldı, yıkıldı, yağmalandı. Sonra 20 Temmuz 1974’de Kıbrıs’a Askeri Harekât başlatıp, orayı da yağmalayıp işgal ettiler. İngiltere’den yeşil ışık alarak başlattıkları Kıbrıs işgaline de, ’Kıbrıs Barış Harekâtı’ adını verdiler, barbarlar. Türkiye, güya “Amerika ve İngiltere bu işe rıza değilmiş de, kendisi orada Rumların zulmü altındaki (devşirme) Türkleri kurtarmaya gitmiş, emperyalizme karşı savaş yürütüyormuş, bu yüzden ’Kıbrıs Barış Harekâtı’ başlatan Başbakan Bülent Ecevit CIA’nın namlusunun ucunda, ha öldürüldü, ha öldürülecek! Batı’nın gizli örgütleri fırsat bulsalar Ecevit’i öldüreceklermiş. Amerika ve İngiltere Türkiye’nin Kıbrıs’a Askeri Harekât yapmasına karşıymış. Ama ellerinden bir şey gelmiyormuş, Türk askeriyle savaşa girmekten korkuyorlarmış,” diye basın ve medya kendi halkını kandırıp aldatarak, kamuoyunda propaganda yapıp emperyalizm ile iş birliklerini çok iyi gizlemeye çalışıyorlardı.
[4]. Milletvekili Dr. Rıza Nur, Mustafa Kemal’ın 12-13 yaşlarındaki kız öğrencilerine tecavüz ettiği olayını şöyle anlatıyor:
“Kız öğrencilerin başına gelenler.
Ankara’ya geldiğimin ikinci günü Darül Mauallimat (Yatılı Okul) Müdüresi Şahende Hanım geldi. Bir olay anlattı. Meğerse biz Rusya’da iken pek çirkin bir olay olmuş. Diyor ki: „Bir gece yarısı bir otomobille Mustafa Kemal, yaveri Salih (Salih Bozok), mektebin kapısına geldiler. Öğrencilerden bir kızı alıp götürdüler. Ertesi günü Eğitim Yardımcısı Hamdullah Suphi Bey’e gidip şikayet ettim. Bu çocukların babası o demektir. Ama o ‘Ne yapalım, olur ya. Kızı sevmiş, almış,’ dedi. Hayret içinde kaldım. Sizi hatırladım. Ben de, ‘O olsaydı kıyameti koparırdı,’ dedim. Mebuslara sordum. Bu iş Meclis’te gürültüye neden olmuş. Bir açıklama yapmak istemişler. Mustafa Kemal korkup kızı birkaç gün kullandıktan sonra yaverlerinden bir zabite nikahla vermiş, o da almış. Sonra zabiti terfi ettirmiş. Bu olay çok çirkin ve namussuzca bir iştir. Devlet ve milletin ırzına geçmiş ve onun hayat ve namusunu kurtarmak için çalıştığını iddia eden şu adam, okuldan milletin masum kızlarını zorla alıp gönül eğlendiriyor. Kız kaçırıyor, eşkıyalık ediyor. Bu iş grubu epeyce birlikteliğe getirmiş.” (Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, İşaret Yayınları, cilt 3, İstanbul 1992, s.182)