Azad Ronî
Gülizar Kaytan’ı dinlerken, Xezal Bektaş adında yaşlı Dêrsimli bir kadının yıllar önce bana anlattıklarını anımsadım.
Xezal nine, hiç unutamadığı hikâyesini şöyle anlatmıştı:
"Bizi kovalayan Türk askerleri kökümüzü korutmak için elinden geldiğince çok insan öldürmek istiyorlardı. Her gördükleri Dêrsimliyi mutlaka öldürerek, topyekûn Alevileri, Kürtleri, Ermenileri, Rumları yok etmek istiyorlardı. Köylerde, ova ve çayırlarda savaş uçaklarıyla üzerimize bomba yağdırıyorlardı. Mağaralara sığınan savunmasız kadın, çocuk ve ihtiyar insanlarımızı gazla zehirliyorlardı. Bu askeri harekâtın topyekûn yok etme kovalaması sırasında bir gün çoğunluğu kadın, çocuk ve ihtiyarlardan oluşan otuz beş kişilik bir grup Munzur Irmağı’nın derin yamaçlarında, 15 metre kadar derinlikli mağara gibi oyulmuş büyük bir kayanın altına sığınmıştık. Askerler peşlerimize düşmüş, o yamaçlarda bizi öldürmek için arıyorlardı. Çok yakınımıza gelmişlerdi. Bizi görmemeleri için sessiz olmamız gerekiyordu. Gelgelelim bu grubun içinde genç bir kadının üç yaşlarında bir oğlu, dört yaşlarında mavi gözlü, güzel bir kızı da vardı. Çocuklar birkaç günden beri bir şey yememişlerdi. Açtı ağlıyorlardı. Askerler üzerimize geliyor, gittikçe yaklaşıyorlardı. Kadın, biraz sonra barbar Türk askerleri tarafından vahşice öldürüleceği psikolojik korku ve endişesiyle Kırmacki, “Susun Türk askerleri sesinizi duyarlarsa, bizi görürler, hepimizi öldürürler.” diyerek çocuklarını susturmaya çalışıyordu. Ama nafile. Çocuklar susmuyor, ağlıyorlardı. Sığınaktaki otuz üç insanın gözleri, genç kadın ve iki çocuğunun üzerine dikilmiş, sanki “çocuklarını al git ya da öldür,” demek istiyorlardı. Biraz sonra nasıl olsa Türk askerleri tarafından vahşice gözlerinin önünde çocuklarının öldürüleceği korkusuna iyice kapılan kadının gözleri, kara bulutlarla doldu. İki gözü iki çeşme aktı.. Önce istemeden, kendiliğinden avuçlarının içiyle mavi gözlü, güzel kızın ağız ve burun deliklerine, cansız kalıncaya kadar bastırdı. Sonra aynı şekilde avuçlarının içiyle üç yaşında, insanın bakmaya kıyamadığı güzel oğlunun ağız ve burun deliklerine, cansız kalıncaya kadar bastırdı...
Çocukların sesi kesilmişti. Benim de gözlerimde yaşlar akıyordu. Sessiz sessiz ağlıyordum. “Hekko te esta! (Hakkım sen varsın!) Nedir bu çektiğimiz!” diye dövünüyordum. Tam bu sırada, elinde silah, bize bakan bir askeri gördük. Asker, çoktan beri orda olmuş olmalı ki, kadının açlıktan ağlayan çocuklarını asker korkusundan kendi elleriyle öldürdüğünü görmüş, donup kalmıştı. Nerdeyse diz çöküp bizim gibi ağlayacak merhametli bir hali vardı ve yüz hatlarından Amed Kürdü olduğu anlaşılıyordu. Aşağıdan komutanı, “Orada bir şey var mı? Kimseyi görüyor musun?” diye bağırıyordu. Komutanın sesini duyan Kürt asker kendine geldi, “Burada bir şey yok, kimseyi göremiyorum, komutanım!” diye bağırdı ve hızla bizim bulunduğumuz yerden uzaklaştı. Bizi bilerek ele vermemişti. İki güzel çocuk kurban vermiştik, ama 33 kişi kurtulmuştu...”
Bizim köyde Kekil Tunç sık sık ayı avına çıkardı ve av hikâyelerini de kış gecelerinde bize hep anlatırdı. Bir zamanlar evinde beslediği kahverengi, küçük ayı yavrusu ile oynadığımız hala hafızamda canlı durmaktadır. Anlattığı gerçek bir hikâyeyi hiç unutmam ve ne zaman ki Xezal ninenin hikâyesini anımsarsam, onun da av hikâyesini anımsamaktan kendimi alamam.
Dapag’lı Kekil Tunç şöyle anlatıyor av partisini:
“Bu seferinde kayalık, Bingöl dağların yamaçlarında bir dişi, bir erkek, iki kahverengi ayı ve yavrularını kovalıyoruz derileri için. On kilometre kovaladık. Arkadaşım yoruldu. Arkada kaldı. Dişi ayın, iki küçük yavrusu var yanında. Onun için erkek ayı gibi hızlı yürümüyor, yavrularını bekliyordu. Hızlı yürüyen erkek ayı avcılık alanımızdan uzaklaşıp kaybolmuştu. Dişi ayı kovalıyoruz, kovalıyoruz... En son dişi ayıyı yavrularıyla birlikte koca bir kayanın üstünde sıkıştırdım; önü uçurum, arkası uçurum. Ne öteye, ne beriye gidemeyeceğini anında fark etti. Bir tek benim durduğum taraftan geçip kurtulabilirdi. Ben de tüfeğimi tutmuş, nişan almıştım. Aramızda 8-9 metrelik bir mesafe var. Öyle elimde silah, nişan almışım, iki küçük yavrusu olan dişi ayıyı gözlüyorum. Ayı, benim kendisine uzun namlulu tüfekle nişan aldığımı gördü. Üzgün bir şekilde bir bana baktı, bir tüfeğe baktı, bir yavrularına baktı... Bu hareketini üç kez tekrarladı. Çaresiz olduğunu anladı. Tetiği ha çektim, ha çekeceğim... Saniyeler saatler kadar uzuyor... Elim tetikte, tetiği çeksem ayı öleceğini biliyor... Birden dişi ayı sinirlendi, yırtınarak böbürlendi. Sesi karşıki kayalıklarda yankılandı. Ölmeden önce yavruları elime geçmesin diye mi, her nedense önce küçük yavrularını gözlerimin önünde yerden kaldırdı, elliyle kaya parçalarına vura vura parçalayarak öldürdü. Ben dişi ayın bu insanlar kadar erdemli davranışı karşısında çok şaşırdım, donup kalmıştım. Ölüm korkusu karşısında yavrularını öldürdüğünü fark edince kendimden utandım. Ayı vurmaktan vazgeçmiştim. Fakat bir de baktım ki, ne göreyim; yavrularını kendi elleriyle öldüren o kızgın ayı, “İşte buradayım, ne bekliyorsun? Haydi öldür şimdi!” dercesine ayakları üzerine dikildi, göğsünü dövüp gere gere üzerime gelmeye başladı. Ben de kaçamadım. Kaçsam da o kısa mesafe de ayın önünden kurtulamayacaktım. Beni yavruları gibi param parça edecekti. Elimdeki tüfeğin tetiğini çekmek zorunda kaldım. Ayı iki metre ötemde yere yığıldı. Öldürmüştüm. Derisini yüzdüm, eve getirdim...”
Saldırgan Sami tüccarlar’ın Ortadoğu ileri karakolun başına İngiliz ve Fransızların politik oyunlarıyla yukardan getirdikleri Mustafa Kemal’in komutasında ve onun emirleriyle kullandıkları uygarlık yıkıcı vahşi Türk ordusu da Dêrsim’de insan avına çıkmıştı...
Şimdi artık daha iyi anlıyordum; Dêrsim dağlarında, ovalarında, köylerinde, Munzur ırmağın yamaçlarında insan avına çıkmış olan uygarlık düşmanı vahşi Türk Ordusu önünden kaçan genç Kürt kadınların neden, düşmanın eline geçmemek için küçük yavrularını, tıpkı dişi ayı gibi kendi elleriyle öldürdüklerini, genç kızların kendilerini derin uçurumlara kartal gibi aşağı bıraktıklarını...
Çünkü uygarlık yıkıcı vahşi Türk ordusu, Sami tüccarlar’ın Selanik’te dönemin en büyük Sabetaycı kabalistlerinden Şimon Zwi tarafından Golem zihniyetiyle yetiştirilerek, yerli halklara bu soykırımları yapsın ve kurulacak İsrail devletin bir önkoşulu, güvencesi ve Batı modern kapitalist sistemin uygarlık yıkıcı ileri karakol görevlisi olarak yapay Türklüğü Anadolu’ya yerleştirsin diye, ta çocukluktan beri, Osmanlı ordusunda subay olana kadar Sabetaycı Cemaat okullarında özel olarak yetiştirilen Mustafa Kemal’in emirleriyle Dêrsim’de insan avına çıkmıştı...