QALO GAXAN'NIN TARİHCESİ
İSA'NIN DOĞUM GÜNÜ MÜ,
GÜNEŞ TANRI’SININ DOĞUM GÜNÜ MÜ?
Qalo Gaxan bayramı, ilk merkezi uygarlık Guti-Sümerler‘de MÖ. 6.000 yıllarında başlayarak yıllarca yılın en karanlık, en uzun kış gecesi olan 21 Aralık’ı 22’ye bağlayan gece ile başlayan üç karanlık geceden (21, 22, 23) sonra, 24 Aralık kutsal gece ile birlikte uzamaya başlayan gündüzlerin başlangıcı ya da güneş ısınların daha fazla görünmeye başladığının başlangıcı sayılan 25 Aralık gününü Utu ve Mitra Tanrısı’nın doğum günü olarak kutluyorlardı.
Kuzey yarım kürede bulunan Mezopotamya 21 Aralık’ta Güneşten en uzak noktada bulunduğu için hem yılın en karanlık, en uzun gecesi, hem de kışın başlangıcı oluyordu. Kuzey kutbunda, güneş gökyüzünde en alçak noktada, ufuk çizgisine en yakın mesafede olduğu için 24 saat içinde en kısa süreli güneş ışınlarına maruz kalır. 21 Aralık’ı 22 Aralık’a bağlayan karanlık geceden sonra kış gündönümü ile birlikte -birkaç dakika uzasa da- sonraki iki gece de güneşi tutsak eden karanlık geceler devam ediyor. Ancak 24 Aralık'tan sonra güneş ışınların çoğaldığı gündüzler uzamaya başlacaktır. Dünya Güneş etrafındaki turunu 365 gün 6 saatte tamamladığı için, kış gündönümü bazı yıllar 21 Aralık’a, bazen de 22 Aralık’a denk gelir. Eski atalarımız emin olmak için buna 23 Aralık karanlık geceyi de eklerler. 24 Aralık gecesini kutsal gece ilan ederek Güneş Tanrı’sının doğum günü olarak kutluyorlardı. Bu düşünce ve inançta dünya, evren ve doğanın mantıklı bir açıklaması var. İsa’nın doğum günü ile uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur.
Dört bin yıl içinde kendi kültür ve inançlarında iki kez reform yapan Sümerliler iki takvim yılını kullandılar; biri güneşin en fazla karanlıkta kaldığı yılın en uzun kış gecelerin başlangıcı sayılan 21 Aralık, biri de gece ile gündüzün eşitlenmesi sonrasında günlerin uzanma başlangıcına bağlı olarak canlıyı besleyip yaşatan parlak güneş ışıklarının karanlığa galip geldiğini yorumlayan 21 Mart günü. Sümerler’de yılbaşı günü 21 Aralık olduğu için, Qalo Gaxan bayramı yılbaşı ile birlikte kutlanıyordu.
Guti, Subaru, Lulubi, Lor, Hurri ve Kassitler gibi yerli kabileler de yılın en karanlık, en uzun kış gecesi olan 21 Aralık ve üç karanlık kış gecelerinden sonra, 24 Aralık gecesini Kutsal Gece ile birlikte uzamaya başlayan gündüzlerin başlangıcı sayılan 25 Aralık gününü Mitra Tanrısı’nın doğum günü olarak kutluyorlardı. Yani üç gece ve üç gündüzü (24, 25,26) Güneş Tanrı’nın doğum günü olarak Qalo Gaxan bayramını kutluyorlardı. Qalo Gaxan Kürtçe bir kelimedir. Yılların yükünü omuzlarına yüklemiş, yaşlanmış ihtiyar bir adam demektir. Aynı zamanda dünyanın ve insanlığın bir yıl yaşlanmışlığın simgesi anlamında kullanılır. Sümerliler ve yerli kabileler 21 Aralık gecesini yılbaşı günü olarak kutluyorlardı. Qalo Gaxan bayramını yılbaşı ile birlikte kutlanıyordu. Yani yılbaşından sonraki üç gece, üç gündüzü (24, 25,26) Güneş Tanrı’sının doğum günü olarak Qalo Gaxan bayramını kutluyorlardı.
21 Mart’ta ise yaratılış, diriliş ve direniş mitolojisi, güneş Tanrısı ve çoban-çiftçi tanrısının diriliş bayramı olarak kutlanırdı. Sonbaharda gece ile gündüzün eşitlendiği 23 Eylül’de Mitra bayramı kutlanırdı. Bu bayram törenlerinde insanların ve hayvanların kaderini belirleyen Mitra Tanrısı’na boğa kurban ediliyor, evlerde pişirilen yemekler çağrılan komşulara veriliyor, koyun ve keçiler rengarenk boyanıyor, koyunların içine koç bırakılıyor ve Tanrı için yapılan tatlı bir içki olan Haoma onun kanı olarak içiliyordu.
Sümerliler’in 1500 tanrısı vardı. MÖ. 3.000 yıllarında Sümer rahipleri Uruk kent beyliğinin parlak dönemini yaşadığı zamanlarda kendi dini inançlarında reform yaparak tanrıların sayısını yavaş yavş azaltmaya gittiler. Bu yeni düzenlemeye göre gene Sümerliler; gök ile yeryüzü ayrıldıktan sonra, göğü An Tanrı’sı, yeri Enlil Tanrı’sının ele geçirdiğine inanılırdı. Kur, tanrıça Ereşkigal’ı kaçırır, „ölüler diyarı“na götürerek, ona ölüler diyarın görevini verir. Uruk tanrısı Anum’a göklerin eğemenliği, su tanrısı Enki’ya (Akadlar’da Ea) denizlerin ve yeraltı suların eğemenliği yakıştırması görevini verdiler. Tanrıların babası yer tanrısı Enlil, Güneş tanrısı Utu, Ay tanrısı Nanna (aynı zamanda Ur kent beyleğinin tanrısı), çoban tanrısı Dumuzi (Babil Yaratılış Destanında karşılığı Tammuz’dır.), çiftçi tanrısı Enkimdu.
Elbette Fırat, Dicle, Zap, Aras ırmakların bulunduğu bugünkü Kuzey Kürdistan’ın cennet güzelliğindeki verimli yukarı Mezopotamya topraklarında neolotik devrimi yaratarak hayvancılık ve tarımla geçinip uğraşan ve doğayla anne kucağındaki çocuk gibi iç içe yaşayan bir toplumda tanrı Dumuzi (çoban) ile Enkimdu (çifçi) arasında geçen söyleyiş destanında görüldüğü gibi çoban ve çiftçi dünyasının önemi, emek ve buluşları sade ve gerçeğe yakın şiirsel bir dille anlatılıyordu. Onların hakikatı anlatmak için hemen hemen her konu ve dal için yarattıkları tanrılar üzerinden evreni, dünya ve yaşamı çok basit ve sade şiirsel açıklamaları o dönemdeki komün-ekonomik üretim ilişkilerinin bir yansıması oluyordu.
Gök kraliçesi, ışığın, aşkın ve yaşamın tanrıçası İnanna, aynı zamanda bereket, aşk ile döllenme tanrıçası’dır. Dikkat edilirse çağımızın hükümetlerinde yer alan bakanlara verilen görevler gibi, Sümerliler maddi kültürün yanı sıra manevi kültürü güçlü kılmak amacıyla tapınakları Ziggurat’larda her bir tanrıya bir bakanlık görevi vermişlerdir. Bu tanrıların -bugünkü devlet parlamentolarında görev yapan bakanlar gibi- toplantı salonları vardır.
Guti, Lulubi ve Sümer yaratılış mitosu:
Guti, Lulubi ve Sümer kültür inancında ilkin tatlı su deniz tanrısı erkek Apsu ile tuzlu su tanrıçası dişi Tiamat yoktan var oldular. Tatlı su tanrısı Apsu ile tuzlu su tanrıçası Tiaman sularını birbirine karıştırdılar. Bu döllenme ve birleşmeden önce Mummu oğulları, sonra kara derili Lahnu ve Lahanu ile dünyanın alt ve üst yartılışına geçtiler. Daha sonra Apsu ile ana tanrı Tiamat’ten üst dünya tanrısı Anşar, alt dünya tanrısı Kişar, gök tanrısı An, hava ve yer tanrısı Enlil ve ilk deniz tanrısı Enki doğdular. Sümer mitosuna göre; bu tanrılar doğumlarından sonra çok çirkin yaramazlıklar yaptılar. Apsu, çocuklarının bu çirkin davranışlarından çok rahatsız olur. İlk oğlu Mummu ile tanrıça karısı Tiamat ile görüşerek, bu yaramaz genç tanrıları yok etmek için izin ister. Genç tanrılar bu haberi öğrenince çok korkuyorlar. Bunlardan hava ve yer tanrısı Enlil akıllı birisiydi ve efsunlama gücü vardı. Planlanan olayların önüne geçmek için babasını yok eder, kardeşi Mummu’yu da esir alır.
İşte asıl çirkin davranış bundan sonra gerçekleşir. Tanrıça Tiamat kocasının intikamını almak amacıyla Enlil’in bulunduğu platformda ejderhalar, dev yılanlar, deniz aygırları, kudurmuş köpekler, akrepler, büyük fırtınalar, yıldırımlı boralar, deniz koçları yaratır. Enlil, tanrıça Tiamat’ın karşısına oğlu Ninuraş’ı çıkarır.
Yer tanrısı Enlil, yeryüzünde hayvanları ve bitkileri yarattıktan sonra sıra insana gelmişti. Kendilerine görevler verilen tanrılar gökyüzünde istirahat ederken, onların angarya işlerini yapmaları için Enlil, kann ve kemikten (toprak) insan yapmaya karar verir. (Üç bin yıl sonra, Sami tüccarlar Sümerliler’in bu mitosundan esinlenerek Kutsal Kitaplar’a Adem ile Havva hikâyesini koydular.) Tanrıça Tiamat’ın ikinci kocası olan tanrı Kingu kesilerek kanıyla insan çamuru yoğrulur. Tanrı kanıyla yoğrulmuş toprak çamura şekil verildikten sonra ruh verilerek, tanrı kanı ve bedeninden insan yaratılmış oluyor. (Tevrat’ın Adem ile Havva’nın topraktan yaratıldığı düşüncesinin kökeni buraya dayanıyor.) Yani Aryen kültüründe tanrı, insanı kendi kanı ve bedeninden yaratmıştır. Zerdüşt, Êzîdîlik ve Mitra inancında da bu böyledir. Tanrı kanının yoğrulduğu çamur madde hiç kuşkusuz topraktır. Aryen halkların binlerce yıllık Zerdüşt, Êzîdîlik ve Mitra inancında, „insanın tanrının bir parçası olduğunu, dolayısıyla tanrının bütün nitelik ve özelliklerini içinde taşıdığını, en az tanrı kadar değerli ve kıymetli olduğu“ önemle vurgulayan felsefi düşüncenin temeli burdan kaynaklanıyordu.
İki-üç bin yıl sonra aynı bölgede tanrıların giderek azaldığı; erdemli Aryen kültür felsefesinden çok daha geri çağlarda yaşayan barbar Sami halkların kültür felsefesi ve işgal savaşların şiddetlendiği bir dönemde; iyilik-aydınlık tanrısı Ahura Mazda (Yezdan) ve kötülük-karanlık tanrısı Ahriman diye zıdların birliği diyaletiği anlamda şekillenip gelişen doğa ve hümanizm Zerdüşt öğretisi de, insan da dahil tüm varlıkların bizzat tanrının kendi parçaları olarak var olduklarını açıkça belirtmektedir.
En büyük Baştanrı Zervan’ın oğulları olan Ahura Mazda ve Ahriman arasında ise güneş tanrısı Mitra vardır. Mitra, bu iyilik tanrısı ile kötülük tanrısının savaşlarında karşılıklı mücadelesinde hakem rolünde olduğuna inanılır. İnanış mitolojisine göre; Ahura Mazda kardeşi olan Ahriman’ı bir eğlenceye davet eder. Ahriman daveti kabul edip gelir ama yemek yemeyi ’çocuklarının yarışması’ şartına bağlar. Şart kabul edilir ve bu yarışma için her iki tanrı bir hakem ararken kimseyi bulamıyorlar. Bunun üzerine güneş tanrısı Mitra’yı yaratırlar. Yarışmada, Ahriman’ın çocukları (Sami tüccarları’n çocukları), Ahura Mazda’nın çocuklarını (Aryen halkın çocuklarını) Akad devleti döneminde yeniyorlar.
İkinci Zerdüşt olan Huşeng (Brahim) ile üçünçü Zerdüşt dönemlerinde egemen güçlerin sahadaki ekonomik, siyasi, felsefi ve kültür savaşları; yani Sami tücccarları’n erdemli Sümer uygarlığını barbar Sami kabileleriyle yağmalayıp yıkmaya çalıştıkları dönemlerde (MÖ.2040-660); iyilik, aydınlık ve bilginlik Aryen kültür ile kötülük, karanlık ve barbarlık Sami kültür çatışmasının insanların inançlarına yansıması olarak da okunabilir, bu tarihi dönem. Üçüncü Zerdüşt dönemi bu anlamda neolotik dönemden beri, binlerce yıldır yukarı Mezopotamya’da gelişen erdemli Guti, Lulubi ve Sümer kültür (iyilik-aydınlık tanrısı Ahura Mazda) ile barbar Sami kültür (kötülük-karanlık tanrısı Ahriman) çatışma mücadelesinin doruğa çıktığı dönemdir.
Üçüncü Zerdüşt öğretisinde tanrının kendi bedeninden her şeyi oluşturduğunu şöyle anlatır:
„Ve kendinden tüm varlıkları oluşturdu.
Varlıkları oluşturunca onları kendi gövdesinde taşıdı.
Böylece devamlı olarak çoğalıp büyüdü ve her şey giderek güzelleşti.
Ve sonra diğerlerini biribiri arkasına gövdesinden var etmeye başladı.
Ve sonra kafasından göğü,
ve yeri ayaklarından var etti.
Ve suları göz yaşlarından,
ve bitkileri tüylerinden, ve ateşi kendi anlamından var etti.“ (Riv. Dat.Den xıvı 3-5, 11,13,28)
İki ayrı felsefe düşüncesinin çatışması
(Aryen kültür ile Sami kültür çatışması)
Önce Zerdüşt-Ezîdî, sonra Manizm, günümüzde ise son bin dört yüz yıldır o bölgede cihat teorisiyle donatılmış İslamın katliam, soykırım, zulüm ve baskıları altında Kızılbaş ya da daha sonra reviziyona uğrayarak Alev kelimesinden gelen Alevi inancına göre; evrende var olan her şey tanrının kendi beden yapısından var ettiği şeylerdir. Dolayısıyla dünyadaki tüm varlıklar; yani dağlar, taşlar, ağaçlar, denizler, nehirler, hayvanlar ve insanlar tanrının birer parçalarıdır. Tanrı, tüm varlıkları yoktan değil, var olan kendi tanrısal (güneş) yapısından parçalar olarak var etmiştir. Tüm varlıklar bizzat tanrının kendi parçaları olduğu için kutsaldırlar. Varlıklardan biri olan insan da bu nedenden dolayı kutsaldır ve tanrının tüm özellik ve niteliklerini içinde taşır. Bir insanı öldüren bir tanrıyı öldürmüş olur. Hümanist, doğa inançları olan Zerdüşt, Êzîdî, Mitra kültü ve bu ekolojik yaşam kültürün etkilerinin uygarlığın merkezinden 50 yıl içinde Doğu tarafından (Hindistan ve Çin’e) yayılması sonucu ortaya çıkan Budizm ve Konfüçyüs inançlarında insan öldürmek yasaktır. İnsanların binlerce yıllık bilgi ve yaşam tecrübelerin ürünü olarak geliştirdikleri Zervanizm, Zerdüşt, Êzîdî, Mitra, Budizm ve Konfüçyüs ekolojik yaşam, doğa ve hümanist inançlardır.
Milyonlarca yıl önce dünyanın güneşten koptuğu bilimsel düşünce ışığında araştırıp incelediğimizde; dünya üzerindeki tüm varlıkların bizzat Güneş Tanrı’sının, yani güneşin kendi parçaları olduğu felsefi varsayımı, tek tanrılı semavi dinlerinde, “Tanrı her şeyi yoktan var etti” mantığından çok daha gerçeğe yakındır. Zervan, Zerdüşt, Êzîdî, Mitra Aryen kültü, öğreti ve inançlarında; mantık var, bilgi var, tecrübe var, ekolojik yaşam var, doğa ve insan sevgisi var. Arabistan çöl merkezci tek tanrılı semavi dinlerinde ise; mantık yok, bilgi yok, tecrübe yok, doğa, kadın, çocuk ve insan düşmanlığı var. Puta tapma var, biliminsanlarına, aydınlara, yazarlara düşmanlık var.
Zerdüşt kökeninde gelen Kızılbaş ya da „Alevilik, başlangıçtan itibaren biraz farklı bir olgu. Aleviliğin felsefesi de, kültürü de iktidarı sevmez. Ne kendisi hükmetmek ister ne de üstünde bir hükümranlık hissetmek ister. Mesela Zerdüştlükte üçlü birlik kuralı var: İyi düşün, iyi söyle, iyi yap. Bu sonradan Mani döneminde üç kilide dönüşüyor: Eline kilit, diline kilit, beline kilit. Aleviler arasında da, ‘Eline, diline, beline’ denilir. Öz itibariyle haksızlıklara kapalı bir topluluk. Ne haksızlık yapmak ister ne de haksızlığın kendisine yapılmasını ister. Dolayısıyla hükümranlık statüsüne karşı olan bir topluluk.“ (Tarihçi Etem Xemgin)
Evet, Zerdüşt döneminde, „İyi düşün, iyi konuş, iyi yap“. Mani döneminde, „Eline kilit, diline kilit, beline kilit vur“. Bugünkü Aleviler arasında da aynı inanç anlayışı, „Eline, diline, beline sahip ol’“ üçlü kural gösteriyor ki, bu inançlar birbirini takip eden inançlar. Aynı ağaç kökenin dalları gibi.
Oysa 1400 yıldan beri Zerdüşt, Êzîdî, Mitra inançlarına düşman edilen İslam’ın baskıları altında kendi eski kültürlerini, inançlarını geliştiremeyen ve uygarlık güçleri tarafından zorla İslamlaştırmaya çalışılan, ama İslam olmak da istemeyen, diğer taraftan asimile edilerek kendilerine Alevi’yim diyenlerin çoğuna Zerdüşt kökeninden geldikleri de kendilerine unutturulmuş! Zerdüşt öğretilerini unuttukları için, azbiraz kendilerine yabancılaşmışlar. İslama asilime edilen her kafadan bir ses çıkıyor. İslam'ın çıkışıyla Aleviliği alıp getirenlerin hiçbirisi Aleviliği bilmiyor ve tanımıyor.
Oysa ikiyüz-üçyüz yıl önce Alevi diye bir kelime, bir inanç yoktu, Kızılbaşlık vardı. O zaman Aleviler Zerdüş kökeninden gelmemişlerse, 6-7 bin yıllık bir inanca sahip olduklarını nasıl söyleyebilirler? Zerdüşt inancına sahip olmadan bunu söylemek mümkün değil. Çünkü eski çağların kaynaklarında Alevi adıyla anılan bir inanç yoktu. Kızılbaşlık da, 1500 yıl önce yoktu. Zerdüşt inancını geliştiren Manizm vardı. 2500 yıl önce de Manizm diye bir inanç yoktu. Zerdüşt inancı vardı.
Zerdüst inancında birbirlerini takip eden ve her biri daha önceki Zerdüşt’ün inanç ve kültürünü reformlardan geçiren üç büyük filozof vardır.
Birinci Zerdüşt, tuhafı yaşayan Ziusudra’dır. (Guti-Sümer Kralı) MÖ.4000 yıllarında.
İkinci Zerdüşt, ateşten gelen Huşeng’dir. (Hurrili Brahim’dir.) MÖ. 2040 yıllarında
Üçüncüsü, Kendisinden önceki Zerdüşt filozofların inanç ve kültürlerini büyük reformlardan geçiren Zerdüşt'tür. Zerdüşt adıyla anılır. MÖ. 660 yıllarında.
Sadece bu değil. Sümer uygarlığından binlerce yıl sonra, yani Sami tüccarları’n son üç bin yıldan beri toplumsal mühendislik çalışmalarıyla kendi ekonomik, siyasi ve politik çıkarları için ve erdemli Aryen öğreti ve kültür felsefesine karşı Arabistan çöl merkezli kültürü peygamberlik geleneğiyle geliştirdikleri tek tanrılı dinlerde (Musevi, Hıristiyan ve İslam) de, Adem ile Havva’nın topraktan yaratıldığı ve on emir düşüncesinin asıl kökeni Guti-Sümer mitoloji ve ilk yazılı kanunlarıdır. Ama Sümer mitoloji, efsane, destan ve hikâyeler kendilerine ait olmadığı için; Sami tüccarları, bunları topluma Tanrı’dan geldiğini gösterip kendilerinin eğitip seçtikleri tanrı elçileri; yani peygamberlik geleneğiyle inşa edip geliştirdikleri tek tanrılı dinlerde çarpıtıp tersyüz ederek ve manipüle edip değiştirerek kullanmışlardır. Erdemli Sümer inanç, kültür, mitos, efsane, destan ve hikâyelerini güncelleştirip geliştirerek Kutsal kitaplar’a genelde insanları, özelde Sami halklarını kendi tarihsel projeleri çerçevesinde araç ve koçbaşı olarak kullanmak amacıyla güzel ve ahlaklı şeyler de yazdılar. Ve bunları Sami halkların kafalarına yukardan boca ettiler. Ama gelgelelim Sami halkları hiçbir zaman Kutsal Kitaplar’da yazılan o güzel sözleri, erdemli ahlakı ve yasaları pratiğe uygulanmadılar. Hiç bir yasaya uymadılar. Çünkü o insancıl güzel sözler, o erdemli ahlak ve yasalara uyma karakteri, doğa sevgisi, neolotik devrim, Adem-Havva hikâyesi, Ziusudra tufanı, Brahim efsanesi ve ilk yazılı Sümer kanunlarından çalıntı olan “Musa’nın on emir’i” gerçekten onlara ait felsefi ve manevi düşünceler değildi. İsim değiştirip ataları olarak gösterdikleri Ziusudra (Nuh peygamber) ve Brahim (Abrahim-İbrahim) onların ataları değildi. O insancıl güzel sözleri, haklıdan yana tavır alma ve kendilerini mağdur göstermeleri, erdemli ahlak mantığına başvuran insanları kandırıp dolandırmak için “Kutsal Kitap”larına koymuşlardı. Aryen halkların atalarının, filozoflarının adını değiştirip ataları ya da peygamberleri yapmaları, o bölgeleri işgal edip yönetimini ele geçirmek içindi.
Örneğin, adam öldürme deniliyordu. Onlar ise putperest tanrıları ve yaymak istedikleri Arabistan çöl merkezci dinleri ve yeni yapay kültürleri için adam öldürüyorlardı. Hırsızlık yapma, çalma diyorlardı. Onlar hırsızlık yapıp çalıyorlardı. Hangi kavim ve dini inançta olursa olsun kanunlar önünde herkes eşittir deniliyordu. Sümerliler’in bu kanunlar önünde eşitlikten; Museviler, sadece “tanrının ayrıcaklı kulları” olarak Sami tüccarlara çalışan Musa taraftarları, İslamcılar ise, sadece Sami tüccarları’n peygamber ilan ettikleri, okuma yazması olmayan ve önce kendi Kureyş kabilesi içinde savaşa ve şiddete baş vurarak, cinayet işleyerek soyuna düşman ederek, konumu güçlendiren Muhammed ve taraftarları olarak Arap-Müslüman kardeşleri anlıyorlardı. Öbür inanç ve kavimdeki insanların canı cehennemeye! Hatta peygambere fedailer ordusu oluşturmak amacıyla İslam olmayanları öldürmek karşılığında Arap Muhammed’in tanrısı “Allah” cennet vaad ediyordu, Müslümanlara. Kanunlar önündeki eşitliği bir yana bırakın, öldürmeyi, yok edilmeyi hak etmişlerdi. Ne kadar barbarca bir davranış bu, biliyor musunuz? Bu cahil zihniyetle kalıp ve tabulara sokulan ve beyni adam öldürmekle şifrelenmiş biri normal bir insan olabilir mi? Başkaların ülkelerini işgal ve talan etme deniliyordu. Ama onlar başka halkların ülkelerini işgal edip yağmalayıp talan ediyorlardı; geçmişte ataları Sümer Uygarlığı’nı büyük göç akınlarıyla yağmalayıp talan ederek işgal ediyorlardı. Aradaki fark şimdi bunu din kılıfı altında yapıyorlardı. Sami tüccarları, bir Mısırlıyı öldüren katil Musa önderliğinde inşa edip geliştirdikleri Musevilik din ideolojisini yukardan zorla kafalarına boca ettikleri İsrailoğulları eliyle Filistin’i MÖ. 1250’lerde işgal ettiler. Böylece Musevilik inancıyla genleriyle oynayıp vicdanlarını satın aldıkları İsrailoğulları’nı gelecek yüzyıllar boyunca Filistin’in yerli halklarına düşman ettiler. Mekkeli şair Eşref Oğlu Kab’ı öldüren Muhammed önderliğinde geliştirtikleri İslam dini ideolojisini yukardan zorla kafalarına boca ettikleri cihatçı Arap orduları eliyle bütün Mezopotamya ve kuzey Afrika bölgelerini işgal ettiler. Zerdüşt, Ezîdî, Mitra inançlarını, doğduğu topraklarda ortadan kaldırıp yok etsin, nihayet Mezopotamya yönetimini ve topraklarını tümden ele geçirmek amacıyla son adım olarak özellikle İslam’ı cihat teorisiyle donattılar. Sürekli şiddet kullanan ve Mezopotamya’da Zerdüşt, Êzîdî, Mitra inançlarına karşı yüzyıllar süren ölüm-kalım savaşları veren İslam, onları yenince bu kez Hıristiyanlığa ve Museviliğe yöneldi. Cihatçı Arap orduları din kılıfı altında işgal ettikleri ülkelerde yerli halkların malllarına, kadınlarına ve kızlarına ganimet diye el koyuyorlardı. Tecavüz ediyorlardı. Bütün bu Sami tüccarları’n tarihsel projeleri olan kötülükleri, katliamları, soykırımları Rab (Yahova) ya da Allah (Ahriman) yolunda yaptıklarını iddia ediyorlardı. Her ne kadar aksini iddia etseler de, hakikat şöyledir: Semavi dinlerinde Musevilerin hem efendi, hem de tanrı anlamında kullandıkları Rab, ruh, Eloah, Yahova (Sami tüccarları’n ahlaksızlığı) yolunda insan öldürmek serbesttir.
Çok eski, ilkel çağlarda yaşayan Araplar, Arap yarımadasına sıkışmış ve hiçbir devleti olmayan 360 Arap kabilesinin Kabe’de birer putu bulunuyordu. MS. 600 yıllarda bile hâlâ bu 360 puta tapıyorlardı. İslamiyet öncesi 360 aşiretin Kabe’deki 360 put arasında en büyüğü, en yükseği ve en güçlüsü olarak gördükleri ay Tanrı'sı Al-ilah etrafında, Sami tüccarlar olan uygarlık güçlerin onlara bir peygamber göndermesi sayesinde güçlerini birleştirmeleri sonucu; yani Al-ilah putun Allah adını almasıyla birlikte, Muhammed’in bu tek put Tanrısı olan Allah yolunda insan öldürmek serbest oluvermişti. Ama düşüncelerinde, fikirlerinde, puta tapma ilkel anlayışlarında hiçbir değişiklik olmamıştı. Muhammed sadece 359 putu bir kenara bırakmış, onların güçünü, enerjisini güçlü bir put etrafında bir araya getirmişti. Sadece Musevi ve Hıristiyan dinlerinden kopyaladıkları tek tanrı alayışı, İbrahimi’in ataları olduğu ve bütün putların görevini en büyük, en yüksek ve en güçlü putun üzerine yüklemiş olmalarıydı. Ve bu put Tanrı için, kendilerinden üç-dört bin yıl ileri düzeyde, erdemli Aryen kültür ve inançlarını yaşayan toplumların ülkelerini, eski çağlarda atalarının göç akınlarıyla Sümer uygarlığını yağmalayıp talan ettikleri gibi işgal edip talan ediyorlardı; orda öldürdükleri insanların tarihi zenginliklerine, mal varlıklarına sahip olmak, kadın ve kızlarını kaçırıp köle pazarlarında satmak için adam öldürüyorlardı. Muhammed, bir put Tanrı etrafında topladığı Arapları, o günün ilkelliği, yeni dinin beş şartı, ibadet ve tabularla kotlamalar yapıp buzdolabına koyarak dondurmuştu. Arapların dondurulmuş o ilkelliği, puta tapma anlayışı, ibadetleri, tabuları hiç değişmeden günümüze kadar gelmiştir. En güçlü puta tapan cihatçı Arap orduları Muhammed döneminde olduğu gibi, ondan sonra da yüzyıllar boyu ve bugün de bir ülkeyi işgal ettiklerinde büyük katliamlar ve soykırımlar gerçekleştiriyorlardı. En büyük putları için başkalarının zenginliklerine, mal varlıklarına, ülkelerini işgal etmek, kadın ve kızlarına tecavüz etmek nasıl bir zihniyetse, nasıl bir dinse, Arap kabilelerin atalarından kalma vahşi barbarlığını apaçık gösteriyordu. Sorgulanması gereken bu kötü put Tanrı Ahriman’ın, yani Sami tüccarları’n zihniyetidir! Yaşayan ve binlerce yıldır toplumların mühendisliğiyle uğraşan bir beyin semavi din teorileri üzerinde yüzyıllarca çalışmıştır: Din kılıfı altında şiddete başvurarak çölden kurtulmak. Bu şiddeti ve işgalleri gizlemek için Arabistan çöl merkezci “tek tanrıcılığı yayıyoruz” demek yeterli olmuştur.
Eski imam ve müftü Turan Dursun, İslam Tanrı’sı için şöyle diyor:
„İslam’da da put vardır. İlk önce putları kırdılar, irice bir tanesini kırmaya kıyamadılar. Sonra o put yeni dinin ayrılmaz bir parçasına dönüştü.“
İşte Aryen kültür felsefesiyle Sami kültür felsefesi arasındaki keskin farklardan biri budur!
**
Tekrar Sümerlilerin mitoslarına dönelim.
İnanna bir eş seçmek üzeriyken, kardeşi güneş tanrısı Utu, „Ey kardeşim, çobanın her şeyi var, /Ey bakire İnanna, niye kabul etmiyorsun? /Yağı iyidir, hurma-şarabı iyidir, /Çobanın elinin dokunduğu her şey parlar, /Ey İnanna, her şeyi Dumuzi.../ Mücevherler ve değerli taşlarla dolu, niye kabul etmiyorsun?/ İyi yağını seninle yiyecek/ Kralın koruyucusu, niye kabul etmiyorsun?“ diyerek çoban tanrısı Dumuzi ile evlenmesini için ısrar eder (Babil Yaratılış Destanında karşılığı tanrıça İştar’dır.).
İnanna, „Her şeyi olan çobanla evlenmeyeceğim,/ Yeni .... de yürümeyeceğim/ Yeni .... de dua okumayacağım/ Ben bakire, çiftçiyle evleneceğim, /Bitkileri bol yetiştiren çiftçi, /Tahılı bol yetiştiren çiftçiyle“ (Sümer Mitolojisi, Samuel Noah Kramer, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2001, s.179-181) diyerek tanrı Enkimdu ile evlenmek istediğini söyleyince, çoban tanrı Dumuzi neden çiftçi tanrıyı tercih ettiğini öğrenmek ister. Bunun üzerine şiirde tartışma uzar gider. Dumuzi’nin Enkimdu’yu alt etmesi sonuncunda Dumuzi kocası olur.
Guti-Sümerler’de 21 Aralık’ı 22 Aralık’a bağlayan geceyi (Yılın en karanlık gecesi), Güneş Tanrısı Utu’nun doğum günü olarak üç günlük bir bayram kutlaması vardı. Guti-Gudea döneminde Utu’nun yerine Hurri-Kassitler’in o bölgede tanınmış Güneş Tanrı’sı Mitra geçti. 21 Mart ise İnanna’nın, ölüler diyarına gönderilen çoban-kocası Dumuzi’nin yeryüzüne çıkışı ve onunla gerdeğe girilip sevişmesi; yeniden dirilişi ve yeryüzüne yeniden çıkışını temsilen üç günlük bayram tapınaklarında kutlanıyordu. Bu bayram bütün canlılarda sevişme, döllenme, yeni doğma ve çoğalma bayramıydı. Yeni yıl ya da yeni gün bayramı olarak da kutlanılıyordu.
Guti-Gudea (MÖ. 2150-2047) döneminde bu bayramın adı Za-gmuk’tu. Zagmuk bayramı gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü kutlanıyordu. Guti, Lulubi, Hurri ve Kassitler gibi yerli halklar arasında kutlanan Zagmuk bayramı bugün birçok Kürt kabile ve aşiretler arasında da, 21 Mart günü diriliş, direniş, „howtemal“ ve „Newroz“ olarak aynen kutlanmaktadır. Lulubiler’den gelen bugünkü Lolan aşireti de 21 Mart’ta „howtemal, Newroz,“ diriliş, direniş ve yeni doğuş bayramı olarak aynen kutlanmaktadır. Geçmişte kullanılan Za-gmuk deyimi bugün Newroz’la aynı anlamda kullanılmaktadır.
Sümerlilerin, „İnanna’nın ölüler diyarına inişi“ mitosunde, gök kraliçesi, ışığın, aşkın ve yaşamın Tanrıcası İnanna, günün birinde kız kardeşi Ereşigal’ı görmek için ölüler diyarını ziyaret etmeyi aklına koyar. Akadlar, Sümerlilerin Ziusudra (Nuh) tufan efsanesi, Brahim (Abrahim) efsanesi, mitos, destan ve birçok efsanelerini çaldıkları gibi bu hikâyeyi de çalmışlardı ve İnanna’nin yerine „İştar’ın ölüler diyarına inişi“ diye yeni bir isim takmışlardı. Ve İştar’ın sevgilisi de Tammuz’du. Yani İnanna’nın kocası Dumuzi’nin yerine Tammuz’u koymuşlardı. Sami tüccarlar, Aryen kültürüne karşı ikinci büyük çıkış olan Hıristiyanlık kuramını inşa ettiklerinde, bu kez Dumuzi’nin yerine, ölüler diyarına inen (mezara konulan) ve üç gün sonra mezarından dirilip yeryüzüne çıkan İsa’yı koydular. Amaçları hikâyelerdeki isimleri değiştirip çarpıtarak Sümerlilerin kültürlerini, inançlarını kendilerine mal etmekti. Politik ve ekonomik çıkarları için kullanmaktı. Buna benzer onlarca örnek var. Sami tüccarlar, Sümer şehir beyliklerini yıkan Akad devletin kuruluşuyla Sümerlilerin mitos, destan ve birçok efsanelerini çalmaya başladılar; daha sonra kapsamlı, programlı ve planlı bir içimde Tevrat, İncil ve Kuran kitaplarıyla devam ettirdiler. Bu “Kutsal” dedikleri kitapların kökeni Sümerlilere dayanıyordu. Evet, doğru okudunuz, bu çalınan mitos, destan ve efsaneler daha sonra güncelleştirip değiştirerek Sami tüccarları’n tarihsel programları olarak Tevrat, İncil ve Kuran’a yazıldı. Siz de onların Tanrı’dan gelen vahiyler olara biliyorsunuz, saf saf. Öyle değil işte.
Ziggurat’larda krallın da katıldığı bu resmi diriliş bayramı; İnanna’nın kendi yerine yeraltına gönderdiği kocası Dumuzi’ye ağlarken döktüğü göz yaşları ve ondan önce kendisinin yeraltı kraliçesi olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmek (asıl amacı ise yeraltı kraliçeliğini ele geçirmek) için dönüşü olmayan ölüler diyarına gidişi; işkenceye dönüşen 7 kapıdan geçisini, geçtiği her kapıda giysi ve takılarından birini itirazlarına bakılmaksızın alınması, sonuncu kapıyı geçtikten sonra çırılçıplak kalışı, Tanrıça ile ölüler diyarın korkunç yargıçları olan Anunnaki’nun huzuzurunda diz çöktürülmesi, kız kardeşi Ereşkigal’in, „Niçin geldin buraya? Bilmiyor musun buraya gelen bir daha çıkamaz!“ diye acı bir bakışla bakması, hükümlerini bildiren 7 yargıç ve Ereşkigal’ın ölüm bakışları altında İnanna ölü bir cesede döner ve bir kazığa (çarmıha gerilmiş) asılı acıklı, ağlamaklı hali sahneleniyor. Bugün de kiliselerde İsa’nın çarmıha gerilmiş acıklı, ağlamaklı, mağdur hali sahneleniyor. Sümerli Ludingirra’nın Yaşam Öyküsü Tablet 3’te anlatıldığına göre, tanrıçanın bedeni çivilere asılı ceset gibi kaskatı oluveriyor, yani tanrıça İnanna’nın ruhuna işkence edilerek çarmıha gerilişi (Babil Destanında İştar’ın kazığa asılışı, Hıristiyanlık inancında ise İsa’nın çarmıha gerilişi) şeklinde Ziggurat’larda yapılan ayinlerde ölüler diyarın tanrıçası olan acımasız ablası tanrıça Ereskigal’a karşı mücadelesini anlatılır. İnanna ancak yerine birisini bırakarak ölüler diyarından çıkabilir. Ne eder etmez bir yolunu bulur, „ben bundan çıkmadan yerime birisini gönderemem“ diyerek yeryüzüne çıkar. Yerine, karısının yok oluşu umurunda olmayan, o yokken en güzel ve görkemli elbiselerini giymiş, tahtına keyifle kurulmuş oturuyor bulduğu kocası Dumuzi’yi ölüler diyarına göndermeye karar verir. Bu duruma üzülen kızkardeşi Tanrıça Geştinanna, Tanrılar Meclisine başvurarak, „Ne olur kardeşimin yerine beni gönderin yeraltına“ diye yalvarır. İnanna, kocasının yaptığı saygısızlığın ve acımasızlığın cezasız kalmaması için buna itiraz eder. Bunun üzerine Geştinanna, „öyle ise yılın yarısını ben yeraltında geçireyim, diğer yarısını da kardeşim geçirsin.“ demiş. İnanna bu öneriyi uygun görüp Tanrılar Meclisine kabul ettirmiş. O olaydan sonra Tanrı Dumuzi, kış aylarını yeraltında geçirdikten sonra, yaz başlangıcı sayılan 21 Mart günü dirilip yeryüzüne çıkarak sevgili karısı İnanna ile birleşiyor, yatağa girip sevişiyor. Sümerliler, bu birleşme ve sevişmenin yeryüzüne bolluk ve bereket getireceğine inanıyorlardı. Bu gün de bütün doğada her şeyin döllendiği, yeşermeye başladığı, yeni doğan ve yeni bir hayatın başlangıcı sayılan 21 Mart günüdür. Dumuzi’nin yeniden dirilişi ve yeryüzüne yeniden çıkışını temsil eden törenler yapılıyordu. Bu törenlerde kral, tanrı Dumuzi’nin yerine, Ziggurat’larda çalışan bir rahibe ise İnanna’nın yerine beyaz yatağa girip sevişirlerdi.
Üç günlük Zagmuk (Newroz) diriliş bayram şenliğinde Guti-Sümer kralları, halkın gözleri önünde oynanan tiyatro oynunda rahibe ile beyaz yatağa girip sevişmeleri, rahiplerin tapınaklarda tanrıların heykelleri önününde, huzurlarındaymışcasına gelecek hakkında haber veren bu gizemli ve kehanet dolu dini törenlerden çok iyi yararlanarak, şehir beyliklerin yönetimlerini ve çevre halkını daha iyi idare edebiliyorlardı. Halkı daha iyi yönetebiliyorlardı. Böylece sıradan insanların ve okul çağındaki çocukların ruhlarına şerbet dağıtıyorlardı. Çocuklar, yumurtaların da saklanıp pişirildiği bu Zagmuk bayramını çok seviyorlardı. Yumurta, çoğalıp döllenmenin sembolu olduğu kadar beslenmenin de semboluydu. Bu yüzden Ziggurat’larda yapılan ayinlerin belki de yöneticiler ve rahipler için en önemli safhası İnanna’nın ölüler diyarına inişi ve daha sonra karısı yerine ölüler diyarına gönderilen çoban tanrı Dumuzi’un ölümü ve yeniden doğuşunu temsil eden ve herkesi ağlatan acıklı hikâyesiydi. (Hıristiyanlıkta İsa’nın ölümü ve yeniden dirilişi bu Sümer hikâyesinin kökeninden alınmıştır.) Ayinlerde İnanna’nın ölüler diyarına inişi yanısıra, çoban Tanrı Dumuzi’un karısı yerine ölüler diyarına inişi, onun gibi ölümü, çarmıha gerilen cesedi, yaz başlangıcın ilk günü sayılan 21 Mart’ta tekrar dirilişi ve o ilk Zagmuk bayram günü İnanna ile yatağa girip sevişmesi, döllendirmesine ait şiirsel bir metin de okunuyordu. Bu ayinlerin aynısı bugün İsa adına kiliselerde yapılıyor.
Guti ve Sümer kültüründe çeşitli versiyonlarda şiirsel bir dille anlatılan Tanrıların yaratılış, ölüm ve diriliş efsanelerine ait bayram kutlamları MÖ. 2400-2380 yıllarından beri yapıldığını çivi yazılarındaki Sümer tabletlerinden biliyoruz. Gılgamış, Enkidu ve İnanna’nın ölüler diyarına inişi tabletlerinde. Gutiler, Lulubi, Hurri, ve Kassitler gibi yerli kabileler Za’gmuk-doğuş günü adı verilen yeni yıl bayramlarını, hem tarihte ilk defa Mezopotamya’da bir Sami tüccar olan Büyük Sargon tarafından MÖ. 2350 kurulan ve bölgeyi işgal edip yağmalayıp talan ederek çöle çeviren Akad devletinden önce, hem bu barbar devletin yerli halklar olan Guti, Lulubi, Hurri, ve Kassitler tarafından MÖ. 2150’de yıkılmasından sonra kutluyorlardı. Hiç kuşkusuz bu Zagmuk-doğuş günü, diriliş ve direniş bayramı Aryen halkları olan Kürtlere aitti. Sami halklarına değil. Bu, yaratılış, ölüm, doğuş günü, diriliş ve direniş bayramları 1500 yıl sonra Babil tapınaklarında Baştanrı Marduk’un ölümü ve yeniden doğumu için yapılan ayin törenlerinde, daha sonra Gutti, Hurri ve Mittani’lerin yardımıyla Kassitler’in Babil’e hakim olmasıyla birlikte yeniden bölgede tanınmış olan Kassitler’in güneş tanrısı Mitra’nın doğum 25 Aralıkta kutlanılıyordu. Yukarda anlattığımız gibi yılın en uzun, en karanlık 21 Aralık gecesinden iki gün sonra, 24 Aralık Kutsal Gece, 25 Aralık günü ise Mitra’nın doğum günü olarak üç günlük Qalo Gaxan bayramı kutluyorlardı. Gece ile gündüzün eşitlendiği 21 Mart’ta ise doğuş günü, diriliş ve direniş bayramı, gece ile gündüzün eşitlendiği 23 Eylül’de Mitra bayramı kutluyorlardı. Ve iki-üç bin yıl sonra da aynı şekilde kiliselerde 24 Aralık Kutsal Gece, 25 Aralık ise İsa’nın doğum günü olarak Qalo Gaxan ya da Weihnachten bayramı kutlanmaya başlandı. İlkbaharda da ölümü ve diriliş ayinlerine öncülük etti. Hepsi Sümer mitolojisinden alınma. Kökeni orda. Yani Sümerliler, kendisinden sonra gelen bütün uygarlıkların dinleri, mitos, efsane, felsefe ve edebiatları üzerinde çok derin etkiler yaratmış olan merkezi bir uygarlıktır.
Sami tüccarlar, daha çaldıkları Sümer efsane, destan, masal ve hikâyelerini değiştirip tersyüz ederek Tevrat, İncil ve Kuran’a sokmadan, sinagoglarda, tapınaklarda hahamlarına ve papazlarına yazdırmadan iki bin yıl önce Sümer yazarı Ludingirra Sami halkları için Yaşam öyküsü’nde gerçekleşecek öngörüsünü şöyle dile getiriyordu:
“Topraklarımıza ilkel geldiler; sayemizde uygar olmaya başladılar. Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da ‘biz yaptık, biz bulduk’ diye övünmeye başladılar. Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak. Biz ne yaptık, ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler.” (Muazzez İlmiye Çığ, Sümerli Ludingirra, Ludingirra’nın Yaşam öyküsü Tablet 1, Kaynak Yayınları, İstanbul 2017, s. 16)
Zagmuk ya da Newroz Bayramı
Kürt kabileleri geçmişte Zagmuk-doğuş günü ve diriliş bayramı adı altında kutluyorlardı. "Kral Sargon'dan sonra oğulları Rimuş, Maniştusu ve torunu Naramsir ülkeyi genişlettikçe gelişletmiş, bütün yönlere kol salmışlar." (Sümerli Ludingirra, Ludingirra Yaşam Öyküsü, Tablet 11) Sümer şehir beyliklerini yağmalayıp talan ederek yerle bir etmişler. Yine Nippur şehirindeki 'Barış Kapıs'nı yerle bir etmişler; "Onun yerine Akadlar sokak fahişelerin iş yaptığı 'Musakkatım Kapısını' yapmışlar." Kralların ve Tanrıların tapınaklardaki eşyalarını çalıp götürmüşlerdi. "Bu son derece kızan ulu Tanrımız Enlil, önüne geçilmeyen bir sel gibi gürlemiş, coşmuş ve gözlerini doğudaki dağlara dikerek, orada oturan ilkel Gutileri Naramsin'in üzerine saldırmışlar." Çekirge sürüleri gibi gelen bu insanları durdurmaya gücü yetmemiş Naramsin'in." (Sümerli Ludingirra, Ludingirra Yaşam Öyküsü, Tablet 11) Aylar önceden Güneş kültü Mitra inancı etrafında MÖ. 2150’de Akadlar'a karşı birliklerini oluşturan Subaru, Lulubi, Lor, Hurri, Mittani ve Kassitler, Gutiler öncülüğünde Zagmuk-yeni doğuş ve diriliş bayramı olan 21 Mart günü dağlarda ateş yakıp birbirine haber vererek, dağlardan ovalara indiler. Ovalarda Sümer şehir beyliklerini yağmalayıp talan eden zalim, barbar ve işgalci Akad devletine büyük bir öfkeyle saldırıp yerle bir ettiler. Tarihin dönüşü olmayan çöplüğüne attılar. Büyük Sargon’un torunları nasıl ki Nippur’u yakıp yıktıysa, onlar da tıpkı öyle Başkent Agade’yi yakıp yıktılar. Akad devletin son kralı Naramsin’i yakaladılar, hak ettiği cezayı verdiler. O gün bütün Mezopotamya, Akad devletine karşı ayaklanmış bugünkü Kürtlerin ataları olan halkın denetimine geçmişti. Onlar dışında hiç kimse ülkenin bir tarafından öbür tarafına günlerce haber gönderemiyordu. Gutiler öncülüğünde ayaklanmış olan Subaru, Lulubi, Lor, Hurri, Mittani ve Kassitler, kendi halkın yoğun olarak yaşadıkları Lagaş şehir beyliğini özgür bırakarak hiç dokunmadılar. Hatta Nippur, Ur, Umma ve Uruk kentlerine de pek dokunmadılar, bu şehirlerin denetimlerini Lagaş şehir beyliğine bıraktılar. Kürtlerin bugünkü ataları olan Gutiler, Lulubi, Lor, Hurri, Mittani ve Kassitler Mezopotamya bölgesinde yaşayan bütün halklara özgürlük ve barış getirmişti. Guti-Gudea döneminde Sami tüccarları'na karşı Sümerler yeniden toparlandı, bir bilgi fışkırması yaşandı. Sümerler ilk yazılı kanunlarını bu dönemde yazdı.
O günden sonra Zagmuk-yeni doğuş ve diriliş bayramı Kürtler için aynı zamanda dağlarda ateş yakarak işgalcı, Tiran ve barbar devletlere karşı direniş bayramı olarak da kutlanmaya başlandı.
1538 yıl sonra bu kez bugünkü Kürtlerin ataları olan Medler'in Kralı Kiyah-ser; Lor, Hurri, Mittani ve Kassitler gibi bütün Kürt aşiretlerini Cudi dağı arkasında topladı. O günkü Tiran devlete karşı güçlerini birleştirip bir Konfederasyon oluşturdu. Gutiler gibi, dağlarda ateş yakıp birbirine haber vererek, dağlardan ovalara indiler. Ölümcül darbelerle Asur devletine saldırdılar; MÖ. 21 Mart 612 tarihinde yakıp yıkarak tarihin dönüşü olmayan çöplüğüne atttılar. O tarihden beri de Newroz-doğuş günü, diriliş ve direniş bayramı adı altında; o gün gece ve gündüz dağlarda ateş yakarak kutluyorlar. Bugün de Kürtler dağlarda ve Newroz alanlarında ateş yakarak yeni doğuş, diriliş ve direniş bayramlarını ataları gibi kutluyorlar.
Yaratılış ve diriliş efsanelerine ait bayramları yazılı kaynaklara göre Guti ve Lulubilerin MÖ. 2340 yılından beri kutladığını tarihçi Cemşid Bender şöyle anlatmaktadır:
„Kürt Mitolojisinin ortaya koyduğu yaratılış efsanesi bu halkın kültür ve coğrafi tarihiyle bütünleşerek uzun süre varlığını korudu. Tarihi belgeler Neolitik çağdan inip gelen bu mitosun MÖ.2340 yıllarında (Akad devleti kurulmadan önce de. A.R.) Guti (ve Lulubi) Kürtlerinin son dönemlerinde ve Gudea’da döneminde var olduğunu gösteriyor. Danimarkalı bilimadamı Arthur Chistensen Newroz ile ilgili araştırmalar yaptığı sırada, bu bayramın yukarda belirttiğimiz gibi MÖ. 2340 yıllarında Gutilerce kutlandığını ve daha sonra Babil’de Tanrıların Baştanrısı Marduk için yaptırdıkları Esagila mabedinde yapılan törenin Kürt inancı Êzîdîlik (ve Zerdüşt’lüler) tarafından aynen uygulana geldiğini ortaya koydu. Böylece hem yaratılış efsanesine ait kutlanan dini törenlerin hem de Newroz orijinalinin Kürtlere ait olduğu kanıtlanmış oldu. Arthur Christensen bu konudaki araştırmasını Archives D’Etudes Orientales adlı derginin 14. Cildinde yayınladı.
Gudea döneminde bu bayramın adı Zagmuk’tu. Bu deyim daha sonraki tarihlerde anılan Newroz’la aynı anlamdadır: Yeni gün. Çünkü Zagmuk’ta gece ve gündüzün eşit olduğu 21 Mart günü kutlanıyordu. Zagmuk’taki Za eski Kürtçe’de ve şu anki Kırmakcî dilinde ’yeni doğan’ demektir. (Cenneti sulayan ırmaklardan biri olan A.R.) Ünlü Zap Irmağı da ismini Za’gmuk’tan almıştır. Yeni fışkıran su, ilk çıkan pınar suyu, çıkış gözesinde beliren su anlamına gelir.“ (Cemşid Bender,Kürt Mitolojisi 1, Berfin Yayınları, İstanbul 1996, s.59)
Yazılı kaynaklardan önce de bölge halkları Zagmuk bayramı kutluyorlardı. Ama yazılı kaynaklardan ne kadar önce bu yeni doğuş ve direniş bayramlarını kutladıkları kesin olarak bilinmiyor. Bilinen bir tek şey varsa o da, beş bin yıldan beri egemenlerin, uygarlık güçlerin 21 Mart’ı başka anlamda, ezilen, sömürülen ve ülkeleri işgal edilen dünya halkların ise başka anlamda kutladıkları gerçeğidir. Ezilen, sömürülen ve ülkeleri işgal edilen bölge halkları 21 Mart’ı tiran ve faşist rejimlerine karşı yeniden doğuş ve direniş bayramı olarak kutlarken; uygarlık güçleri ise doğaya ve topluma sahip çıkan Mezopotamya halkların direniş bayramlarını gölgede bırakmak, örtüp ortadan kaldırmak amacıyla tanrıların ya da tanrı oğulların yeniden dirilişi, yumurta ve bahar bayramı olarak kutladıkları görülmektedir.
Mezopotamya'nın topraklarına ve yönetimine sahip olmak isteyen Sami tüccarları
Ur, Uruk, Nippur, Lagaş ve Kiş gibi Sümer şehir beyliklerin bölgede yeni bir hegemonik güç oluşturan Babil devletinin hakimiyeti altına girmesi sonrası Sümer Tanrıları giderek değerlerini kaybetti. Yerine bölgeye hakim olan kabilelerin tanınmış tanrıları aldı.
Sami tüccarları, MÖ. 3000 yıllardan beri, Mezopotamya’nın yönetimi ve topraklarına sahip olmak için Sümerlilerle sürekli ekonomik, askeri, politik ve çok şiddetli mücadele yürütüyorlardı. Yani henüz İsrailoğulları ve Araplar tarih sahnesine çıkmadan, henüz Tevrat, İncil ve Kuran yazılmadan üç bin yıl önce Mezopotamya yönetimi ve topraklarına sahip olma hevesleri vardı. Ve bu heveslerini Arabistan çöllerinden topladıkları barbar göç akınlarıyla sürekli Mezopotamya topraklarına saldırtarak yaptıkları barbar eylemleri, yağma ve talanla pratiğe uyguluyorlardı. Sümer şehir beyliklerini bu büyük göç akınlarıyla, yağma ve talanlar sonucu zayıflattılar, saraylarına içki satıcısı olarak giren ilk Sami tüccar Büyük Sargon şehir beyliklerini içten fethederek birer birer hakimiyetleri altına aldı ve Akad devletini kurdu. Akad devleti, Mezopotamya topraklarına ve yönetimine pratikte sahip olmanın ilk adımı ve bugün kendilerine hizmet eden ulusu-devletlerin ilk adımıydı. O uzun süre tutmayınca, ikinci adım olarak Asur devleti ile heveslerini pratiğe uyguladılar. Akad ve Asur devletlerini bugünkü Kürtlerin ataları olan Gutiler, Lulubiler, Hurriler, Kassitler ve Medler yıkınca, daha güçlü ideolojik ve kalıcı araçlar olan semavi dinler, plan, proje ve programlarıyla o gün bugündür pratiğe uygulamaktadırlar. Ve onların tarihsel plan, proje ve programlarına engel olmak isteyen özgür ve insanlığı savunan yerli halk Kürtlere asıl düşmanlıkları da burdan gelmektedir. Onları Akad ve Asur devletlerinden beri katliam, soykırım, sürgün ve siyasi asimilasyon politikalarıyla yok etmeden Mezopotamya topraklarına ve yönetimine sahip olmayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bu yüzden bin yıldan beri Doğu’da uygarlık yıkıcı etmen olarak kullandıkları ve ABD, AB, NATO ve Rusya’nın her türlü cephane, kimyasal silah, savaş uçakları ve finans desteği sundukları uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini Kürtlerin üzerine saldırmışlardır. Türk-İslam-Sentezi ideolojileriyle beyinlerini yıkayıp vicdanlarını satın aldıkları bu devşirme Türk vekalet savaşçıları eliyle tıpkı Akad ve Asur devletleri gibi bu coğrafyada Kürtleri yok etmeye çalışıyorlar.
Böyle tarihsel derinlikte düşünmeden, sosyal ve teolojik olayları birbirinden kopuk ve ilintisiz olarak değil de, bir bütün olarak ele almadan, neden ulus-devlet çağında çıkarılan Birinci Dünya Savaşı'nda 30 milyon (şimdi 55 Milyon) nüfusa sahip Kürtler, en 8-9 bin yıldan beri yaşadıkları ana-topraklarında devletsiz bıraktıklarını, ülkelerini dört parçaya böldüklerini, katliam, soykırım ve asimilasyon politikalarına tabi tuttuklarını anlamak mümkün değildir. Tarihsel düşmanlıklarından ve topraklarının altında petrol kaynaklarını keşfetmelerinden dolayı çağımız Sami tüccarları'ndan olan Rothschild Hanedanı'n planları gereği İngiltere, Fransa ve Rusya'nın kendi aralarında yaptıkları gizli Sykes-Picot Antlaşması ile Kürtlerin ülkelerini dört ulus-devlet arasında bölüp parçalayarak devletsiz bırakan aynı uygarlık güçleri; Sykes-Picot Antlaşması'nın ikinci adımı olan Balfour Deklarasyonu'yla da, iki bin yıl önce dünyaya dağılmış olan Yahudilerin ancak bir kısmını Avrupa, Rusya, Amerika ve Ortadoğu ülkelerinden topladıkları 850 bin nüfusa, İkinci Dünya Savaşı'ndan hemen sonra, ayrıcalık bir İsrail ulus-devletini kurdular. Bunlar nasıl maskeli kötü tanrılarımız ki ve ne kadar büyük bir gücü sahipler ki; bir tarafta ülkelerini dört ulus-devlet arasında bölmüş, katliam, soykırım ve asimilasyon politikalarıyla kadim bir halkı yok etmek istiyorlar? Öte yanda dünyanın dört bir tarafına dağılmış, ülkesi, yurdu belli olmayan bir halka, birçok Musevi cemaatleri karşı çıkmalarına rağmen, siyasi siyonistler öncülüğünde Ortadoğu'da uygarlık güçlerin çıkarları çerçevesinde çalışmak şartıyla Filistin'de siyasi özel bir İsrail devletini kuruyorlardı? Üstelik yeni gelen işgalçı güç, yerli Filistinlileri katliamlardan geçirip yok ederek yerleşiyordu oraya.
Hiç kimse Sami tüccarları’nı Yahudi, İsrailoğulları ya da Arap olarak algılayıp yanılmasın. Tevrat, İncil ve Kuran’a kendi tarihsel plan, proje ve programlarını tapınaklarda rahiplere yazdırarak, Arabistan çöl merkezci semavi dinler kılıfı altında İsrailoğulları ve Arap halklarını araç ve koçbaşı olarak kullanarak, onlar eliyle tarihsel projelerini Mezopotamya, Kuzey Afrika ve Avrupa’da pratiğe uygulayarak bugünkü modern kapitalist sistemde para imparatorluğunu kuran Sami tüccarları’dır. Sami halkların bir avuç elit en zengin, en saldırgan, en gerici hanedan aile reisleridir. Tarihsel projeleri için kendi öz çocuklarını kurban niyetine boğazlayan insan düşmanlarıdır. Bu kabile şeflerin beş bin yıllık geçmişleri vardır. Nasıl ki, Sami tüccar Büyük Sargon Sümer şehir beyliklerin sarayına hileli oyunlarla girerek, bu şehir beyliklerin saraylarını içten fethederek birer birer hakimiyetleri altına aldıysa; klasik sömürgecilik olan kapitalist sistemin ön aşamasında aynı taktiği Avrupa’da uyguladılar. İspanya, İngiltere, Fransa, Hollanda, Prusya şehir beyliklerin saraylarına hileli oyunlarla girerek, altın ve para gücüyle içten fethederek egemenlikleri altına aldılar. Şimdi Avrupa saraylarını, Amerika’daki Beyaz Saray’ı ve merkez bankalarını onlar yönetiyor.
Sümer şehir beyliklerini, köy ve mezralarını 200 yıl boyunca yağmalayıp talan ederek Mezopotamya’yı çöle çeviren ilk Sami tüccar hanedan Büyük Sargon’nun kurduğu Akad devletin (MÖ. 2350-2150) bölgede yarattığı yağma, talan vahşet ve tehlikeye karşı Gutiler, Lulubiler, Hurriler, Kassitler Zağros dağların eteklerinde yaşayan diğer yerli kabile ve aşiretlerle birleşerek bir Konfederasyon oluşturdular. Tabii ki bu Konfederasyon birden ve aniden olmadı. Onlarca yıl, „tarılarımıza hakaret eden, ülkemizi yağmalayıp talan eden Akad devletine karşı birlikte hareket edelim“ çağrıları bir türlü sonuç vermiyordu. Çünkü bölgede onlarca aşiret ve kabile vardı, bazıların Tanrıları, inançları değişikti. İnançta, düşüncede ve anlayışlarda farklılıkların olması onların bir araya gelmesini önlüyordu. Bir türlü bir araya gelip birliklerini oluşturamıyorlardı. Lagaş kent beyliği kurulurken Sümerliler’in Gutilerden ödünç aldığı birçok tanrı gibi Utu güneş tanrısı da düşman’a yenik düşmüştü; yani Büyük Sargon’a (Akad devletine) yenilmişti. Hiçbir aşiret ve kabile, Tanrısı düşman Tanrısına yenilmiş bir kabileyle birlikte hareket edip savaşa girmek istemiyordu. Sorunun büyüğü de bundan kaynaklanıyordu. Bunun üzerine aşiret ve kabilerin bir araya gelmeden, birleşmeden önce Tanrılarını, inançlarını, dolayısıyla fikirlerini birleştirmeleri gerektiği düşüncesi yavaş yavaş kabiler ve aşiretler arasında gelişti. Tutsak edilen Sümer Tanrılarından olan Enlil bile son çare olarak, „gözlerini umutla doğudaki dağlara dikererek orada yaşayan“ Gutiler, Lulubiler, Hurriler ve Kassitler’in Tanrılarından yardım istiyordu. Bütün bunları günümüz diline çevrilen Sümer tabletlerinden öğreniyoruz.
Bölgede etkinliğini sürdürüp tanınan Kassitler ve Hurriler’in güneş Tanrısı Mitra (Metra-Mithra); Gutiler, Subaru, Lulubi ve lor kabileleri tarafından da çok iyi tanınıyordu. Çünkü girdiği her savaşı kazanıyordu ve kozmik boğa’yı kurban ederek (savaşıp öldürerek) dünyayı yarattığı için savaş Tanrısı olarak da kabul ediliyordu. Böyle bir Tanrının etrafında birleşecek olan yerli aşiret ve kabilelerin yenemeyecekleri bir güç yoktu. Merkezi Kuzey Mezopotamya olan Mitra inancı her geçen gün etkinlik alanını geliştirerek başka kabilerin de Tanrısı oluyordu. Mitra, güneş ve göksel bir tanrı olarak da kabul ediliyordu. Geceleri evrensel yıldızların ışığı, Mitra’yı gören gözleri olduğuna inanılıyordu.
Tarihçi Etem Xemgin Mitra Tanrı inancı hakkında şunları yazıyor:
„Kasittler’in güneş tanrıları olan Metra (Mitra), zamanla bölgedeki etkinliğini gelişleterek Hurri halkının Mittani devleti döneminde tanınan Güneş Tanrı’sı oldu. Hurri devletinin ismini Mittani olarak değiştirmesinin de Mitra denilen bu Tanrı’dan kaynaklandığı sanılmaktadır. Hitit Kralı Şüpüllülüma ile Mittani Kralı Matiwaza arasında MÖ. 1380 yılında yapılan anlaşmada, şahit Tanrı’lar arasında Mittani’lerin Mitra Tanrısı’nın da ismi geçmektedir. (Mitra güneş tanrısının en eski belgeleri Boğazköy kazılarında da bulundu. Bu belgelerde MÖ.14. yüzyılda Mittani’ler ile Hitit’ler arasında yapılan barış antlaşmasında şahit olarak Mittini’lerin koruyucu tanrıları arasında Mitra’nın yanı sıra Zervanizm inanç sisteminin fırtına tanrısı olan Vahu’nun da adı geçer. A.R.)’“ (Etem Xemgin, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi, Berfin Yayınları, İstanbul 1995, s.43)
Üst üste yapılan toplantılarında, aşiret ve kabile şefleri Sümerlilerin ülkesini yağma ve talan eden Akad devletini yıkmanın sırrına vararak, Akadlılar’a karşı yıllar sonra bir Konfederasyon oluşturdular. Güçlerini bir tek güçlü tanrı etrafında birleştirerek Akad devletini yerlebir edebilirlerdi. Bunun üzerine Zağros yüceltilerinde yaşayan birçok aşiret ve kabile Kassitler’in ve Hurriler’in güneş, gök ve savaş Tanrı’sı Mitra inancı etrafında bir nevi Konfederasyon oluşturarak birleştiler. Böylece güneş kültü Mitra inancıyla birliklerini oluşturan Subaru, Lulubi, Lor, Hurri, Mittani ve Kassitler, Gutiler öncülüğünde Zagmuk-doğuş günü ve diriliş bayramında ateş yakılan dağlardan, Sümerli Ludingirra’nın deyimiyle „çekirge sürüleri gibi“ indiler, zalim Akad devletine saldırıp yerlebir ettiler (MÖ. 2150, 21 Mart günü) ve tarihin dönüşü olmayan çöplüğüne attılar.
Mezopotamya uygarlığı M.Ö. 2.800 yıllarında Sami kavimlerin büyük işgalcı yağmalarına uğradı. O dönemde Tevrat, İncil ve Kuran gibi istilacı ordularını gizliyen güçlü idolojik doktrinleri olmadı için tutunamadılar. Arı halkları tarafından Mezopotamya’dan dışarıya kısa zamanda atıldılar. Fakat bu istilacı barbarların yağma, talan ve göç akınları Akad ve Asur devletleri döneminde daha da büyüyerek devam etti. Sami tüccarlar, Sümerlilerle hem savaş halindeydiler, hem de ticari ilişkiler halindeydiler. Ticari ilişkiler içindeyken Sümerlilerin efsane, destan, masal ve hikâyelerini çaldılar; değiştirip tersyüz edip daha sonra Sami halkların kafalarına yukardan Semavi dinleri şeklinde boca ettiler. Yani iki bin yıl sonra savaşları daha büyük ideolojik silahlara bürünerek, Yehova ve Allah gibi yerel maskeli tanrılara sarılarak devam etti. Mezopotamya uygarlığını yağma ve talan eden Sami kabilelerini, Zağros yüceltilerinden (ki bugün o Zağros dağlarında Gutilerin, Hurrilerin çocukları olan gerilla güçleri aynı istilası ordulara karşı elde silah savaşmaktadırlar.) deltaya inerek kovup dışarıya atan Gutiler hakkında Lulubi-Sümer yazarı Ludingirra 4.300 yıl önce çiviyazısıyla yazdığı Yaşamöyküsü Tablet 11’de aynen şunları yazıyordu:
„Kral Sargon’dan sonra oğulları Rimuş, Maniştusu ve torunu Naramsi ülkeyi genişlettikçe genişletmiş, bütün yönlere kol salmışlar. Hele Naramsi kendisine ’Tanrıyım’ diyecek kadar ileri gitmiş. Öyle şımarmış ki, büyükbabası Sargon’un aksine, Sümerlileri darıltmaktan korkmayarak bizim Tanrılarımıza, özellikle yüce Enlil’e ve onun tapınağı Ekur’a büyük saygısızlık etmiş. Askerlerini Ekur’a onun güzel koruluğuna saldırtmış, Ekur’u bakır baltalarla yıktırmış. Koca tapınak ölü gibi yerlere yatmış. Bunlarla yetinmeyip tapınağın arpa kesilmeyecek kapısında arpa kestirmiş. Hele bizim o canım ’Barış Kapısı’nı yerle bir etmiş. O günden beri Nippur’da barış kapısı yapılmamış. Onun yerine Akadlılar sokak fahişelerinin iş yaptığı ’Musakkatim Kapısı’nı oturmuşlar galiba. Narramsin, Ekur’u yıktırırken içinde ne kadar değerli eşya varsa, tapınağın tam yanındaki iskeleye dayadığı teknelere doldurup Agade’ye götürmüş.
Buna son derece kızan ulu Tanrımız Enlil, önüne geçilmeyen bir sel gibi gürlemiş, coşmuş ve gözlerini umutla doğudaki dağlara dikerek, orada doğayla iç içe yaşayan ilkel Gutiler’i Naramsin’in üzerine saldırtmış. Çekirge sürüleri gibi gelen bu insanları durdurmaya gücü yetmemiş Naramsin’in. Bunların ülkemize yayılmaları ile Sümer Şehir Beyliklerin hiçbir tarafından ne haber alınabilmiş, ne de haber ulaştırılmış. Tekneler iskelelerde beklemiş. Yolları haydutlar sarmış. Ülkedeki şehir beyliklerin kapıları kırılarak toz olmuş...
Gutiler, bütün kentlerimizi yakıp yıktıkları halde, Lagaş şehir beyliğini özgür bırakmışlar. Ayrıca Ur, Umma, Nippur ve hatta Uruk kentlerinin denetimini Lagaş’a bırakmışlar. Aslında buraları Sümerlilerin en yoğun olduğu yerler. Bazen, ‚acaba onlar bizim millletin bir kolu muydu?’ diye düşündüğüm oluyor. (Bugün de Türk devleti tarafından asimile edilmiş birçok Kürt kendisine aynı soruyu soruyor: Acaba ben Kürt müyüm, Türk müyüm? A.R.) Lagaş, kent krallıklarımız içinde en uzun yaşayanı. Ayrıca oldukça önemli krallar yetişmiş orada. Daha Sargon ortaya çıkmadan en az 300 yıl önce Urnanşe adlı biri orada ilk krallığı kurmuş. Onun oğulları ve torunlarının yönetimi altında krallık Sargon zamanına kadar sürmüş. Bu krallar arasında Eannatum birçok savaşla sınırlarını genişletmiş. Lagaş’ta binalar, kanallar, su depoları yaptırmış. Ondan sonra gelen Enannatum, Entemena gibi krallar zamanında savaşlar yine almış başını yürümüş..“ (Ludingirra’nın Yaşamöyküsü, Tablet 11)
Doğa ile iç içe, komün yaşantışı yaşayan aşiret ve kabilelere zulüm yağdırıp Sümerlilerin ülkesini karanlığa ve çöle çeviren Akad devletin yıkılmasından sonra Mezopotamya’da bir bilgi, buluş fışkırması ve aydınlanma yaşandı. Sümerliler; Guti-Gudea (MÖ. 2150-2060) dönemi ve Üçüncü Ur Hanedanı (MÖ.2060-1960) dönemiyle yeniden tarih sahnesine çıkarken, insanlığın aydınlanıp ilerlemesinde büyük buluşlara imza attılar. MÖ. 2040 tarihinde Hurrilerin Goş aşireti tapınağında güneş tanrısı Mitra dışında bütün tanrıların heykellerini kıran ikinci Zerdüşt Huşeng (Brahim) ile kültür ve inançlarında ikinci reform yaptılar. 290 yıl sonra Hammurabi kanunlarına (MÖ.1750) ve 790 yıl sonra Musa’nın On Emir’ine (MÖ.1250) örnek teşkil eden ilk yazılı Sümer kanunlarını kaleme aldılar. Bu büyük tarihi gelişmelerle dünyanın kültür merkezinin hâlâ Kuzey Mezopotamya olduğunu kanıtladılar.
Fakat ne yazık ki, yerli kabileler ve Sümerliler (iyi tanrı) tarafından yenilgiye uğratılan Sami tüccarları (kötü tanrı) için hiç bir zaman Mezopotamya’nın topraklarını ve yönetimini ele geçirmek için baş vurdukları mücadele ve savaşların sonu olmadı. Arabistan çöllerinden toplayıp getirdikleri yeni göç akınların yardımıyla bu kez ikinci bir Sami tüccar olan Asur Hanedanı o bölgede zalim Asur devletini MÖ.2025’de kurdu. 1400 yıl sonra gene bugünkü Kürtlerin ataları olan Medler’in Kralı Kiyah-ser, başta bütün Med aşiretleri olmak üzere öbür Kürt kabile reisleriyle 625’de Cudi Dağı arkasında toplantı yaptı. Asur devletin Mezopotamya’da yarattığı zulüm ve tehlikeye karşı Med aşiretleri ve öbür Kürt kabileriyle birleşerek Asurlar’a karşı Konfederasyon oluşturdular.
Tarihçi Etem Xemgin Asurlar’a karşı birleşen Kürt aşiretlerini şöyle anlatıyor:
„Medler’in Asurlar’la ilişkileri, Asurların Medler’in ülkesini işgal etmek amacıyla yaptıkları askeri seferler neticesinde olmuştur. Medler, Asurlar’la ilk karşılaştıkları sıralarda 2000 ile 3000 kadar asker çıkarabiliyorlardı. Sonraları Asurlar’ın bölgede yarattıkları tehlikeye karşı bölgede bulunan diğer Med ve Kürt aşiretleriyle birleşerek Asurlar’a karşı bir Konfederasyon oluşturdular. İşte bu konfederasyon kurmaları sürecinde Medler’in başşehri sürekli olarak değişik bölgelerde bulundu...
Bu sıralarda kuzeyden gelen İskitler, Asurlar’dan Medlerin bir kesimini kendi hakimiyetleri altına almayı başardılar. Geçmişte yalnız Asurlar’a karşı savaşmakta olan Medler, bu durum üzerine İskitler’e karşı da savaşmak zorunda kaldılar. Bu sırada Urartu devleti de İskitler ve Asurlar tarafından tehdit ediliyordu. Medler’le Urartalar’ın aynı halktan olmaları ve her ikisinin de aynı düşmanlarca tehdit edilmeleri üzerine Medler’le Urartular, Asurlar’la İskitler’e karşı birleştiler. Aynı zamanda Asurlar’a aşağı Mezopotamya’da hakimiyetini sürdüren Kaldaharlar’la da ilişkilerini geliştirdiler.
MÖ.649 yılında Med aşiretlerini birleştirmeye çalışan Diyas, Med kralı oldu. Diyas, Med aşiretlerini birleştirdikten sonra Urartular’la da Asurlar’a karşı birleşti. Bir süre sonra Urartu kralı III. Rusa ile Asurlar’a karşı savaşırken MÖ. 647 yılında Asurlar’a esir düştü. Asurlar tarafından Suriye’nin Hama şehrine sürgün edildi. Med krallığına ise Diyas’ın oğlu Februar geçti.
Med kralı Februar, Persleri de yanlarına alarak Kaldaharlar’ın ve Urartular’ın da yardımları ile İskit ve Asurlar’a karşı savaşmaya devam etti. Medler’le Asurların MÖ. 625 yılında yaptıkları savaşta Februar öldürülünce yerine oğlu Kiyah-ser geçti.
Med kralı olan Kiyah-ser bütün Med aşiretlerini Cudi Dağı arkasında aynı yıl topladı. Bundan sonra İskitler’i ülkesinden çıkarmak için İskitler’le savaştı ve onlara kendi hakimiyetlerini kabul ettirerek onlara boyun eğdirdi.“ (Etem Xemgin, Kürdistan Tarihi, cilt 1, Agri Verlag 1992 Köln, s.161-163)
Bugünkü Kürtlerin ataları olan Medler, Asurlar’ı da MÖ. 612 yılında Akadlar gibi tarihin geri dönüşü olmayan çöplüğüne attıklarında bütün Mezopotamya halkları özgürlüklerine kavuştu. Ama Sami tüccarlar için hiç bir zaman Mezopotamya’nın topraklarını ve yönetimini ele geçirmek için baş vurdukları mücadele ve savaşların sonu olmadı. Bu kez Aryen halklarına karşı Arabistan çöl merkezci tek tanrılı semavi dinlerini inşa ederek, yani daha güçlü dini ideolojiler yaratarak, Mezopotamya’nın toprakları ve yönetimini ele geçirmek için baş vurdukları mücadele ve savaşlarına din kılıfı geçirdiler; Arabistan bölgelerin putperest tanrı adlarını araç ve koçbaşı olarak kullanarak, onlar adına „Kutsal Savaş“ (cihat savaşları) ilan ederek, Aryen halkların verimli topraklarını işgal etmeye devam ettiler. Ve o gün bugündür o mücadele ve savaşlar hâlâ kesintisiz bir şekilde Mezopotamya’da (Ortadoğu’da) devam etmektedir! Bu savaşların sonucu olarak bugün on bin yıldır o bölgede yaşayan ve devletsiz bırakılan Kürtler çok korkunç bir soykırım kıskaçına alınmıştır.
Tarihte ilk defa Guti, Lulubi, Hurri ve Kassitler Qalo Gaxan bayramını kutlamaya başladılar
Üçüncü Ur sülalesinin kurucusu Ur-Nammu (MÖ.2060 tarafından yeniden düzeltilip reformdan geçirilen ilk yazılı Sümer kanunlarından esinlenerek Babil şehir devleti için Hammurabi‘nin Güneş Tanrısı Şamaş’dan (Guti-Sümer karşılığı Utu) kanunları alışından (MÖ. 1750) sekiz yıl sonra Gutilerin desteğiyle Kassitlerin MÖ.1742 yılında ilk defa Babil’e saldırması sonucu Mitra inancı Babil şehir beyliğine de yayılmaya başlandı. Daha sonra Kassitler’in MÖ. 1595 yılında Babil’e tamamen hakim olmalarıyla birlikte; bu kez o bölgede de konumu ve etkinlik derecesi en fazla olan güneş tanrısı Mitra‘nın 24 Aralık’ı 25’se bağlayan Kutsal Gece, 25 Aralık günü ise doğum günü olarak Qalo Gaxan bayramı daha geniş bölgelerde kutlanmaya başlandı. Böylece bir süre sonra savaş ve zafer Tanrı’sı olarak da kabul edilen Güneş Tanrı’sı Mitra’nın doğum günü kutlamaları Gutiler, Subarular, Lulubiler, Hurriler, Kassitler, Mittaniler ve Urartular’la sınırlı kalmadı; Hindistan’dan Ege kıyılarına kadar ve daha sonra Yunanistan üzerinden Avrupa bölgelerine kadar Aryen halkları arasında çok geniş bir alana yayıldı. Bin yıl sonra Mezopotamya’ya kadar sınırlarını genişleten Roma İmparatorluğu’nun askerleri, komuntanları ve halkı arasında da yayıldı. Ve o dönemde henüz Hıristiyanlık tarih sahnesine çıkmış değildi.
Şehirlerdeki tapınaklarda büyük törenlerle kutlandığı gibi, köylerde de bu bayram heyecanlı ve eğlenceli bir şekilde kutlanıyordu. Kuzey Kürdistan’da (Kuzey Mezopotamya’da) Qalo Gaxan (bölgelere göre ismi „Kalo Gaxan, Gaxand, Gaxande, Gaxend, Sernewe, Sersal“ diye değişiyor.) günlerinde her zaman bir-iki metre kar var. Köylerdeki ritüel kutlamalarda genelikle Qalo ya da Qalık“ (yaşlı dede) denilen genç delikanlının üzerinde koyu gri eski bir elbise, omuzlarında yarı dolu bir çuval, yüzüne yapıştırılmış yapmacıklı beyaz bir sakal (yün, pamuk yoksa, yüzünü beyaz un ya da kömürle boyama da olabilir), elinde asası, yanında „Fadıke“ adında genç bir kadın eşi ev ev dolaşırlar. Hem insanlara yeni yıl müjdesi veriyorlar, hem de topluma dağıtmak için bir şeyler topluyorlar. Eşi kendisine kıyasla çok genç ve güzeldir. Her ikisinin yanında onların evlerden topladıkları yiyecek ve giyecekleri taşımak, bazen de Qalo’nun safında Fadıke’yi gençlerden korumakla görevli bir torbacı da bulunmaktadır. Qalık ve Fadıke, önce fakirlere dağıtıcakları yiyecek ve giyecekleri çuvallarla evlerden toplarlar. Bu ara arkalarında dolaşan neşeli köy gençleri ve çocuklar Qalo’yu sopalarla ve kar toplarıyla eğlenceli bir şekilde dövüyorlar; „Hey ihtiyar, sen artık çok yaşadın, öl de şu genç kadını bize ver!“ deyip genç kadını kaçırmaya çalışırlar. Genç ve çocukların tam bu Qalo’yu sopalarla dövmeleri, genç kadını kaçırmaları sırasında keyifli bir sokak tiyatrosu sahneleniyor. Ama her seferinde elindeki asasını savunma aracı olarak kullanan Qalo mücadele ederek, torbacının yardımıyla kadını gençlerin ellerinden geri alır klasik bir tiyatro oyunu gün boyu devam edip gidiyor. Qalo Gaxan bayramı sanki yeni nelisleri ta Guti ve Lulubilerin eski dönemlerine götürerek tarihin koridorlarından gezdirerek insanları kendi kökleriyle buluşturan bir köprü gibidir. Qalık ve Fadıke dolaştıkları her evin kapısına geldiklerinde tatlı, yumuşak bir dille şöyle sesleniyorlar haneye:
Kürtçe:
Serê salê binê salê
Qalık vaye hatiye malê
Mala ku tiştek bide,
Xızır zarokek bide wê bûka malê.
Türkçesi:
Yılın başı, yılın sonu
Dede budur haneye girdi.
Eşya veren hanenin gelinine,
Hızır bir evlat versin.
Qalık ve Fadıke evlerden kim ne verdiyse topladıkları un, yağ, çökelek, patates, şeker, portakal, elma, meyve, sebze gibi yiyeceklerin ve yun, kazak gibi giyeceklerin bir kısmını köyde en fakir, ihtiyaç sahipleri olan birkaç aileye veriyorlar. Bu toplumda paylaşımcılığı simgeliyen bir durumdur. Geri kalanıyla bir müzik grubu ya da davul zurna getiriyorlar. Köyde hayvanları başka kömlere dağıtarak boşaltıkları bir kömü eğlence salonuna çevirirler ve Qalo Gaxan günü aile fertleri için özel hazırlanan akşam yemeğinden sonra, işi biten, mal davarını içeriye koyan herkes saat 19:00’da başlayan eğlenceli bir gowendle bayrama katılır. Bayram eğlencesi gece yarısına kadar devam ediyor. Genç kız ve erkeklerin de biribirleriyle tanıştıkları bu Qalo Gaxan gowend eğlencesi üç gün, üç gece sürüyor. Kürdistan’daki asıl paylaşımcı Qalo Gaxan’nın Guti-Lulubi-Hurri- Kassitler ve Sümerliler’den kalma orjinalı budur! Sami tüccarlar olan uygarlık güçleri, Hıristiyanlığı Avrupa yaydıktan sonra bu bayramı İsa’nın doğumgünü olarak „Weihnachtsferien“ olarak Avrupa halklarına yutturdular.
Arabistan çöl merkezci İslam dinin baskı, katliam, soykırım ve Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı, İran, Türkiye ve Irak gibi İslam devletlerin asimilasyoncu politikaları sonucu ne yazik ataları zorla İslamlaştırılan Sünni Kürtler arasında –özel bazı bölgeler dışında- bu Qalo Gaxan bayramı kutlanmıyor. Nerdeyse kaybolmuş durumda. Yani Sami tüccarlar, eski atalarının bu güzel bayramını Sünni Kürtlere unutturmuşlar ve „Hıristiyanların bayramı“ diye yutturmuşlar. Oysa yukarda tarihçesini anlattığımız Qalo Gaxan bayramı, Hıristiyanlar’dan dört bin yıl önce Kürtlerin ataları kutluyordu. İslamlaştırılmayan Zerdüşt kökenli Kızılbaş (Alevi) Kütler üç günlük oruçdan sonra Qalo Gaxan adını verdikleri bu bayramı üç gün, üç gece kutluyorlar. Cem de yapılıyor. Êzîdî Kürtler, Êzî bayramı olarak kutluyorlar. Kerkük şehri ve çevresinde yaşayan Kakai Kürtler ve İran’da yaşayan Yaresan Kürtler de üç günlük oruçdan sonra Rojî Memewî adını verdikleri bu bayramı üç gün, üç gece kutluyorlar.
Qalo Gaxan (ihtiyar adam) bayramı, Zerdüşt kökenli Kızılbaş, Êzîdî, Kakai ve Yaresan Kütler arasında hâlâ -sürekli cihat çağrıları yenileyen siyasal İslamın baskılarına rağmen- yaşatılıyor. Bir tek, din kılıfı altında gerici Arabizme asimile edilen Sünni Kürtler kendi atalarının bu bayramını unutmuş, kutlamıyorlar. Ah keşke, 4300 yıl önce Lulubi-Sümerli Ludingirra’nın barbar Sami halklar için çivi yazısıyla yazdığı Yaşamöyküsü Tablet 1’de söylediklerini duysalar da, siyasal İslamın söyledikleri yalanlara, dezenformasyonlara bu kadar inanmasalar.
Sümer uygarlığını kim yarattı?
MÖ. 12.000 (Göbeklitepe’den başlayan tarih) ile MÖ. 2.000 yılları arası yukarı Mezopotamya verimli Hilal’in belki de en verimli bölgesidir. İnsanlık ilk defa bu bölgede cenneti yaşadı. İsrailoğulları’na MÖ. 586 yılında yaşatılan Babil sürgününden sonra yazılan Tevrat’ın bahsettiği cennet bu bölgeye aittir. İlk neolitik devrimi bu bölgenin yerli halkı olan Gutiler, Subarular, Lulubi, lorlar, Hurriler, Kassitler, Mittaniler, Urartular ve Hitit kabileri ve bu kabilerin öncüleri tarafından yaratıldı. Bu, neolitik devrimi yaratan yukarı Mezopotamya halkları, yani Zağros yüceltilerinde ve dört ırmağın (Zap, Aras, Dicle, Fırat) arasındaki cennnetli ovalarda doğayla iç içe yaşayan toplumlar; merkezi Sümer uygarlığın gelişimi için gerekli olan maddi (neolotik devrim olan hayvancılık ve tarım) ve manevi kültür (mitos, efsane, destan, masal, din) öğelerini altı bin yıl öncesinden beri yavaş yavaş kendi bilgi ve tercübeleriyle olgunlaştırdılar. Zağros yücetilerinden deltaya inen bir kısım Guti, Subaru, lulubi ve Lorlar önce Lagaş şehir beyliğini yüzyıllar boyunca yavaş yavaş inşa ettiler. Daha sonra Ur, Nippur, Kiş, Umma, Uruk gibi şehir beyliklerin olgunlaşıp büyümesi sonucu MÖ. 6.000 ile MÖ. 2.000 yılları arasında tarih sahnesine çıkmış ve böylece insanoğlunun ilk medeni uygarlığı olan Sümer şehir beyliklerin ortaya çıkmış oluyordu.
Gutiler Sümerliler’le aynı halktandı
Zagros Dağların yüceltilerinden deltaya inerek kuzey Mezopotamya’da uygarlık kuran Sümerliler’le dağ eteklerinde henüz doğa ile iç içe yaşayan ve aşağıda Sümer şehir beyliklerinde yaşayanlar tarafından ilkel olarak görülen Guti, Subaru, Lulubi, Lor ve Hurri kabileri arasında yüzyıllar sonra zaman zaman çatışmalara varan anlaşmazlıklar olsa da, birbirlerine sürekli ihtiyaçları olan ve dış güçlere karşı birbirlerini koruyorlardı. Ne zaman ki, Sümer Kralı Gılgamış dağlardaki Sedir ormanlarında yaşayan Humbaba’ya (Humbaba, Guti ve Hurri dilinde ’dağın ruhu’ anlamına geliyor. Yani doğayla iç içe yaşayan Guti, Lulubi, Hurri kabilelerine) karşı, arkadaşı Engidu istememesine rağmen ve o dağlardan gelen ilkel Gutili arkadaşını kullanarak birlikte savaş açma serüvenine girerek, dağlarda yaşayan yerli kabileri egemenlikleri altına almaya çalıştı ve bunun sonucunda Gılgamış’ın en sevdiği Gutili arkadaşı Enkidu’yu ölümle yitirmesi, kökeninden uzaklaşarak uygarlaştığını sanan Sümerliler’in çöküşünün başladığı anlamına geliyordu. Nitekim dağlarda yaşayan Guti, Lulubu ve Hurri kabilelerin desteğini zaman zaman yitiren Sümerliler hem Elamlılar, hem de Akadlar tarafından büyük saldırılara uğradılar. Sümer şehir beylikleri’ni işgal edip, orda 200 yıl boyunca tarihin en güçlü ve baskıcı ilk devletini kuran Sami kökenli Akadlar’a saldırarak, onları ortadan kaldıran Gutiler, Sümerliler’in tekrar güçlü bir şekilde tarih sahnesine çıkmasını sağlamıştır. Bu da Sümerlilerin her sıkıştığında ya da onları yok etmeye çalışan düşmanlarına (Sami tüccarları’na) karşı onları koruyanların gene dağdaki Guti, Lulubi, Lor ve Hurri kabileleri olduğunun en iyi kanıtıdır.
Guti-Sümerler’de Aden bahçesi
Dilmun adında, saf, temiz, parlak tanrıların yaşadığı bir ülke var. Hastalık ve ölüm bilinmeyen yaşam ülkesi. Fakat orada su yok. Su tanrısı, güneş tanrısına, yerden su çıkararak orasını tatlı su ile doldurmasını söylüyor. Güneş tanrısı söyleneni yapıyor. Böylece Dilmun meyve bahçeleri, tarlaları ve çayırları ile tanrıların cennet bahçesi haline geliyor. Bu cennet bahçesi Aden’de yer tanrıçası 8 bitki yetiştiriyor. Bu ağaçlar meyvelenince bilgelik tanrısı Enki her birinden bir tane tadıyor. Buna yer tanrıçası çok kızıyor, tanrıyı ölümle lanetleyerek ordan yok oluyor. Bilgelik tanrısı çok ağır hastalanıyor. Diğer tanrılar büyük güçlüklerle yer tanrıçasını bularak bilgelik tanrısını iyi etmesi için yalvarıyorlar. Tanrıça, tanrının 8 bitkiye karşı hasta olan 8 organı için birer tanrı yaratıyor. Tanrılar’dan beşi (kadın) tanrıca, üçü (erkek ) tanrı. Hasta olan organlardan biri kaburga. Onu iyi eden tanrıcanın adı Ninti’dir. Guti-Sümer dilinde Nin hanım, ti kaburgadır. Ti’nin başka bir anlamı yaşam’dır; hasta organa yaşam soluğunu üflemektir.
Babil ve çevresinde yaşayan Hurri, Mittani, Kassit ve Medler’den cennetin yaratılış cografyasının yerini, Sümer mitoslarını, destanlarını, tufan efsanesi ve Brahim efsanesini öğrenen sürgündeki İsrailoğulları Medler sayesinde özgürlüklerine kavuşup kendi ülkelerine döndüklerinde yeniden yaptıkları Süleyman tapınağında MÖ. 500-150 yılları arasında yazdıkları Tevrat’ta hiç kuşkuya yer vermeyecek şekilde bugünkü Kürtlerin atalarının neolotik dönemde yaşamış oldukları coğrafyayı cennet olarak tarif etmişlerdir:
Guti-Sümerler’den Tevrat’a geçen cennet tasviri
„Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu. İlk Irmağın adı Pişon’dur (Kuzey Kürdistan’da Wan dağlarında başlayan Zap Irmağı. A.R.); altın kaynakları olan Havila sınırları boyunca akar. Orada iyi altın, ak günük ve akik taşı vardır. İkinci Irmağı’n adı Gihon’dur (Kuzey Kürdistan’da Erzurum’un güneyinde, Zağros dağların gözeneklerinden doğar, Ağrı dağın etelerine uzanan Aras Irmağı. A.R.). Kuş sınırları boyunca akar. Üçüncü Irmağın adı Dicle’dir (Kuzey Kürdistan’da doğar. A.R.). Asur’un önünde akan odur. Dördüncü Irmak ise Fırat’tır (Kuzey Kürdistan’da doğar. A.R.).
Rab Tanrı Aden bahçesine (Aden bahçesi Wan ve çevresidir. A.R.) bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu. (Guti-Sümer cennet tasvirinde Adem “bilgelik tanrısı Enki’dir. A.R.) Ona, ‘bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin’ diye buyurdu. ‘Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.’
Sonra, ‘Adem’ın yalnız kalması iyi değil” dedi. Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.’ Rab Tanrı, yerdeki hayvanları, gökteki kuşların tümünü topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökte uçan kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulamadı.
Rab Tanrı, Adem’e derin bir uygu verdi. Adem uyurken, Rab Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerine etle kapadı. Adem’den aldığı Kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.” (Tevrat, Tekvin Bap 2)
Hiç kuşkusuz yukarda anlattığımız gibi 7-6 bin yıl önce dünyanın kültür merkezi Sümerliler’in ilk uygarlık kurduğu kuzey Mezopotamya denilen Fırat-Dicle-Zap-Aras Zağros yüceltileriydi. Zağros yüceltilerinde binlerce yıl boyunca kendi bilgi, tecrübe ve neolitik devrimle yarattıkları mitos, efsane, masal, destan ve kültürleriyle yaklaşık MÖ. 6.000 yıllarında verimli deltaya inmeye baslayan Guti, Subaru, Lulubi ve Lor gibi bir kısım yerleşik kabileler dağ eteklerindeki ovalarda insanlığın ilk büyük erdemli uygarlığı olan Sümer uygarlığını önce tarımcılığa elverişli bereketli toprakların, bitum maddesini veren petrol, diroit taşları, altın, gümüş, bakır gibi maddeler, hayvan yetiştirmeciği için yeşil otlak yaylalar ve barınaklar için kerestelik büyük sedir ormanların olduğu yukarı Mezopotamya’da yavaş yavaş şehir beyliklerini inşa edip başlattılar. Yüzyıllar sonra büyük bir bölümü bataklıklardan oluşan, henüz tarım ve hayvancılık yapmanın olanağının olmadığı, barınaklar için kerestelik ormanların bulunmadığı aşağı Mezopotamya’ya indiler, bataklıkları kurutarak yavaş yavaş uygarlığı oraya da taşıdılar. 2-3 bin yıl içinde kurdukları şehir beylikleriyle yukarı Mezopotamya’dan aşağı Mezopotamya, Hindistan’dan Akdeniz’e kadar olmak üzere her tarafa yayıldılar. Bütün dinlerin, örf ve adetlerin, bayramların, Mısır Firavunların ve Ortaçağ Avrupa’sındaki şehir krallıkların öncüleri Sümerler’dir.
Şehir beylikleriyle ilk büyük ve erdemli uygarlığı inşa ettiklerinde bu Adem ile Havva’nin cennet coğrafyası en az 6 bin yıl dünyanın kültür merkezi oldu. Güneş kültü, mitoloji, efsane, destan, felsefi ideoloji, Adem ile Havva efsanesi, bütün dinlerin kökeni ve edebiat bu merkezi Zağros kabileri ve Sümer uygarlığı üzerinden dünyaya yayılıyordu. Doğu tarafına Hindistan üzerinden Çin‘e, Batı tarafına Yunanistan üzerinden Avrupa’ya yayılıyordu. Bu durum altı bin yıldan fazla sürdü. Bugün nasıl ki kültür ve yeni teknik gelişmeler Avrupa’dan dünyaya yayılıyorsa, o gün de kültür, teknik ve yeni buluşlar o Mezopotamya merkezli uygarlık üzerinden dünyaya yayılıyordu. Hindistan‘dan Avrupa‘ya kadar olan bu koridor bölgesi içinde yaşayan Aryen halkların dilleri, kültürleri, bayramları, felsefi ideolojileri, örf ve adetleri hatta klan, Kabile ve aşiretler bu embriyon döneminde (MÖ. 12.000-1.000) oluştu. Aryen halklarının kültürel embriyon süreci Zağros dağları eteklerinde Neolotik devrim (tarım ve hayvancılığı ilk geliştiren klan ve kabileler hiç kusuz verimli ve bereketli Hilal olan Fırat-Dicle, Zap-Aras kenarlarında ve Zağros yüceltilerinde yaşayan toplumlar tarafından gerçekleştirildi.) ve Göbekli Tepe’den beri doğa ile iç içe analık hukukunun yaşandığı çağda biriken bilgi, tecrübe ve neolotik devrimle başlayan tarihdir. Sümer uygarlığı bu (MÖ.12.000-6.000) altı bin yıllık maddi ve manevi kültür birikimi üzerine kuruldu. Bu yüzden bazı Batı biliminsanların, „Sümerliler Orta Asyadan geldiler, Mezopotamya’da uygarlık kurdular.“ gibi siyasi ve çıkarcı saçmalıklara kimse inanmasın. Çünkü bunlar doğru şeyler değil.
O dönemde Suriye‘nin güneyinden Arabistan çöllerine kadar yayılan bölgelerde başka kimliğe, kültüre ve hâlâ putlara tapan, çok eski ve yaygın gelenek olarak çocuklarını pattıkları putlara kurban niyetine kesen, çok geri çağlarda yaşayan Sami halklar yaşıyordu: Akadlar, Amoriler, Aramiler, Asurlar. Bunların bir kısmı daha sonra MÖ. 1.600 ile 200 yılları arasında tarih sahnesine çıkacak olan Süryaniler, İsrailoğulları ve Araplar’dı. Süryaniler, Asurlar döneminde Sümer-Babil kültürüne iyice asimile olup yarı-Aryen halkı oldular. Ama dilleri Semitik dil grubuna dahil olarak kaldı. Çünkü Akad ve Asur devletleri döneminde onları siyasi çıkarları için Sümerlilerin ülkesine getirip göçmen olarak yerleştirenler ve bu çöl göçmenleriyle o erdemli uygarlığı yıkmak isteyenler Sami tüccar hanedanlardı. Fakat ilk Sami tüccar olan Büyük Sargon tarafından kurulan Akad devletinin yerli halklar tarafından yıkılıp tarihe gömülmesi ve ardından ikinci bir Sami tüccar olan Asur Hanedanı’n Asur devletini kurup, kendi hemşerileri olan Asurluları MÖ. 2.050 yıllarından sonra getirip Mezopotamya topraklarına yerleştirmeleri ve Süryanilerin yüzyıllar sonra Babil kültürüne asimile olup Yarı-Aryen halkı olunca, Sami tüccar hanedanların tarihsel projeleri suya düştü. Çünkü Mezopotamya ve Babil kültürüne asimile olup azbiraz medenileşip erdemleşen Süryanileri de artık kendi siyasi ve ekonomik çıkarları için koçbaşı olarak kullanamaz hale geldiler. Kullanamaz hale gelince bu kez kendi tarihsel projeleri için başka Sami kabilelerini koçbaşı olarak kullanmak için aramaya çıktılar. Bunlar Mısır’da Firavun kralları yönetimi altında yaşayan, 12 kabileden oluşan ve Arabistan çöl merkezci dini ideolojik eğitim araçları ve hahamlar sayesinde genleriyle oynayacak olan İsrailoğulları’ndan başkası değildi.
Sümerliler’in Mezopotamya‘da erdemli, büyük bir uygarlık kurduğu dönemde; çok eski çağlarda yaşayan bu barbar Semitik toplumlar Aryenik toplumlardan ekonomik, siyasi ve kültürel olarak en az 3-4 bin yıl gerilerde yaşıyorlardı. Ve bu Semitik toplumların en gerici, en saldırgan, en zengin bir avuç kabile reisleri olan Sami tüccarlar hem deve kervanlarıyla Sümerliler’le ticari ilişki içindeydiler, hem de Arabistan çöllerinden topladıkları barbar göçmenlerle Sümer uygarlığını sürekli ama sürekli yağmalayıp talan ediyorlardı. Yağma, talan ve Mezopomya uygarlığını barbar göçmenlerle tehdit edip toplumların artı değerlerine üstü örtülü hırsızlıklarla sahip çıkarak kısa zamanda zenginleşiyorlardı. Elde ettikleri zenginlik sayesinde önce Mısır Firavunlarını egemenlikleri altına alarak Arabistan bölgesinin hegomonik gücü oldular. Önce Firavunların altın hazinelerine bakar oldular. Yağma, talan ve planlayıp korsan devlet organisazyonları eliyle yürüttükleri korkunç savaşlarla elde ettikleri dünya zenginliğiyle onlar daha sonra Babil ve Roma devlet-kralların, bugün ise başta ABD’nin merkez bankası olmak üzere bütün ulus-devletlerin merkez bankalarına hakimdirler. Bunların dünya üzerindeki süper gücünü hesaplamayan tarihçiler yanılgıdan kurtulamaz; yazdıkları resmi tarih hep eksik kalır.
Roma imparatorluğu MÖ. 350 yıllarında Mezopotamya bölgesine yayılıncanca askerleri Güneş Tanrı’sı Mitra ve Zerdüşt inancıyla birebir iyice tanıştılar. İnançlı oldular. Binlerce yıldır olduğu gibi MÖ. 6. ve 5. yüzyıllarda da bu yeni reformdan geçirilmiş üçüncü Zerdüşt inancı da, Mitra inancı gibi Yunanistan üzerinden Avrupa’ya yayılıyordu.
Zerdüşt inancında iyilik tanrısı Ahura Mazda ve kötülük tanrısı Ahriman (Bana göre bir bakıma erdemli, aydınlık Aryen kültürü ile çok gerici, karanlık Semitik kültürün çatışmasının bir toplumsal felsefe yansıması olarak da algılanabilir, üçüncü Zerdüşt inancı), güneş tanrısı Mitra’yı engel olarak görmez. Yukarda belirttiğimiz gibi bilakis Ahura Mazda ile Ahriman’ın savaşlarında, karşılıklı yaşam mücadelesinde güneş tanrısı Mitra’nın hakem rolü oynadığına inanılır. Zerdüşt ve Êzîdî inancıyla aynı güneş kültü paylaşır. Mitra, Zerdüşt gibi kötülüklerle sonuna kadar savaşdıktan ve kötülükleri yok edip karanlıkları aydınlattıktan sonra baba Tanrı Zervan ile birleşerek gökyüzüne çıkar. O zamana kadar Ahura Mazda ile Ahriman’ın arasında bir hakem ya da peygamber durumunda olan Mitra böylelikle tanrılaşıyor. (Hıristtiyanlık, Tanrı’nın oğlu olan İsa’nın gökyüzüne çıkış hikâyesinin kökeni işte bu Tanrı’nın oğlu olan Mitra’nın baba Tanrı Zervan ile birleşerek gökyüzüne çıkar hikâyesinden alıyor.) Mithra, zamanında en az iki-üç bin yıl boyunca dünya halkları üzerinde çok büyük bir etki bırakmış güçlü bir tanrıdır.
TARİHİN ÇARPIRILMASI
Sami tüccarlar Hristiyanlığı, binlerce yıldır erdemli Guti-Sümer-Mezopotamya kültürün, en son da üçüncü Zerdüşt ve Mitra inancın Yunanistan üzerinden Avrupa‘ya yayılmasının önünü kesmek amacıyla yavaş yavaş inşa edip, bir sürü tarihi yalanları, mitosları, masalları, hikâyeleri yüzyıllar boyu tekrarlaya tekrarlaya MS. 313 yıllarında Hristiyanlığı Roma imparatorluğun resmi dini haline getirince, Avrupalı Aryen halkları bu kez Güneş Tanrı’sının doğum gününü, kralların ve egemen sınıfların isteği üzerine MS. 400 yüzyıldan sonra İsa peygamberin doğum günü olarak kutlamaya başladılar. Bu 300-400 yıl içinde Arabistan çöl merkezci Hıristiyanlık, hümanist Aryen Mitra inancı ve kültürüne karşı büyük bir savaş verdi. Hıristiyanlık yüzyıllarca Mitra inancına karşı büyük bir savaş vermeden, onun örf ve adetlerini, „Qalo Gaxan“ gibi eski geleneklerini alıp işlemeden, savaşları çıkarıp Roma İmparatorluğunu parçalara ayırmadan, kralları altın gücüyle satın almadan başarı kazanma şansları hiç yoktu. Savaşları çıkarıp kargaşalığı artırmak, Kralları, imparatorlukları altın gücüyle satın almak demek; birkaç biliminsanı ve aydın kabullenmese de, egemenliği altındaki bütün halkı Hıristiyanlaştırmak demek oluyordu. Herhalde kendi eski Aryen Qalo Gaxan bayramlarını, Güneş Tanrı’sının doğum günü kutlamalarını bırakmayacaklarını gören Sami tüccarlar, o Mezopotamya kökenli Aryen kültürünü unutsunlar diye, Mitra Güneş Tanrısı’nın doğum günü yerine, 325 yıl boyunca İsa’nın doğum günü masalını anlata anlata Avrupa halklarına 4. Yüzyılda „Noel Baba Bayramı“nı diye kabul ettirdiler. Ve o gün bu gündür, yani Roma’nın resmi dini olduktan çok sonraları Avrupa halkları Sami tüccarlar tarafından bir sürü masallarla kandırıldıklarının farkında olmadan „Noel Baba Bayramı“ ya da Weihnachten olarak kutlarlar. Yani Arabistan çöl merkezci Hristiyanlığı kabul edince, Aryen kültürüne ait olan hümanist-doğa bayramlarını (Güneş Tansı’nın doğum gününü), İsa‘nın doğum günü simgesi altında kutlamaya devam ettiler. Bu durum, Sami tüccarları’n erdemli, hümanist ve doğayı seven Aryen kültürünü hem Avrupa’da, hem dünyada yok etme projelerinin ilk adımı, hem uygarlıkların beşiği sayılan Mezopotamya Aryen kültürün Yunanistan üzerinden Avrupa’ya yayılmasının önüne geçmek, hem de Avrupa Aryen halklarını üç bin yıl gerilere götürmek istemelerinden kaynaklanıyordu. Zaten bu yüzden Arabistan çöl merkezci Hıristiyanlığı Avrupa’ya yaymaya çalıştılar. Bu sayede Mitra ve Zerdüşt inançların toplumsal omurgası sayılan Aryen halkların güneş kültü ibadet ve ilişkilerini kesintiye uğratmak, inançsal, kimliksel ve kültürel aydınlamadan Aryen halklarını mahrum bırakmak, asimilasyon ve yabancılaştırmayla Arabistan çöl merkezci Hıristiyanlığa, savaş sever, kötü çöl tanrıların gerici kültürlerine yedeklemek ve onları üç bin yıl gerilere götürmek demek oluyurdu. Bunu nasıl yaptıklarını aşağıda kısaca anlatmaya çalışacağız.
Aslında „Noel Baba Bayramı“nın İsa’nınn doğum günüyle hiçbir ilgisi yoktur. Hıristiyanların 24 Aralık gecesini „Kutsal Gece“, 25 Aralık günü ise İsa’nın doğum gününü olarak kutlamalarının asıl gerçek nedeni Avrupa halkların kendi eski Aryen kültürlerinde ve özellikle Sami tüccarları’n Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu içinde yaymaya çalıştıkları dönemde Romalı krallar, komutanlar askerler ve halkların Güneş Tanrısı Mitra’nın doğum gününü o günlerde (25 Aralık günü) kutluyor olmalarıydı. Çünkü Mithra ve Zerdüşt inancı, Atina ve Roma üzerinden yayılıp Roma İmparatorluğu içinde çok etkili bir inanç haline gelmişti. Roma İmparatoru Commodus (MS.180-192) ve Lulinus bile gönüllü olarak Mitra inancını benimsemişti; Mitra kültü üyeleriydi. Önü alınmazsa Mitra ve Zerdüşt Aryen inançları, tanrıları, gelenek ve görenekleri bütün dünyaya yayılacaktı. Ve gene binlerce yıldır dünya kültür merkezi sayılan Mezopotamya tanrıları ve inançları karşısında, Sami tanrıları, dinleri, gerici kültür ve gelenekleri yenilgiye uğrayacaktı!..
**
MS.130 yıllarından sonra Mitra inancı ve kültürü Avrupa halkları arasında hızla yayılmaya başladı. MS.150-180 yıllarından sonra daha fazla Roma askerleri Mitra inancını gönülden benimsediler. İmparatorluğun Sol Invictus döneminde Mitra Güneş kültü gelişmeye devam etti. Mitra Güneş Tanrı’sı artık İmparatorluğun, kralların ve askerlerin koruyucusu sayılıyordu. MS. 25 Aralık 274’de Aurelian (MS.270-275), Mitra Güneş Kültü’nü geneneksel Roma kültürlerin yanında devlet inancı haline getirdi. Roma kralları, Mitra ve Zerdüşt inancındaki Mezopotamya kralları gibi başlarına güneşi simgeleyen taç takarlardı; Mitra Güneş Tanrı’sının yeryüzündeki temsilcileri ve bedenleşmiş hali olarak kabul ediliyorlardı.
Mitra Güneş Kültü’nün Roma devleti içinde gelişmesi Sami tüccarların hiç de hoşuna gitmiyordu. Çok eski geleneklere ve güneş kültü’ne bağlı koca İmparatorluğun yok olmadan işlerinin yolunda gitmeyeceklerini anlamışlardı. Onun için Roma İmparatorluğu’nu ekonomik olarak çöküşünü hızlandırmanın yanı sıra Hıristiyanlığı da yaymaya hız verdiler ve yavaş yavaş taraftar bulmaya başladılar.
Üçüncü yüzyıl krizine son veren güçlü Kral Valerius Diocietianus’un (245-312) ölümünden sonra devlet yönetimini ele geçirmek için fırsatı kullamaya çalışan uygarlık güçleri bilinçli bir şekilde iç çatışmalar çıkardılar. Mitra inanç kültü ve Hıristiyanlığın da birbirleriyle sert mücadeleye giriştiği, yön verdiği ve 25 yıl süren bir dizi dinsel iç savaşların sonunda, Sami tüccarların altın gücüyle destekledikleri Contantinu I, Kontantinopolis kentinde tek başına Doğu Roma İmparatoluğu kralı oldu. Ve Hıristiyanlığı kabul eden ilk Roma İmparatoru oldu.
Sami tüccarların kendisini desteklemeleri sayesinde Kontantinopolis kentinde iktidara gelen Contantinu I, Hıristiyan değildi; gelgelelim uygarlık güçlerin artan baskıları yüzünden MS. 313’de yayınladığı Milalo Fermanı ile Hıristiyanlığı serbest bırakarak, yayılmasını teşvik etmek zorunda kaldı. Bu tarihden sonra Mitra inancı hızla gerilerken, devlet tarafından teşvik edilen Hıristiyanlık hızla yayılmaya başladı.
Daha sonra İmparator Theodosius I, (MS.379-395) önce kendisi MS. 380 yılında Hıristiyanlığı kabul etti. Sonra Hıristiyanlığı Roma İmparatorluğu’n resmi dini olarak yönetimi altındaki halklara kabul ettirdi. Ve Roma’nın kuruluşundan beri başkent Roma’daki Vesta Tapınağı’nda rahibelerce yakılan kutsal Mitra ve Zerdüşt ateşini söndürttü.
Böylece binlerce yıldır Yunanistan üzerinden Avrupa’ya yayılan Mezopotomya’nın Güneş Kültü, Zerdüşt ve Mitra inançları Sami tüccarların altın gücüyle satın aldıkları son Roma kralları tarafından engellenmiş ve sona erdirilmiş oldu.
Gelgelelim Roma kralları yönetimleri altındaki halklara uygarlık güçlerin tarihsel projeleri çerçevesinde Hıristiyanlığı resmen kabul ettirmelerine rağmen, Mezopotamya’dan yayılan bu güneş kültü Hıristiyanlık içinde varlığını devam ettirdi.
Aslında bugün Ortadoğu ve Avrupa halkları 24, 25, 26 Aralık günlerinde kutladıkları Qalo Gaxan ya da Weihnachten İsrailli İsa’nın doğum günü değil, Aryen halkların çok eski inanç, kültür ve gelenekleri olan Güneş Tanrı’sının doğum gününü kutluyorlar.
**
Mitra ve Zerdüşt inancı Mezopotamya ve Anadolu’da olduğu gibi Avrupa’da da öylesine etkili bir öğreti olmuştur ki; Fransız yazarı Ernest Renan, „Eğer Hıristiyanlığın gelişmesi her hangi bir nedenle dursaydı, bütün dünya Mithra dinini benimseyecekti.“ diyordu.
Evet, eğer Sami tüccarları Mitra ve Zerdüşt inancın önünü kesmek için kendi çıkarları için Arabistan çöl merkezci Hıristiyanlığı planlı ve programlı bir şekilde geliştirmemiş olsalardı, Aryen halkların doğayı seven hümanist Mithra ve Zerdüşt inancı batı dünyasının inancı olmaya devam edecekti. Ve insanlık hiçbir zaman gezegenimizi yıkıma götüren kapitalist / emperyalist / neo-liberal sistemleri yaşamayacaktı.
Yani binlerce yıldır merkezi Mezopotamya uygarlık kültüründen beslenen Avrupa halkları Hıristiyanlıktan çok önceleri zaten yılın en uzun gecesi sayılan 21 Aralık’ı 22’ye bağlayan kutsal geceyi ve sonrasındaki üç günü Mitra Tanrısı’nın doğum günü bayramı olarak kutluyorlardı. Hıristiyanlığa geçince, bu kültürü Arabistan çöl merkezci dini ideoloji çerçevesinde değiştirip tahrip ederek, içini boşaltarak devam ettirdiler. Tahrip ettiler ki, eski kültürlerini unutsunlar, Arabistan çöl merkezci inançlara ve gerici kültüre bağımlı kalsınlar, geri sayım yapsınlar diye.
Mithra ve Zerdüşt inancıyla beşyüzyıl süren ölüm kalım savaşı veren Hıristiyanlık, onu yenebilmek için aynı zamanda ona birçok ödünler vermek zorunda kalmıştır. Örneğin Mithra Tanrısının doğum gününü aldılar, İsa’nın doğum günü yaptılar. Mithra inancı, Mitra’nın gökdeki baba Tanrı’nın yanından yeryüzüne indiği, 12 yandaşıyla son yemeğini paylaştığı, öldükten sonra dirildiği, iyi tanrı ile kötü tanrı arasındaki hakimlik görevini yerine getirip, dünyada iyilik ve adaleti sağladıktan sonra baba Tanrı Zervan’ın yanına döneceği temel düşünceleri olduğu gibi Hıristiyanlığa geçmiştir. Zerdüşt ve Mitra rahipleri uzun giysi giyerler, çoban değneği taşırlardı. Hıristiyan keşişler de bunu benimsediler. Zerdüşt ve Mitra inancı bayramlarında, güneş tanrısının yükselisini anmak için Miyaz ya da Mizd adı verilen üzeri Mitra Haçı kabarmalı, tereyağlı, güneş biçiminde yuvarlak bavko, börek, çörek yerlerdi. İlk günahı silme ve Mitra inancı gereği yapılan ritüel işlem olan vaftiz’i, Mithra’nın yeryüzündeki son yemeği (Qalo Gaxan ya da Almancası Weihnachten bayramında ailelerin bir arada yemek yemesi), yumurta bayramı, Mithra’nın vücudu olan kutsal ekmek ve Mithra’nın kanı olan şarapla kutsama gibi Hıristiyan dinin bir çok ritüelleri ve bayramları Mithra inancından alınmıştır.
Aryen halkların baş Tanrıları ve oğulları
Aryen halkların baş Tanrıları ve oğulları anlayışı aynen Hıristiyanlığa geçmiştir.
Sümer Mitelojisinde Tanrıların babas An; Enlil, Enki, İnnanna babasıdır.
Yerli kabiler olan Guti, Subaru, Lulubi, Lor, Hurri ve Kassitler’de Tanrıların babası Zervan; iyi tanrı Ahura Mazda, kötü tanrı Ahriman ve Güneş Tanrısı Mitra’nın babasıdır. İyi tanrı Ahura Mazda ile kötü tanrı Ahriman’ın karışımları sonucu her canlı yaratıkta iyi ve kötü iç içe var olduğuna inanılır. Mitra, Ahura Mazda ile Ahriman arasında hakimlik yapan bir tanrıdır.
Tarihçi Etem Xemgin zaman tanrısı Zervan hakkında şöyle yazar:
„Zervan’ın yaratan, kader belirleyen en yüksek tanrı sıfatı ile görüldüğü bu dini inancın tek tanrılı bir dini inanç olduğu ortaya çıkmaktadır. Ahura Marda ve Ahriman ise onun çocukları olup ikisi arasındaki mücadelelerde ise hakem olarak Mitra bulunmaktadır. Zervan’ın eşi ve Ahura Mazda ile Ahriman’ın anneleri olarak yazılı kaynaklarda Anahita ismi geçmektedir. Bazı kaynaklara göre ise Anahita’nın herkesi besleyen toprak veya ülke olarak geçtiği görülür. Böylece Anahita tanrısı toprak ana olarak yorumlanmaktadır.“ (Etem Xemgin, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt Öğretisi, Berfin Yayınları, İstanbul s.40)
Kaynağını Mezopotamya’dan alan eski Yunanların Ana Tanrıça Rhea’dan doğan Baş Tanrı Zeus Gök Tanrısı, Kardeşi Poseidon denizler Tanrısı, Hades yeraltı Tanrısı, Apollon ise Güneş Tanrısıydı.
Hıristiyanlarda İsa Tanrı’nın oğludur.
İsa’nın doğu günü 353-354 yıllarından sonra Romalı Aziz Liberius tarafından Hıristiyanlara kabul ettirildi
Hense Leonard, „Helen-Lâtin Eski-Çağ Bilgisi” kitabında şöyle yazıyor:
“Roma devleti içinde en çok yayılan din, dünya dini olarak başta kalmak için yüzyıllar boyunca Hıristiyanlıkla çarpışan Mithra dinidir.”
Daha doğrusu, “Roma devleti içinde en çok yayılmak istenen ve dünya dini olabilmek için yüzyıllar boyunca Mithra ve Zerdüşt inancıyla çarpışıp savaşan Arabistan çöl merkezci Hıristiyanlık dini olmuştur. Daha sonra da Doğu’da onun imdadına İslam yetişmiştir. Böylece Arabistan çöl merkezci semavi dinleri Doğu’da ve Batı’da insanlığı üç-dört bin yıl gerilere götürmüş, karanlık tarihi bir tünele sokmuş, toplumları birbirine kırdıran büyük dünya savaşların koşullarını yaratmış, önünü açmıştır.” denilebilir.
Mithra ve Zerdüşt inançları aşağıdan yukarıya doğru toplum içinde doğal bir gelişim göstererek, birbirini izleyen reformlar yoluyla gelişirken; yani toplumun binlerce yıllık tecrübeleri, bilgi ve birikimleriyle oluşurken; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam ise, uygarlık güçleri tarafından yukardan aşağıya doğru sistemli, planlı, programlı ve tarihsel bir projeler dahilinde geliştirilmiştir.
Hıristiyanlık dininde, İsa’nın MS. 29 ile 33 yılları arasında öldüğü kabul edilir. Kesin tarih yok. Çünkü o tarihlerde öyle bir olay gerçekleşmiş değil. Ölüm tarihi gibi doğum tarihi de yüzyıllarca Hıristiyanlar arasında tartışma konusu oldu. Doğumunu da kimse bilmiyordu. Sümerler’den beri dünyanın kültür merkezi sayılan Mezopotamya’dan dünyaya dağılan Güneş kültü ve inançlarında Mitra, Attis ve Dionysos’un doğumlarının 25 Aralık’ta olması, üçünün de tanrının oğlu olduğu, üçünün de öldükten sonra bir süre sonra dirilmeleri, ilgi çekici olmalı ki, İsa’nın da doğum gününü o güne getirdiler. Ya da kültür hırsızları olan Sami tüccarları çok cahil, çok kültürsüz yobaz olduklarından herhangi bir düşünce ve fikirleri olmadıkları için kendilerinden önceki Aryen halkların kültür ve inançlarından almak zorunda kaldılar demek daha doğru olur.
Ve gelin görün ki, Mitra’nın doğum gününü, İsa’nın doğum günü olarak ancak MS. 353-354 yıllarından sonra ilk defa dini bir törenle Romalı Aziz (Papa) Liberius tarafından kutlanarak Hıristiyanlara kabul ettirildi
Mitra Tanrı’sının doğum gününü, İsrailli İsa’nın doğum günü yapmaları hiç kuşkusuz Avrupalı halkların gelecekleri üzerinde tam egemenlik kurmak isteyen, kültür ve inançlarını geriletmek isteyen Sami tüccarları’n tarihin en büyük çarpıtmasından başka bir şey değildi. Çünkü maddi uygarlığın yanı sıra, Filistin’de MS. 33 yıllarında, Ferisi Pavlus önderliğinde bir heyeti sırasıyla önce Atina’ya, sonra Roma’ya gönderip, İsa’nın çarmıha gerilip öldükten sonra tekrar dirildiği yalan hikâyelerini anlatıp (ki o dönemde Filistin’de ve İsrail’de yaşanmamış bu hikâyeye hiç kimse inanmıyordu. Uzak diyarlarda halkı bu massallara inandırmaya çalıştılar.), Museviliğin başka bir misyon ve vizyonu olan Hristiyanlığı Avrupa’ya yaymak isteyen Sami tüccarları, maddi kültürün yanı sıra manevi kültürün yeni bir din (tanrılar panteonu) ve cennet tasvirleriyle donatılarak kurulacak uygarlık sistemlerinde çalışacak kölelere inşa etmek istiyorlardı. İşte o zaman bütün köleler Arabistan çöl kültürüyle besleneceklerdi. Arabistan çöl tanrılarına inanacaklardı. Dünya din merkezlerini gerici Arabistan çöl kültürü ve tek tanrılı semavi dinlerine bağlamak, Kudüs, Mekke ve Medine’yi dünya insanların ibadet kıbleleri haline getirmek, ezilip sömürülecek olan toplumlar, işgal edilecek ülkeler için bu masalların, mitos ve hikâyelerin din kılıfı altında propaganda edilip kutsal kitaplarda anlatılması şarttı. Ne edip edip hümanist iyilik sever Aryen tanrıları, inançları ve geleneklerine karşı, Samilerin kıskanç ve kötü tanrılarının üstünlük sağlaması şarttı. İdeolojik kölelik ve Batı’da inşa ettikleri kapitalist sistem üzerinden bugün kurmuş oldukları para İmparatorluklarının kurulması için peş peşe bu Arabistan çöl merkezci tek tanrılı dini ideolojilerin toplumlara aşılanması, kotlanması şarttı. Bunlar olmasaydı bugünkü dünya para İmparatorluklarını kurmaları mümkün olmayacaktı.
Sami tüccarları, bütün bu din ideolojileriyle insanların genleriyle oynayıp, toplumun mühendisliğiyle uğraşmayı Sümerliler’den öğrenmişlerdi.
Kaldı ki, gerçek tarihçiler ve araştırmacılar İsa’nın doğumunu; Medlerin Asur devletini yıkıp bütün Mezopotamya halklarına özgürlük getirdikleri gibi, 70 yıldan beri Babil ve çevresinde yaşayıp Mezopotamya kültürünü artık azbiraz öğrenmiş olan İsrailoğulları’nı da özgürlüğüne kavuşturdukları ve Yahudilerin Babil sürgününden sonra Filistin’e dönerek yeniden bir İsrail devleti kurdukları ve Süleyman tapınağını yeniden insa ettikleri dönem olan 5. ile 4. yüzyıllar arası bir zamanda yaşadığını varsayıyorlar. Babil ve çevresinde Kürtlerle iç içe yaşayan İsrailoğulları Kürtlerden Zerdüşt kültürü ve inancından çok etkilendiler. Mithra inancı hakkında bilgiler topladılar. Daha önceki tarihlerinde olmayan sırat köprüsü, cennet-cehennem, Adem’in cennetten kovulduğu, Ziusudra tufanı (isim değiştirilerek Nuh tufanı yapıldı), Brahim efsanesi (Abrahim efsanesi) ve bir çok Sümer mitosu, destan ve masallarını Kürtlerden öğrendiler. Bütün bunlar daha sonra yazılan tarihlerine ve Tevrat’a geçti. Asur devletinin bugünkü Kürtlerin ataları olan Medler tarafından yıkılması üzerine ülkelerine dönen İsrailoğulları; tıpkı Zerdüşt karakterindeki gibi yoksul Musevilere öncelikle seslenen İsa’nın öncülük ettiği İsrailiye ve Sami tüccarları’n tarihsel projeleri çerçevesinde çalışan haham ve siyon elit Yahudiye diye bilinen iki mezhep arasında çekişmeler ve kavgalar başladı. Zerdüşt gibi ezilen, sömürülen ve sistem dışına itilen yoksullardan yana tavır alarak onlara erdemli, adaletli, hakikat yolunu göstermeye çalışan İsa’ya başhaham ve siyon elit kesim sözlü ve fiziksel saldırılarda bulundular. Ateşli Zerdüşt tapınaklarındaki rahipler gibi komünal sosyal bir cemaat oluşturmaya çalışıyordu ki, bu uygarlık güçlerin tarihsel projelerine ters düşüyordu. İsrailoğulları da Akad ve Asurlar gibi Mezopotamya'nın erdemli Aryen kültür, inanç ve Tanrı'larına asimile edilmeyi beraberinde getiriyordu ki, bunu kesinlikle istemiyorlardı. Bu düşünceleri Kenan'da yaymaya çalışan her kimse hemen ortadan kaldırılması gerekiyordu. Sami tüccarlar, işte o dönemde Medler’in ülkesinden yeni dönen, yoksul israiloğulları‘na Zerdüst öğretilerini haykıran, onun öğrencisi gibi komünal sosyal bir cemaat oluşturmaya çalışan ve İsrailiye mezhebi önderi olan gerçek İsa’yı (MÖ. 430-400 yıları arasında) başhaham ve Yahudiye yöneticileri tarafından „kendisini peygamber zannediyor“ diye suçlu gösterdiler. Jerusalem’de çıkarılan mahkemede, Yahudi yargıçları da ölüm cezasına çarptırıp çarmıha gerip öldürdüler. O dönemde, onun çarmıha gerilerek öldürülüp mezara gömüldükten birkaç gün sonra mezarından dirildiği söylenti ve haberleri de duyulmadı. İsa’yı Romalılar değil, Roma imparatorluğu henüz İsraillilerin ülkesini işgal etmeden çok önceleri Sami tüccarlara hizmet eden Yahudi hahamları, siyon ve yargıçları tarafından ölüm cezası verilerek Beytüllahim’de çarmıha gerildi. Ve meseleyi kendi çıkarları için büyütmeden kapattılar.
Tarihçiler boşuna, „İsa’nın annesi Meryem, Zerdüst’ün yüzdüğü gölde döllenmiştir.“ dememişler. Bu derin düsüncenin mutlaka bir sebebi vardır ve buradaki fotograf tarih puzzlasına uygundur. İsrailoğulları’n Babil sürgünü ve onların Medler’le olan ilişkileri incelenip araştırılmadan İsa’nın gerçek hikâyesine ulaşmak mümkün değil. Peki neden 400 yıl sonra Sami tüccarlar bir zamanlar yollarına taş koyduğu ve tarihsel planlarını altüst ettiği için çarmıha gerilip öldürülmüş bu İsa’nın hikâyesi yeni olmuş gibi dünya halklarına ısrarla yalan anlatılıp bir öğreti haline getiriliyordu? Hiç kuşkusuz çıkarlarına denk geldiği için yeniden gündeme getirerek politik malzeme olarak kullanmaya başladılar. İsa'nın adını kullanırken, onun Mitra ve Zerdüşt inancından esinlenen öğretilerin içini boşaltıp yozlaştırarak, Arabistan merkezci yeni bir din oluşturmaya çalışıyorlardı.
Richard Shenkman, Tarihin Büyük Yalanları kitabında şunları yazıyor:
„İsa’nın kendisi ne zaman doğduğunu hiç söylemedi ve zaten kimse de sormadı ona. Doğum gününü öğrenmek istedikleri zaman -ölümünden yaklaşık otuz yıl sonra MS. 75’de, İnciller yazılmaya başladığında- kesin olarak bilme şansı kaçmıştı artık. O yüzden insanlar tahminde bulundular.
Eğer ilgileniyorsanız, bu konudaki akademik görüş İncil yazarlarının yanlış tahminde bulunduğu şeklindedir. Araştırmacılar İsa’nın doğumunu MÖ. 6. ile 4. yüzyıl arası bir zamanda varsayıyorlar.
İsa’nın doğum günü 25 Aralık olarak katlanır ama bunun nedeni o tarihte doğduğuna ilişkin bir kanıt olması değil, asıl neden Romalı putperestlerin Persli güneş tanrısı Mitra’nın doğum gününü o günlerde kutlamalarıydı (yazar; Perslerin, Medlerin Asurlarla savaş halinde olduğu MÖ. 550’lerde Kasittlerin ülkesine geldiğini, Kasittlerin Rusya’nın Khoaresmiş steplerinden gelen bu göçmenleri yerleşmeleri için toprak verdiğini, dilenci oldukları için Kürtlerin onlara Kürtçe „Pârsek“ dediklerini, Pers isminin Kasittler ve Medler tarafından onlara verildiğini, daha sonra iktidarı Medler’in elinden çaldığını bilmiyor. Daha doğrusu Perslerin Türkler gibi iktidar ve kültür hırsızı olduğunu, Güneş Tanrı’sı Mitra kültürün Perslere ait olmadığını, Kassitler’in Güneş tanrısı olduğunu bilmiyor. A.R.) İsa’nın yaşamı konusunda epeyi tartışma söz konusudur ama bu konu hakkında hemen herkes hemfikirdir.
arasında yayılması ve büyük bir çıkmaza giren Museviliğin Batı’da yayılmasının önünü açmak ve binlerce yıldır Yunanistan üzerinden Avrupa’ya yayılan Mezopotamya’nın Aryen kültür ve inançların önünü kesmek amacıyla İsa’nın sembol olarak seçilip sanki yüzyıllar önce Sami tüccarlar tarafindan değil de, o gün Roma İmparatorluğu tarafından yeni öldürülmüş gibi ideolojik manipülasyon yapılarak, gerçekler teryüz edilerek bir dinin önderi olarak seçilmesi yaşayan bir beynin sistemli plan, proje ve programları gereğiydi. Bu kültür hırsızları öbür hikâyeler gibi bu hikâyeyi de Sümerliler’den almışlardı. Onlar sadece dünya insanlarını kandırıp dolandırmak için kahramanın ismini değiştirmişlerdi.
Sami tüccarlar, Museviliği sadece 12 kabileli İsrailoğulları için planlayıp inşa etmişlerdi. Doğuşdan İsrailli olmayan Musevi olamıyordu. Bu yüzden o dönemde Musevilik hem Mezopotamya kapısında hem de Avrupa kapısında sıkışıp kalmıştı. İlerleyemiyordu. İlerlemesi için gene Kral Davud gibi Beytüllahim’de doğan bir İsrailli önderliğinde ama bu kez biraz daha farklı ve bütün insanlara, hatta bütün dünyaya hitap eden Arabistan çöl merkezci tek tanrılı bir din inşa etmeyi planladılar. Kâhinleri, habercileri ortalığa saldılar. Kâhinleri yıllardır insanlığa bir peygamberin gelmekte olduğu kehanetinde bulundukları ve İsa’nın çarmıha gerilerek öldürülüp mezara gömüldükten birkaç gün sonra mezarından dirildiği söylentilerin yayıldığı bir dönemde onlar planları için, Hıristiyanlığı bir dünya dini haline getirmesi için propagandaist Ferisi Pavlus’u görevlendirdiler. Daha sonra ona Avrupa’da misyonerlik görevini verdiler.
İnanna’nın kendi yerine ölüler diyarına gönderdiği Tanrı Dumuzi’un ölüler diyarına inişi, onun gibi ölümü, çarmıha gerilen cesedi ve tekrar dililişi sayılan ilkbaharın başlangıcı bir dönemde; Sümerlilerin o İnanna’nın ölüler diyarına inişi mitosu isimler değiştirilerek, üç bin yıl sonra yeniden dünya halklarına sahneleniyordu. Sami tüccarlar tarafından çalınan Sümerlilerin en eski ve en önemli diriliş ve yumurta bayramı, şimdi gelecekte Hıristiyanların en eski, en önemli diriliş ve yumurta bayramı olacaktı. Tanrı’nın oğlu Tanrı Dumuzi’un 21 Mart’ta dirilişi yerine, şimdi aynı günlerde tanrının oğlu İsa geçiyordu. İsan’nın çarmıha gerildikten sonra 3. günde dirilişi kutlanılacaktı.
Güya baharın başlancığında (Paskalya günlerinde), „İsa MS. 30-33’de Beytüllahim’de çarmıha gerilerek öldürülüp mezara gömüldükten birkaç gün sonra mezarından dirildiği söylenti ve haberleri duyulmaya başlandı.“ Bu söylenti ve haberleri kâhinleri ve habercileri aracılığıyla yayanlar dünyayı yöneten gizli uygarlık güçleriydi. Plan gereği zamanlaması da çok iyi seçilmişti. Çok soğuk ve karanlık kış günlerinden sonra doğanın uyandığı, her şeyin tohuma durduğu, yumurtlandı baharın başlangıcı sayılan bir dönem. Böylece Tanrı Dumuzi gibi sıradan biri olmadığı, Tanrı değilse de, en azında Tanrı’nın oğlu olduğu kanıtlanmış oluyordu, inanan havarilerine göre.
Zerdüşt öğretisinin etkilerinin de görüldüğü Mithra, Işık-Tanrısı olarak kötülüklerle sonuna kadar savaştıktan ve kötülükleri yok edip karanlıkları aydınlattıktan sonra Güneş Tanrı ile birleşip göğe çıkmaktadır. Bu iki mitos birleştirilerek Hıristiyanlıkta birlikte kullanılmıştır.
Ferisi Pavlus baştan beri bu planın içindeydi; İsa’nın üçüncü gün mezarından dirildiği söylenti ve haberlerin yayıldığı günlerde, “İsa dirilmediyse bizim sözlerimiz boş, inancımız anlamsızdır.” diyordu. Yani, insanları -Tanrı Dumuzu gibi- çarmıha gerilip ölüler diyarına gönderilen “İsa’nın tekrar dirildiğine inandıramazsak Hıristiyanlığı geliştiremeyiz, yayamayız.” diyordu. Başta kimse bu yalanlara inanmasa da, bu yalanlar onlarca, yüzlerce yıl anlatıla anlatıla bütün insanlığa inandırılmalıydı.
İsa’yı öldürüp tekrar dirilttikleri söylenti ve haberlerin yayılmasından birkaç yıl sonra Arabistan çöl merkezci yeni bir tek tanrılı dünya dinini yaymak için misyoner Ferisi Pavlus bir heyetle birlikte Yunan-Roma dünyasına gönderildi.
Yüzyıllardır Ahura Mazda ve Mitra inanç öğretilerinin Yunanistan üzerinden Avrupa’ya yayıldığı şehir olan Atina’ya gelen heyet, gelir gelmez önce yakın zamanda şehirde inşa edilen Yahudi Sinagogu’nu ziyaret ederler. Sami tüccarları’n gönderdiği heyetin Yahudi Sinagogu ziyaret etmesi ve binlerce yıldır Mezopotamya kültür, inanç ve felsefesinin Avrupa’ya yayılmadan önce Yunan filozoflar tarafından tartışılıp konuşulduğu Atina meydanlarında, Areopagos Tepesi’nde Hıristiyanlığı ilk başlatmaları tesadüf değildi. Mezopotamya’nın Aryen kültürü, Zerdüşt ve Mitra inancın Atina üzerinden Avrupa yayılmasını önlemek ve Arabistan çöl merkezci tek tanrılı ideolojik dinleri Anadolu ve Avrupa’ya yaymaktı. Çok açık görünüyor ki, uygarlık güçlerin yaymak istedikleri bu yeni din kuramın kültürel devrimin hedeflerinden biri, eski Zerdüst ve Mitra inancın geleneklerini ve izlerinin yok edilmesidir; bu mümkün değilse, hümanist Aryen kültür motiflerin yerine gerici Sami kültür motiflerin geçirilmesi ve çeşitli görüş açılarıyla derlemeciler ve düzeltmenler tarafından değiştirilerek düzeltilmesi ve yeniden düzenlenmesi, dönüştürülmesi ve Hıristiyanlaştırılması işiyle tamamlamaktı. Kendi uzun vadeli ekonomik ve siyasal çıkarları doğrultusunda yavaş yavaş yeni bir dünya sistemi oluşturuyorlardı. Yüzyıllar sonra tam bir sömürü çarkı olan feodal ve kapitalist sistemde köleleri daha fazla çalıştırmanın ve insanlığı daha fazla Arabistan çöl merkezci tek tanrılı dinlere, kıblelerini ve zenginliklerini o bölgeye çekmek, gerici çöl kültüre bağlamanın temeli için bu Hıristiyanlaştırılma programları çerçevesinde çalışıp başarılı olmak şarttı. Gerçekler manipüle edilerek insanlar kandırılıp aldatılarak, uygarlık güçleri daha önceden ideolojik araçlarla bir kez sömürü sistemlerini kurdular mı, artık o “modern” dedikleri sistemlerini yıkmak –ansızın bir devrim ya da bir terslik olmasa- imkansız hale geliyordu; ve ta ki o sistemleri kaderleriyle eskiyip yıkılana dek gidiyordu bu iş. 500 ya da 1.000 yıl. Hepsi yaşayan bir beyin tarafından tek tanrılı dinlerle programlanmış ve kotlanmıştı.
Avrupa’ya gönderilen Kudüs heyeti (bugün uygarlık güçlerin aynı benzer heyetleri bütün ulus-devletlere danışmanlık yapıyorlar.) Atina’da Sinagogun hahamı, Epikurosçu ve Stoacı filozoflarla temaslarda bulunup konuşurlar. Heyetin başındaki Pavlus filozofların tartıştığı Areopagus Tepesi’de halka bir konuşma yapmak istediğini söyler. Onlar da onu alıp Areopagus Tepesi’de götürürler, “Çarmıha gerilip mezara konulan İsa’nın mezarından dirildiği hikâyesi çok ilginç. Yeni öğreti diyorsunuz. Bu nasıl yeni bir öğreti? Dahasını da bilmek isteriz.” dediler.
Sami tüccarlar tarafından çok iyi yetiştirilmiş propagandaist Ferisi Pavlus, Arabistan çöl merkezci tek tanrılı yeni dinin öğretilerini Atina’lılar şöyle anlatıyor:
“Ey Atina erleri! Görüyorum ki her bakımdan epey dindarsınız. Çünkü kutsal yerlerinizi gezerken şu kitabenin yazılı olduğu bir mihrap gördüm: ‘Meçhul Tanrı’ya!’ Tanımadan taptığınız bu Tanrı’yı işte şimdi size ilan ediyorum. Dünyayı ve dünyadaki her şeyi yaratan Tanrı, yeryüznün ve gökyüzünün Rabbi olduğundan, insan elleriyle yaratmış tapınaklarda yaşayamaz. İnsan eliyle yaratılmış hiçbir şeye ihtiyacı da yoktur. Her şeye can ve nefes veren O’dur. Tüm milletleri bütün dünyaya dağıtarak vareden, onlara belli zamanlar ve yerler tanıyan, onları bir kandan vareden O’dur. Bunu Tanrı’yı arasınlar, mümkün ise O’nu el yordamıyla bulabilsinler diye yapmıştır. Aslında hiçbirimizden uzak değildir Rabb. O’nda yaşar, hareket eder, O’nda varoluruz. Çünkü şairlerimizden birinin dediği gibi, ‘Biz de O’nun soyundanız. Tanrı’nın soyundan olduğumuz için Tanrı’yı insan sanatı ya da düşüncesiyle oyulmuş altına veya gümüşe yahut taşa benzer sanmamalıyız. Tanrı bu cehalet zamanlarına sabır göstermiştir. Ama artık nerede olursa olsun tüm insanların tövbe etmelerini öğüt veriyor. Çünkü dünyayı adaletle yargılayacağı günü ve bu iş için uygun olanı seçti. O’nu ölümden dirilterek bütün insanlara teminat verdi.”
Pavlus, Areopagus Tepesi’inde, “İsa’nın çarmıha gerilip öldürüldükten sonra tekrar dirildiğini“ anlatınca, o dönemde „öldürüldükten sonra dirildiği“ hikâyelerini sık sık duyan Yunan halkın büyük bir çoğunluğu onunla alay etti. İnanmak istemedi. Bazıları da nazikçe, “Bu hikâye hakkında seni yine dinlemek isteriz.” deyip geçip gittiler. Ancak Damaris adında şizofren bir kadın ve birkaç kişi Pavlus’un anlattıklarından etkilenmişlerdi. Ve inanmaya başladılar. Başlangıç için bu iyi işaretti.
Pavlus, aynı toplantı ve konuşmayı Roma’da yaptı. Orda da durum aynıydı. Halkın büyük bir çoğunluğu onunla alay etti. İnanmak istemedi. Fakat onlar bıkmadan usanmadan aynı yalanları, aynı hikâyeleri onlarca, yüzyıllarca yıl anlata anlata Hıristiyanlığı Avrupa’ya yaydılar. İnsanların % 95’si okuma yazma bilmiyordu. Böyle cahil bir ortamda Arabistan çöl merkezci tek tanrılı dinleri yaymak onlara kolaylık sağlıyordu. İkincisi, Sami tüccarları altınla satın aldıkları krallar aracılığıyla bu dinleri yayıyorlardı. Çoban sürü misali; bir kral Hıristiyan oldu mu, yönetimindeki bütün halk Hıristiyan oluyordu.
En iyi örneklerinden biri Ermenilerdir. MS. 280 yılında Ermeni kralı Gregor Hıristiyan olur. Kral Hıristiyan olur olmaz Anadolu’daki bütün Ermeni halkı Hıristiyan olur. Çok iyi geçindikleri tarih komşuları Kürtler de MS. 650’lerden sonra Sami tüccarlara hizmet eden cihatçı Arap orduları tarafından katliam ve soykırımlarla zorla İslamlaştırıldılar. Böylece dağlarda hayvancılık ve tarımcılık yaparak geçimlerini sağlayan kadım Kürtler ve vadilerde ise tarım ve sanatçılık yaparak geçimlerini sağlayan tarihi dost Ermeniler iki farklı Arabistan çöl merkezci din ideolojileriyle beyinleri yıkanarak birbirine düşman edildiler.
Oysa bugünkü Kürtlerin ataları olan Hurriler ve bugünkü Ermenilerin ataları olan Hititler en son MÖ. 1306’da Qadeş Antlaşmasıyla ittifak kurarak aynı cephede yüzyıllarca Mısır (Sami tüccarları’n) ordularına karşı birlikte savaştılar. Hititler’le birlik kuran Hurriler’di. İkisi de Aryen halkındandı. Hititlerin güney müttefikleri olan savaşçı Hurriler, karşı karşıya geldikleri Mısır ordularını her seferinde yeniyorlardı. Bu da o dönemde bu halkın tanrılarının güçlü olduğu imajını dünyaya yayıyordu. Dolayısıyla Hititler de Hurrilerin tanrılarına inanıyorlardı. Tanrıları ve kültürleri aynıydı. Ne zaman ki, sömürgecilerin Arabistan çöl merkezci dinlerine ve kültürlerine sahip oldular, işte o zaman kendi atalarının eski hümanist Aryen kültüründen uzaklaştılar. Kendi tanrılarını bıraktılar, Arabistan çöl merkezci tanrılara inanmaya başladılar ve kendileri olmaktan çıktılar. Kendi ülkelerinde Sami tüccarlar’a kul köle oldular.
Fakat kinci ve nefretleri çok büyük Sami tüccarları, Hurri ve Hititlere olan düşmanlık kin ve nefretlerini yüzyıllar sonra onların torunlarının torunlarından aldı. İnşa ettileri Arabistan çöl merkezci tek tanrılı dinlerle onların beyinlerini yıkayıp genleriyle oynayınca, ülkelerini işgal etmek kolay oldu. Ülkelerini işgal etmekle yetinmediler, o bölgelerde yaşayan halkları birbirine düşürerek, düşman ederek, sonradan o bölgeye gelen göçmen Pers, Arap ve devşirme Türkler eliyle katliam ve soykırımlarla yok etmeye çalıştılar. Tıpkı genleriyle oynadıkları İsrailoğulları’nı Filistin’in yerli halklarına düşman ederek; göçmen İsrailoğulları eliyle yerli hakları katliam ve soykırımlardan geçirdikleri gibi. Arabistan çöl merkezci tek tanrılı semavi dinleri olmadan bunları başarmak mümkün değildi.
Ermenilere, bir İslam devleti olan Osmanlı İmparatorluğu eliyle; 1894-97, 1914-19 ve 1922’de çok büyük soykırımlar yapıldı. Bu soykırımlardan artakalanlar, Sami tüccarları’n, “Anadolu’ya yapay Türklüğü yerleştirme projeleri” ya da Osmanlı’nın mirasını devredeceği Türkiye’yi kurma projeleri çerçevesinde sürgün edilerek yok ettiler. Aynı katliam ve soykırımların son ikiyüz yıldan beri onların tarih komşuları olan Kürtlere yapılıyor. Fakat her iki komşu Aryen halkı da, bu katliam ve soykırımları başlarına getirenlerin onları Hıristiyanlaştıran ve İslamlaştıran Sami tüccarı olduğunu hiç bir zaman anlamadılar. Çünkü çok uzun vadeli tarihsel plan ve programlardı.
Hıristiyanlık Avrupa’da Engizisyon rejimlerini yarattı. Yüzyıllar boyu imparatorlukların Engizisyon rejimleri oldu. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar cadı ya da şeytan ilan edilerek yakıldılar. Bruno gibi birçok biliminsanı bilimsel açıklamalarından dolayı yakılarak cezalandırıldı.
İslamlık ise Doğu’da Engizisyon rejimlerini yarattı. Yüzyıllar boyu devletlerin ve imparatorlukların Engizisyon ve faşist rejimleri oldu. Toplumun yarısını oluşturan kadınlar, cezaevini andıran kara çarşaflara büründürdüler, gözlerine cezaevlerinin demir parmaklıklarını taktılar, namuslu değil diye taşlanarak öldürüldüler, cadı ya da şeytan ilan edilerek yakıldılar.
Kont de Volney (1757-1820) „Yıkıntılar: Kültürler neden geriliyor?“ adlı ünlü eserinde, Sami din kültür ile Aryen inanç kültür çatışmalarını din adamların tartışmalarıyla anlatırken, Zerdüşt inancındaki kişiye şunları söyletiyor:
„Ey (Sami tüccarları’n seçkin vekalet savaşçıları) Yahudilerle onların çocukları Hıristiyanlar, Musa’nın sandığınız Kitap, Musa’dan altı yüzyıl sonra (MÖ.500-150) yazılmaya başlanmıştır. Bunu yirmi gerçek belgeye dayanarak kanıtlayabiliriz. O kitapta Musa’ya yakıştırılan düşüncelerin hiçbirini Musa bilmezdi. O kitabı kaleme alanlar, ki bu kaleme alınışın bir büyük papazla bir kralın anlaşması sonunda yapıldığını su götürmez bir gerçektir; ruhun ölümsüzlüğünü, ölümden sonraki yaşayışı, cennet ve cehennemi, (Ziusudra tufanı, Brahim efsanesi, sırat köprüsünü), insanların çektiği acıların en büyük nedeni olan kötülüğe karşı başkaldırmasını bizim filozofumuz Zerdüşt’ten öğrenmişlerdir. Hem de bu düşünceler, mitoslar, hikâyer ilk krallarımız ve filozoflarımızın yaşadığı yüzyıllardan sonra sizin yazılarınızda görünmeye başlandı. Zerdüşt, o yazılardan yüzyıllar önce bütün bunları söylemişti. Babil ve Ninuva kralları tarafından yenilip esir alınan atalarınızın, Med kralımız Serhas tarafından kurtarıldığını ne çabuk unuttunuz?! Atalarınız o zaman bizi örnek edinmişler, bizden ders almışlardı. (Çok şey öğrenmişlerdi bizden.) Kudüs’e yeni düşüncelerle döndüler. Siz, gücünüzü yeniden yüceltecek hayali bir kral bekliyordunuz. (Oysa biz, size Zerdüşt düşünceleriyle donattığımız gerçek bir İsa verdik. Ona da sahip çıkmadınız; başhahamınız ve kralınız çarhıma gerip öldürdü.) Bizse onarıcı ve kurtarıcı bir evrensel iyilik tanrısının geleceğini müjdeliyorduk. İşte Hıristiyanlığı bu iki düşüncenin birleşmesinden yarattınız. Zerdüşt’ün yolunu şaşırmış çocuklarından başka hiçbir şey değilsiniz siz.“
Birinci Dünya Savaşı sonrası Musul’a giden Milletler Cemiyeti’nden bir heyet Şengal Dağı’ndaki Êzîdî Kürtlere, „Türk ve Araplarla birlikte yaşamalarını“ tavsiye edince, onlardan şöyle bir tepki gelir:
„Biz kesinlikle Türk, Arap ve başka yabancı bir egemenlik istemiyoruz. Biz kendi ülkemizde tarihi haklarımızı ve bağımsızlığımızı istiyoruz. Halkların kendi kaderini tayin etme hakkı, öbür halklar gibi Kürtlerin de hakkı.“
300’ler Komitesi’nin gönderdiği bu heyetin içindeki İngiliz üyeler şöyle bir soru sorarlar:
„Yahudi, Hıristiyan ve Muhammed’in dinleri arasında fark yoktur. Hepsine de birer kitap inmiştir. Başkalarıyla yaşamak neden bu kadar zorunuza gidiyor?“
Êzîdî Kürtlerin yanıtı şöyle olur:
„ O üç peygamber de kitaplarını, Mıhabad peygamber, Hazreti Zerdüşt’in Zend Avesta’sı ve Mıshefa Reş kitaplarından alıp çarptıtarak ’Kutsal Kitap’ diye sunmuşlardır. Yahudilerin Sami halkların ataları olarak sundukları Nuh peygamber, bizim Guti atalarımızın kralı Ziusudra’dır. Tufanı yaşayan ilk peygamberimizdir. Abrahim peygamber olarak sundukları ikinci ataları ise, atalarımız Hurrilerin Goş aşiretinden olan Brahim’dir. Bizim ikinci peygamberimizdir. Ve Brahim Nemrud’un amcasının oğludur. Atalarımızı, kültürümüzü, inançlarımızı, tanrılarımızı bizden çaldıkları yetmiyor mu? Şimdi de ülkemizi bizden çalıyorlar. Bütün bu kötülüğe rağmen siz Milletler Cemiyati heyeti olarak hangi yüzle bizi başkasına benzeştiriyorsunuz ve yabancıların egemenliğini kabul etmemizi tavsiye ediyorsunuz. Neden?“
Bu yanıt, bugün işgalcı Türk devletin Kürtlere karşı yürüttüğü fiziki ve siyasi soykırımlarını görmek istemeyen Birleşmiş Milletler’e (BM) söylenmiş gibi aynen bugün de yerinde duruyor.
**
Anadolu ve Kürdistan‘da henüz İslamlaştırılmayan bütün Aryen Halkları Güneş Tanrı’sının bu üç günlük Qalo Xagan bayramını kutlarlar. Dêrsim, Varto ve Kerkük’de kutluyorlar. Bizim Dêrsim ve Varto köylerinde hâlâ kutluyorlar. Çoçukluğumda köyde kaç kez kutlandığına şahit oldum. Fakat Sami tüccarları’n tarihsel projeleri çerçevesinde çalışıp Sümer ve eski Mezopotamya kültürün kalıntılanı yok etmeye çalışan Emevi, Abbası, Selçuklu ve Osmanlı’dan sonra şimdi barbarlıkta sınır tanımayan Türkiye sanki acelesi varmış gibi bütün gücünü bu kültürü ve o kültürü yaratan yerli halkları yok edip ortadan kaldırmaya çalışıyor. Kürdistan’dan Avrupa‘ya gelince, o bizim o bölgelerde kutlanan Qalo Gaxan bayramını Hristiyan Avrupa halkların İsa‘nın doğum günü olarak kutladıklarını görünce şaşırdım. „Bu bizim Aryen kültümüz nasıl oluyor da İsrailli İsa‘nın doğum günü sayılarak „Noel Baba Bayramı“ olarak kutlanıyordu?“ diye kendi kendime sordum. Tarihi Sümerliler’den başlatıp araştırınca Sami tüccarları’n tarihi çarpıtarak halkları kandırıp dolandırdıklarını gördüm.
Qalo Gaxan bayramı olarak kutlanan Güneş Tanrısı’nın doğum günün 5-6 bin yıllık bir geçmişi vardı! Nasıl oluyor da iki bin beşyüz yıl önce Sami tüccarlar tarafından ikinci kez kurulan İsrail devleti eliyle çarmıha gerilen İsrailli İsa’nın doğum günü oluyordu? Bu büyük yalanı kim insanlığa yutturdu?
Ancak çözülen Sümer tabletlerini okuyup araştırınca hakikata ulaşabildiğimi söyleyebilirim.
Fakat İslam binlerce yıllık bu eski kültürü ve bütün uygarlıklara temel teşkil eden Sümer uygarlığın tüm kalıntılarını ortadan kaldırıp yok ettiği için, uygarlık o bölgeyi terk etti gitti.
Hiç bir zaman hiç bir sözünü pratiğe uygulamayan, hep yalan söyleyerek, işgal ettiği bölgelerde topladıkları talan ve ganimetleri kendi aralarında paylaşarak insanları kandırıp aldatan İslam, o bölgede insanlığa ait bütün eski kültürleri şiddet ve baskı araçlarını kullanarak yok etti. Bir nevi uygarlık yıkıcı bir rol oynadı. Girdiği bütün bölgeleri Arap çöllerine çevirdi. İsmi üstünde: Arabizm. Toplumun yarısını oluşturan kadınları hapishanenin demir parmaklıkların arkasına attı, yüzlerini çarşapla kapattı. Böyle bir yerde mitoloji, felsefe, edebiat, bilim nasıl gelişsin? Gelişmez. Halk cahil kalır. Arabizmin çöle çevirdiği bu diyarlar artık bir mucizeler diyarıdır, bir kanunsuzluk diyarıdır; burda olmayacak şey yoktur; her şey oluyor; yeri geldiğinde Muavi, Yavuz Sultan Selim, Mustafa Kemal, Saddam Hüseyin, Recep Tayyip Erdoğan gibi katiller, diktatörler, hatta tüm budalalar, tüm yobazlar birer önder ya da peygamber olup çıkabilirler bu diyarlarda.
İste biz 1400 yıldır böylesi siyasal İslamın baskı ve zulmü, katliam ve soykırımları altında kendi kültürümüzü, dilimizi ve uygarlığımızı geliştiremedik; devamlı katledildik barbar kabileler tarafından; kadınlarımızı hapishanenin demir parmaklıkları arkasından çıkaramadık, çocuklarımızı tecavüz edilmekten kurtaramadık; o doğa ve insanlığa önem veren güzelim erdemli uygarlık ordan öylece elimizden kaçtı gitti. Biz Aryen kültürümüzü İslamın katliamları, baskı ve zulmü altında geliştiremedik. Ama Avrupa halkları, Sami tüccarları’n yukardan kafalarına boca ettikleri Hristiyanlık dininde Reform yapınca, laikliği savunup dini bir tarafa koyunca bizim Yunanistan üzerinden Avrupa‘ya yayılan Aryen kültürümüzü azbiraz geliştirip sosyalist aşamaya getirdiler. Bu yüzden Avrupa kültürü bizim kültürümüze azbiraz yakındır.
Sami tüccarları’n ve onların „300 dünya zengin ailesi“nden oluşturdukları „300’ler Komitesi“ diye bilinen alt örgütlemesiyle Batı‘da inşa ettikleri modern kapitalist sistem değil, ama Avrupa halkların geliştirdiği sosyal toplum, ekoljik toplum, insan halkları, etnik ve inanç eşitliği, özgürlük, kadın halkları, hakların kendi kaderlerini tayin hakkı, özerklik, yerel yönetim hakkı, Güneş kültü bizim savunduğumuz kriterler ve bizim Aryen kültürümüzdür.
Bu anlamda Qalo Gaxan bayramı ve yeni yılınızı en iyi dileklerimle kutluyorum!..
21.12.2022
Berlin
Azad Ronî