Zerdüşt’ün “İyi düşün, iyi söyle, iyi yap“ kuralları ile

Alevi’liğin “Eline, diline, beline“ arasında ne fark var?

Binlerce yıllık Zerdüşt, Êzîdîlik ve Güneş kültü kaynağını doğadan alan bir tabiat inancıdır. Tarihte bugüne dek, özgür bir inanç felsefesi olarak iktidardan uzak evrensel, ekolojik, doğal, demokratik özerklik temeli üzerinde gelişmiştir. İnsanın doğaya, doğanın insana diyaletik bağlılık sistemini içinde gelişmiştir. Yerleşik halkların Neolitik devrimle, yani her aşiretin, her kabilenin bir Tanrısının olduğu Göbekli Tepe (M.Ö.12.000) tarihi ile başlayarak, binlerce yıl insanların kendi bilgi, deney ve tecrübelerinden ihtiyaçları sonucu oluşturdukları tabiatın bilimsel, evrensel inancıdır. Yerli Aryen halkların Neolitik devrimle başlayan tarım, tarla, hayvancılık, yani ekolojik köy kültür devrimi, Güneş kültü ve altı bin yıllık tabiatın bilimsel inanç yaşamın sözlü ve resimli işaret dili olarak kuşaktan kuşağa aktarımı sonucunda; Zağroz dağların yüceltilerinden Neolitik kültür, Güneş kültü, mitos, efsane ve masallarıyla M.Ö. 6000 yıllarında yavaş yavaş ovalara inenerek şehir beyliklerini kurmaya başladılar. Böylece verimli Hilal’in çekirdek bölgesinde 4-5 bin yıl süren insanlığın ilk uygarlığı sayılan ve Hindistan’dan Ege kıyılarına kadar uzanan geniş bir coğrafyada Sümer uygarlığı kurulmuş oldu.

Sömerlerin yazılı kaynaklarına göre; Sümerlerin ilk kralları Gutilerin yoğun olarak yaşadıkları Lagaş şehir beyliğin krallarıydı ve bu krallar Guti aşiretlerin liderlerinden geliyordu. Bugünkü Kürtçe’nin en eski lehçesi Kırmanckî (Za-zaki) 6-7 bin yıl önce Guti, lulubi, Hurri ve Kassitlerin Ana Tanrıca diliydi. Kürtçe’nin en eski lehçesidir. Sümerce lehçesi olan emesal Hurrilerin Ana Tanrıca diliydi. Kadınların kendilerini Tanrıçaların hizmetkarı olarak gördüğü Neolitik devrimde, Ana Tanrıca dili ve kültürü olarak, ”Özellikle pro-Kürtler olan Hurrilerin dil yapısı anlaşılınca, otantik halklara dayalı Aryen dil-kültür aideti netlik kazandı. Benim de şahsen doğru bulduğum tez, neolitik devrimin çekirdek bölgesinin ancak bu dil kültürü yaratabileceğine ilişkindir.”[1]

Hurrilerin dili yüzyıllar sonra Sümerlerin ilk dili Emesal (kadın dili) lehçesi oluyordu. Sümer yazarları kökenlerinin dağlık bölgelerde oturan Guti, Lulubi, Hurri ve Kassit kabilelerinden geldiklerini sık sık dile getirmektedir. Demek ki, Zağros yüceltilerinden deltaya inerek Sümer şehir Beyliklerini kurmaya başlayan yerli halk toplulukları; Zağros’larda yaratmış oldukları mitosları, efsane, destan, Güneş kültü ve dillerini yeni yerleştikleri ovalara taşımışlardı. Birkaç bin yıl sonra ovaya yerleşen toplulukların dili, kültürü, inançları yeni kurulan şehir beylikleriyle birlikte yavaş yavaş değişmeye başlamıştır. Hurrilerin Ana tanrıca dili Emesal’ın Sümerlerin ilk lehçesi olması bunun kanıtlarından biriydi. İlk konuştukları Emesal lehçesiyle yetinmeyen Sümerler, daha sonra uygarlığın ilerleyişine paralel olarak elit egemen sınıfın konuşacağı asıl lehçelerini yaratmış oldular. Asıl lehçe de birçok kelimeyi ve dilin omurga yapısını Emesal lehçesinden aldığı için ona çok yakındı. Sümer sairleri ve yazarları şiir, destan, mitolojik ve tanrıların söz anlatımlarında Emesal lehçesini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu da onların Emesal lehçesinde kendilerini daha iyi ifade ettiklerini, yerel Kabilelerin diliyle konuya hâkim olduklarına göre, bu şiir, destan, mitos, efsane ve destanların o coğrafyada yaşayan kadim topluluklara ait olduğunu göstermektedir. Bu, hem diyalektik açıdan, hem de tarihsel açıdan doğru bir tanımlamadır.

”İkinci biçem özelliğine gelince, bu da şöyle açıklanabilir; Sümer şair, destan ve mitsel yapıtlarında iki lehçe kullanılır, asıl lehçe ve Emesal lehçe olarak bilinen diğeri. İkincisi asıl lehçeye fazlasıyla benzer ve yalnızca düzenli ve karakteristik fonetik çekimlerle ayrılır. Bununla birlikte daha da ilginç olanı şairin Emesal lehçeyi eril değil dişil bir ilahın doğrudan konuşmasını anlatmakta kullandığı gerçeğidir; bu nedenle gök kraliçesi İnanna’nın sözleri her zaman Emesal lehçesinde verilir.”[2]

Gene Sümerlerin Gılgamış Destanı’nda tanrıların en büyüğü olan yer Tanrısı Enlil (Ellîl), bilgilik tanrısı Enki ve güneş tanrıçası Utu’nun sözleri Emesal lehçesinde verilir. Güneş tanrıçasının kadın hizmetkarın adı ‘Siduri’ Emesal lehçesinde, “genç kadın” anlamına gelmektedir. Hurrice bir kelimedir.

Bütün bu Sümer tabletlerden çıkan gerçekler, egemen sınıflara hizmet eden bazı resmi tarihçilerin, -sanki bu uygarlık Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki verimli topraklarda ortaya çıkan neolitik devrimin çekirdek bölgesinin geçmiş birikimleri üzerinde kurulmamış da, gökten zembille inmiş gibi- “Sümerler, Avrupa’dan geyikleri takip ede ede Mezopotamya geldiler.” Ya da “Asya’dan, Afrika’dan geldiler orda uygarlık kurdular.” iddialarını yalanlıyor. Özellikle Avrupalılar geyik uydurma hikâyelerini severler; hem Sümer uygarlığını Avrupalılara mal etmek için geyik hikâyesini uydurdular, hem de Güneş  Tanrısı Mitra’nın doğum günü olan Kalo Xağan (Weihnachten) mitosunu çalmada geyik hikâyesi uydurdular.

Sümer Şehir Beylikleri, işgalcı saldırılara uğrayıp zor duruma düştükleri anlarda sadece kralları değil, en büyük tanrıları da hep dağlarda ekolojik köylerde oturan Guti, Lulubi ve Hurrileri yardıma çağırıyorlardı.  Sümer yazarı Ludingirra, Gutu, Lulubi, Lor, Hurri ve Kassit Kürt kabileleriyle birleşip işgalcı Akad devletini yıkan Gutiler hakkında şöyle yazıyor:

“Kral Sargon’dan sonra oğulları Rimuş, Maniştusu ve torunu Naramsin ülkeyi genişlettikçe genişletmiş, bütün yörelere kol salmışlar. Hele Naramsin kendisine, ‘Tanrıyım’ diyecek kadar ileri gitmiş. Öyle şımarmış ki, büyükbabası Sargon’un aksine, Sümerlileri darıltmaktan korkmayarak bizim Tanrılarımıza, özellikle yüce Enlil’e ve onun tapınağı Ekur’a büyük saygısızlık etmiş. Askerlerini Ekur’a ve onun güzel koruluğuna saldırtmış.  Ekur tapınağını bakır baltalarla yıktırmış. Koca tapınak ölü gibi yerlere yatmış. Bununla yetinmeyip tapınağın arpa kesilmeyecek kapısında arpa kestirmiş. Hele bizim o canım ‘Barış Kapısı’nı yerle bir etmiş. O günden beri Nippur’da barış kapısı yapılmamış. Onun yerine Akadlılar sokak fahişelerin iş yaptığı ‘Musakkatım Kapısı’nı oturmuşlar. Naramsin, Ekur’u yıktırırken içinde ne kadar değerli eşya varsa, tapınağın tam yanındaki iskeleye dayadığı teknelere doldurup Agade’ye götürmüş.

Buna son derece kızan ulu Tanrımız Enlil, önüne geçilemeyen bir sel gibi gürlemiş, coşmuş ve gözlerini doğudaki dağlara dikerek, orada yaşayan ilkel Gutileri Naramsin’in üzerine saldırtmış. Çekirge sürüleri gibi gelen bu (dağlarda doğa ile iç içe otonom yaşayan kabilelerin ayaklanmalarını) insanları durdurmaya gücü yetmemiş Naramsin’in. Bunların ülkemize yayılmaları ile Sümerlerin hiçbir tarafından ne haber alınabilmiş, ne de haber ulaştırılmış. Tekneler iskelelerde beklemiş. Yolları Haydutlar sarmış. Ülkenin kapıları kırılarak tozla buz olmuş. Bunların ardından büyük bir kıtlık başlamış. Çünkü insanlar korkudan ne tarlalara, ne bahçelere bakabilmiş. Sulardan balık bile tutulamamış. Her şeyin fiatı korkunç yükselmiş. (….)

 

Gutiler, bütün kentlerimizi yakıp yıktıkları halde, Lagaş şehir beyliğini özgür bırakmışlar. Ayrıca Ur, Umma Nippur ve Uruk kentlerinin denetimini Lagaş’a bırakmışlar. Aslında buraları Sümerliliğin en yoğun olduğu yerler. Bazen, ‘acaba onlar bizim milletin bir kolu muydu?‘ diye düşündüğüm oluyor. Lagaş, kent krallarımız içinde en uzun yaşayanı. Ayrıca oldukça önemli krallar yetişmiş orada. Daha Sargon ortaya çıkmadan 300 yıl önce Urmanşe adlı orada ilk krallığı kurmuş. Onun oğulları ve torunlarının yönetimi altında bu krallık Büyük Sargon zamanına kadar sürmüş.“[3]

‘Acaba ben Türk müyüm, Kürt müyüm?‘

Bugün Türkiye devletin sınırları içindeki Kürdistan bölgesindeki köy ve şehirlerinde Kürt çocukları okul çağına kadar çoğunlukla aile içinde Kürtçe konuşurlar. Türkçe bilmeden 6-7 yaşlarında gittikleri okullarda sıkı bir siyasi asimilasyon politikalarına tabi tutularak Türkleştiriyorlar. Ve 20-25 yaşlarında o yalana dayalı resmi ideoloji ile beyin yıkayan yatılı bölge ve askeri okullardan mezun olduklarında; eğer kendi cabaları sonuncu bu zehirlenmiş beyinlerini temizlemezlerse, zehirleyici düşüncelerden arınmazlarsa onlar artık kendi dillerinden, kültürlerinden, inançlarından koparılmış birer devşirme Türktür. Yani ne gerçek Türktür, ne Kürttür; kendisine yabancılaştırılmış, içi bomboş bomboş, kişiliksiz, karaktersiz, başkalarına çalışmaya eğilimli vekalet savaşçısıdır. Böylece uygarlık güçleri tarafından genleriyle oynanarak başka halklara, başka inançlara düşman edilmiş bir devşirme Türktür! Bu yüzden Rothschild’lerin emriyle İngiltere Kraliyet Ailesi 1870’lerde Osmanlı’nın Selanik şehirine gönderdikleri heyetin verdiği bilgiler doğrultusunda üç Sabetaycı cemaata kurulan okullarda (Ilgaz Zorlu, Evet  Ben Selanikliyim, Belge Yayınları, İstanbul 1998, kitabına bakın) Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliği ile yetiştirilen ve hiçbirisi Türk olmayan İttihat Terakki Cemiyetin üyeleri, bütün yerli ve göçmen halkları Türkleştirip, genleriyle oynanmış  homojen bir toplum yaratmak istiyorlardı. Ve 150 yıl içinde bunu başardılar. O genleriyle oynanmış devşirme Türk toplumu bugün Ortadoğu’da Batı uygarlığına ileri karakol ya da jandarmalık görevini yerine getirmektedir.

Ama buna rağmen zaman zaman da Sümerli Ludingirra gibi, ‘acaba ben de o halktan mıyım?’ diye kendi kendisini sorguladığı da oluyor. Ludingira’yı okuyunca kendimi hatırladım; ben de Zağros dağların eteklerinde Sümer uygarlığından kalma bir köyde çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşan ve Kürtçe’nin en eski lehçesi Kırmanckî konuşan bir Kürt ailesinin çocuğu olarak tek bir kelime Türkçe bilmeden 7 yaşında Tatvan Yatılı Bölge okuluna, Gımgım’da deprem nedeniyle köylerden topladıkları çocuklarla beraber okula başladığımda ilk defa farklı bir dille karşılaşmıştım. Öğretmenler bizim anlamadığımız yabancı bir dilde konuşuyorlardı. Ve biz anlamıyorduk, her gün ağlıyorduk. Hasan adında köylüm bir arkadaşla beraber yabancı olduğumuz okuldan kaçmayı planladık. İlk kaçışta tren istasyonunda yakalandık, okula geri getirildik. Birkaç gün sonraki ikinci kaçışta daha dikkatlı davrandık, Tatvan tren istasyonunda trene bindik, Muş’a geldik, oradan minibüsle Gımgım’a, Gımgım’dan doğduğumuz ekolojik köye geldiğimizde herkes çok şaşırmıştı. Fakat bir ay sonra köyümüz Hatay’ın Tarsus ilçesine iskana gönderildiğinde, orda Kırıkhan Yatılı Bölge okuluna verildik. Beş sene Kırıkhan Yatılı Bölge okulunda okudum. Fazla uzatmıyım.  20 yaşlarında onların siyasi asimilasyon politikalarını yürüten okullarından çıktığımda Ludingirra gibi, ‘acaba ben Türk müyüm, Kürt müyüm?‘ diye kendi kendime soruyordum! O dağlarda yaşayan Kürt halkını kendimden saymamaya başlamıştım. Kendi halkımdan ve o doğa ile iç içe, baş başa ve o ekolojik otonom köy yaşamından koparılmıştım. Hastalık üreten kent ve uygarlık yaşantışına Engidu gibi alıştırılmıştım.

1980’lerde Avrupa’ya geldikten sonra Türk resmi ideolojisinin araçları olan ve sürekli yalan üreten gazeteleri, kitapları ve televizyonlarıyla ilişkilerimi kestim. Avrupa tarihçilerin kitaplarını okudum. Geldiğim toplumun geçmiş tarihini araştırdım; İslam’ın baskısıyla o coğrafyadan uzaklaştırılan Aryen kültürü ile tanıştım. Sümerler, Hurriler ve Kassitler döneminde Yunanistan üzeri Avrupa kıtasına yayılmış Zerdüşt ve Mitra Güneş tanrı’sın doğum günü kutlamaları olan Neol Baba bayramı (Kelo Xagan) ile tanıştım. Biz bu Kelo Xagan bayramını Sümerlerden kalma o Gımgım köylerinde hep kutlardık. Biraz araştırınca gördüm ki, Avrupa halkları Hıristiyan olduktan sonra Mitra Güneş Tanrı’sının doğun gününü, İsa’nın doğum gününe çevirmişlerdi. Sümerlerin yumurta bayramını, Guti, Lulubi ve Hurrilerin ise Zagmuk bayramını Ostern bayramı olarak kutluyorlardı. O eski Aryen Güneş kültü bayramlarını başka adlar altında olduğu gibi sürdürüyorlardı. Anadolu ve Kürdistan’da ise Zerdüşt inancını, İslam dinin baskısı altında önce Kızılbaş, son ikiyüz yıldan beri de Alevi adı altında sürdüren Zerdüştçüler gibi. Mezopotamya toprakları ne zaman ki İslam dini ve gerici Arabizmin ideolojik hegemonyası altında girdi, işte o zaman Güneş kültürü, Kelo Xagan ve Newroz bayramları insanlara unutulmaya çalışıldı. Çünkü o kadim Güneş külte, hümanist doğa inancı ne kadar çabuk unutulursa, Mezopotamya toprakları o kadar çabuk Arabistan sömürgesi olacaktı.

Ancak 15 yıl sonra zehirle aşılanmış beynimi, ırkçı-şoven Türk milliyetçiliğin düşüncelerinden arındırabildim. Günümüzün diline çevrilen Sümer tabletlerini okudum. Oradan bir mesaj aldım; ‘Sümerli Ludingirra, kendisine takma ad koyan Lulubi kabilesinden biri olabilir,‘ diye düşündüm. 4400 yıl önceden bize sesleniyordu. Şehir uygarlığın kendisini kökeninden kopardığının bilincindedir ve bu yüzden takma ad olarak hem geldiği kabilesinin ‘Lulubi’ kelimesinin ön ekini alıyor, hem de çöküp gitmekte olan uygarlığın arkasından üzüntülü ve ağlamaklı olduğunu belirtmek için o sanatçı ismini almıştı. Ludingirra, Kürtçe bir kelimedir. ‘Lu’, Lulubi kabile kökeninden gelmedir; dingirra’nın Türkçesi: ağlamak, ağlamaklı olmak ya da hüngür hüngür ağlamak olur. Demek ki uygarlık güçleri o gün bugündür çeşitli devletler eliyle o coğrafyada doğa ile iç içe özgür ve kendi kendisini özerk bir şekilde yönetmek isteyen yerli halkların dilini, kültünü, inancını yok edip mezara gömmek istiyorlardı. O yüzden de insanları, toplulukları kendi kökenlerinden uzaklaştırıyorlardı. Dağ-tepe eteklerinde ekolojik köylerinde otonom bir şekilde yaşayan Guti, Lulubi, Lor, Elam, Hurri, Kassit kabilelerine, “İlkel, Şeytanlar,” “Dağ halkı” ya da “Dağlılar” deyip dışlayarak şehirliye düşman ediyorlardı. Bugünkü uygarlık güçleri ise, “Dağ Türkleri” ya da “eşkıyalar, teröristler,” deyip dışlayarak kendilerine iç düşman yaratıyorlardı.

Merkezi uygarlığın ekolojik köy yaşamına karşı savaşları

 

Halbuki doğa ile iç içe, doğayı çevreyi, ormanları, nehirleri, tertemiz su pınarlarını korumaya çalışan ekolojik köylerle şehirlerin birbirleriyle uyum içinde olması gerekirken, Sümer şehir beyliklerin kuruluşundan beri şehir uygarlıkları, ekolojik köy yaşamlarına ve çevreye savaş açmıştır. Bugün bile dağlarda, dağ eteklerinde, Ormanlarda dünyanın en kadım halkların yaşadığı ekolojik köylerden şehirlere sürekli göçler yaşanmaktadır. Topraklarına el koymak için zorla göç ettirilmekte. Çevreye zarar veren, yeraltı yerüstü zenginliklerini talan eden yıkıcı şehir uygarlığına karşı bugün bile yalnızca ekolojik köyler, çevreciler, köylerden göç eden işçi ve öğrenciler mücadele etmektedir. Dünyayı hızlıca yıkıma götüren ve Avrupa merkezci ırkçı-milliyetçi ideolojiyle beslenen kapitalist sistemin yarattığı ulus-devletler çağında; şehir uygarlığı, hem kadim halklara katliam ve soykırımlar yapmakta, hem ekolojik köyler yok edilmekte, hem de eko-kırım savaşlarını yürütmektedir.

Tek ırk, tek din, tek devlet, tek dil ilkeleri üzerine İngiltere ve Fransa gözetiminde, Osmanlı mirasın ırkçı-milliyetçi İttihatçılara devredilmesiyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti sürekli yerli halklarla savaş halindedir. Sadece son 30 yılda Kürdistan’da 4500 ekolojik köy barbarca yerle bir edilmiştir. “Terörizm ile savaşıyoruz” yaftası altında 9-10 bin yıldır o coğrafyada yaşamakta kadim Kürtleri katliam ve soykırımlarla yok etmeye çalışmaktadırlar. Katliam ve soykırımlara paralel olarak doğanın ekolojik kırımı da devam etmektedir. Bu, Avrupa merkezci ırkçı-Türk Milliyetçiliğini Türkiye’deki devşirme vekalet savaşçıların (1870’lerden beri İttihatçıların) beyinlerine aşılayıp, onları yerli halklara düşman edenler Avrupalılardır. Devşirme Türkiye yöneticileri bunun farkında değil. Farkında olsalar bile ellerinde hiçbir şey gelmez. Çünkü uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi bin yıldır bu coğrafyada merkezi uygarlığına para karşılığında sadece tetikçilik yapmaktadır. Görevi bu. Bu görevi yerine getirmediği gün yok olup gidecektir.

Altı bin yıllık insanlık tarihinde bütün merkezi uygarlık sistemlerin ortak ayıbı ve savaş gerekçeleri hep aynıdır; etrafında doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa otonom bir yaşam sürdüren ekolojik köy topluluklarını kendi uygarlıklarına katmak için, her nedense hep hor, ilkel, dağ halkı, şeytan, eşkiya, şaki,  terörist gibi yaftalamalar yapıştırıp düşman görerek; o Kızılderililer gibi ana tanrıçalarıyla ormanların içinde doğa ile baş başa yaşayan ya da Kürtler gibi Zağroz dağların zirvesindeki ana tanrıçalarla beraber Dicle Fırat Irmakları arasında bir zamanlar yaşadıkları cenneti tekrar aramaya çıkan özgürlük yolcularıyla sürekli savaş halinde olmuşlardır.

Amerika kıtasına, 1492’de Chistoph Kolumbum’un işgalcı orduların (Beyaz Avrupalı ise bu işgali sanki orda hiç insanlar yaşamıyormuş gibi, “Amerika’nın keşfi” diye insanlara yutturmuş.) çıkarmasıyla başlayan Avrupa ülkelerin sömürgeciliği; doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa ekolojik ve otonom bir yaşam sürdüren yerli Aztek, İnka ve Maya topluluklarını Avrupa’dan paralı asker götürüp, onlara yüzyıllar boyu katliam ve soykırımlar yaparak kendi barbar uygarlıklarına zorla katmışlardı. Tabi bir cümle ile değil, yüzlerce kitapla bile sömürgeci Avrupalıların 300 yıl boyunca Amerika kıtasında Kızılderililere yaptıkları o korkunç soykırımları anlatmak mümkün değil! Afrika kıtasını işgal etmeye gittiklerinde ellerinde gene Semitik tüccarların Avrupa kralların saraylarına girip ellerine tutuşturdukları “Kutsal İncil” vardı. O ülkeleri, kıtaları işgal edecek olan meşhur Semavi dinin Kutsal Kitabı İncil’i Afrika’ya götürdüler. Kenya’nın kurucu devlet başkanı Jomo Kenyatta, “Avrupalılar Afrika’ya geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde toprağımız vardı. ’Gözlerinizi kapayıp dua edin’ dediler. Gözlerimizi kapatıp İncil’i okuduk. Gözümüzü açtığımızda bizim elimizde İncil, onların elinde toprağımız vardı.” diye özetliyordu, Avrupa sömürgeciliğini.

Aynı sömürgeci Avrupa, aynı zihniyetle artık Avrupa’dan paralı asker bulamadığı için, Anadolu ve Kürdistan’ın yerli halkları olan Ermenileri, Rumları, Süryani ve Kürtleri kendi uygarlığına katmak için, onları soykırımlardan geçirip yok etme görevini Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğiyle yetiştirdikleri paralı devşirme Türk askerlerine (İttihat Terakkicilere) vermişlerdi. Bunun için Osmanlı mirasını Kapitalist sistemin motor gücü olan İngiltere gözetiminde İttihatçılara devredip, Batı uygarlığına Ortadoğu’da enerji kaynakların güvenliğini sağlayan, soykırımlarını yapan, yeraltı yerüstü zenginliklerini yağmalayıp merkezi uygarlığa aktaran, göç akınlarını önleyen ileri karakol olarak ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini’ kurmuşlardı. Bu sistemin bütün krizlere rağmen hâlâ varlığını sürdürmenin en temel nedenlerinden biri Avrupa merkezci ırkçı-Türk milliyetçiliğiyle beyinleri aşılanan İttihatçıların ‘ordulaşmış homojen bir millet’ geleneğini -Batılıların her türlü yardımlarıyla- yaratmayı başarmış olmaları, gerçek Türk olmadıkları halde sık sık Türk-İslam-Sentezi’n temalarını ve sembollerini kullanarak Orta Asya’daki ataların barbar ruhunu bu coğrafyada yaratmış olmaları, askeri dehalarını uygarlık merkezlerine kanıtlamış olmaları, ırkçı-Türk-şovenizmini milyonların ve muhalefetin doğal sürü refleksine dönüştürmüş olmaları, hangi tek adam ya da başbuğ olursa olsun bu çılgın devşirme Türkün arkasından kendilerini sürü refleksi ile karanlık uçurumdan aşağıya atacağı an kadar hiçbir şeyin farkın olmamasında yatmaktadır. Bugün Anadolu’da, “M. Kemal’in askerleriyiz,” diyenlerin aslında İttihatçıların Avrupa merkezci Türk ırkçılığıyla çok iyi yetiştirdikleri İngiliz ve Amerikan askerleri olduklarının farkında bile olmayan devşirme Türklerdir.

Alpaslan Türkeş gibi Amerikalılar tarafından yetiştirilen ve Küba halkın başına bela edilen Çavuş Batista için Başkan Franklin D. Roosevelt, ”Batista bir oruspu çocuğudur! Ama o bizim orospu çocuğumuzdur!” diye Amerika’nın askeri cuntalar ve diktatörlere ilişkin geleneksel anlayışını bazen böyle hiç gizleme gereğini duymadan açıklıyorlardı. Bir çok ülkede onların, ”Batista gibi oruspu çocukları” çoktu.

Planları Pentagon karargahında hazırlanan ve CIA Ankara İstasyon Şefi Paul Henze’nin dönemin Amerika Başbakanı Carter’e, “Bizim çocuklar bu işi başardı,” dediği 12 Eylūl 1980 askeri cunta döneminde Türk Genelkurmay yayınlarından çıkan ”Beyaz Kitap”ta, katliam ve soykırımlarla sürekli savaş halinde olduğu ve homojen bir toplum içinde asimile edip yok etmek istedikleri Kürtler için kargaların bile güleceği ilginç bir tez atıyorlardı ortaya:

“Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu.

Bu kar’ın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, ’kırt-kürt’ diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlerine Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkan sesin adıydı aslında.” (Beyaz Kitap)

 

Gerçekleri hep tahrip eden, yalana dayalı Türk resmi tarihi Kürtleri, Avrupalıların paralı askerleri olan İttihatçıların Anadolu’da “devşirmelerden oluşacak olan homojen bir Türk milleti yaratma,” daha doğrusu ”Doğu’da uygarlık güçlerine devşirmelerden bir ordu yaratma” projelerine katmak için onları ”Dağlı Türkler” ilan ederek devşirme Türlük içinde eritmek istiyorlardı.

 

Sümerliler, Akadlar ve Asurlar da, yaşadıkları dağlık coğrafyadan ötürü bugünkü Kürtlerin öncüleri olan “Guti, Lulubi, Lor, Elam, Hurri ve Kassitlere” ‘dağlı halk’ diyorlardı. Sümerlilerden bu yana, uygarlığa hizmet eden kaç tane devlet Kürtleri kendi içinde eritip yok etmek istedi biliyor musunuz! Sayısını unuttuğum onlarca devlet! Onların hepsi de tarihin geri dönüşü olmayan çöplüğüne gömülüp gittiler. Ama Kürtler halk olarak hâlâ aynı coğrafyada dimdik, güçlü ayaktalar ve uygarlık güçlerin son vekalet savaşçılarına karşı güçlü bir şekilde mücadele etmektedirler. Türkiye, NATO’ya güvenerek, bütün varını yokunu ortaya koyarak kendisini “Kürtleri yok etmeye” kilitlemiş bir durumda. Bütün enerjisini buna harcıyor. Boşuna. Bilmiyorlar ki, kendileri önceki devletler gibi yok olup gidecekler, ama Kürtler ebediyen o coğrafyada yaşamaya devam edecekler!

 

Gılgamış Destanı ya da

Sümerlilerin Elam ve Hürrilerle savaşı

 

Gelgelelim Sümerlilerin bu şehir uygarlıkları, zamanla içinden çıkıp geldikleri ve köylerde doğa ile iç içe özgür ve otonom yaşayan yerli toplulukların ekolojik yaşam alanlarını daraltmalarına, ormanlarını kesip şehirlere taşımalarına ve “ilkel oldukları“ söylemlerine yerelde uygarlığa karşı direnişler büyüyüp genişliyordu. Asur Kralı Assurbanipal’in (M.Ö.663-626) sarayının yıkıntıları arasında çıkan kitaplıkta   bulunan Sümerlere ait orijinal Gılgamış destanında; Uruk Kralı Gılgamış gençlerden asker topluyor, daha önce dağlık bölgeden gelen arkadaşı Engidu ile beraber Elam ve Hurrilerin toprakları üzerindeki Sedir ormanlarını kesmeye gidiyor. Elam kralı olan Humbaba’ya karşı savaş ilan ediyor. Tabi ki, Elam ve Hurriler kendi bölgelerindeki ormanları koruyor. Bugünkü ekolojik çevreciler gibi kimsenin ormanları kesmesine izin vermiyorlar. Ama uygarlık güçlere hizmet eden Kral, kendi gücünü dünyaya göstermek ve o ormanları kesip şehire getirmek için arkadaşı Engidu’ya şöyle sesleniyor:

”’Ejder yapılı Humbaba ormanda oturuyor. Sen ve ben onu öldürüp şu belâyı ülkeden kaldıralım. Kendimize katran ağaçları devirelim.’

Engidu, ağzını açıp Gılgamış’a dedi: ’Dostum, ben dağlarda deneyimliyim; Yabanıl hayvanlarla oralarda dolaştım. Ormanın uzaklığı iki kez on bin saat çeker. Yukarıya, onun içine dalacak kimdir? Humbaba… Onun böğürtüsü tufandır, evet, Onun soluğu ateş, saldırısı ölüm. Neden ötürü böyle şeyleri yapmaya yeliyorsun? Humbaba’nın oturduğu yer için Savaşan hiçbir kimse ona karşı dayanamaz!’

Gılgamış, ağzını açıp Engidu‘ya dedi: ‘Katransa, ben bunun dağına çıkmak istiyorum. Bu dağ geniş ormanın ortasında bulunuyor. Humbaba’nın (Elamların) bulunduğu ormana gitmek istiyorum. Savaşta bir balta bana yeter. Sen burada yalnız kal, Ben oraya gideceğim.’

Engidu, ağzını açıp Gılgamış’a dedi:

‘Oraya nasıl gidebiliriz… Katran ormanına? Gılgamış, onun bekçisi bir savaşçıdır. Hiçbir zaman ımızganmaz. Tanrı Enlil onu, katranları korusun diye İnsanların başına belâ kılmıştır. Her kim yukarı, ormana çıkarsa, kötürüm olur.’

Gılgamış, ağzını açıp Engidu’ya dedi:

‘Güneş gökyüzünde durdukça Tanrılar sonsuza dek yaşarlar. Ancak, insanın günleri sayılıdır. Onların ettikleri hep havadır. Sen daha buradayken ölümden korkuyorsun. Yiğit ruhundaki gücün sana yararı ne? Öyleyse, seni ben götüreyim de, ağzın bana: ’İleri git! Korkma’ diye çağırsın. Kendim ölürsem adımı yükseltirim, ‘Ejder yapılı Humbaba’nın düşmanı Gılgamış ölmüştür,’ derler. Katran devirmek için elimi bulaştırmak istiyorum. Kendim için bir ad bırakmak istiyorum. Şimdi dostum, silâhçı ustasına gitmek istiyorum. Silâhlar gözümüzün önünde dövülsün.”[4]

Engidu ağzını açıp Gılgamış’a dedi:

”Sen karar verdin, artık yürü. Yüreğin korkusuz olsun. Yalnızca bana bak! Hasmın oturduğu yeri, Humbaba’nın üzerinde dolaştığı yolları, iyi biliyorum. Yola çıkmamızı buyur, onlardan buradan ayrıl!”

Elam ve Hurriler’in Sedir ormanlarını kesmek için Gılgamış ile beraber yola çıkan Engidu, Sedir ormanların sınırına geldiğinde, ”Biz ormana inmeyelim. Kapıyı açarken elim tutmaz oldu.” diyerek, yerli halklara karşı savaşmaktan vazgeçme anları yaşadıkları da oluyor. Ondan önce Uruk şehrin yaşlı meclisinden ve Tanrılardan izin alıyorlar. Gegelelim tıpkı bugünkü gibi uygarlık güçlerin yaratmış oldukları ‘maskeli Tanrılar’ onları bu yerli halklara karşı savaşa zorluyor. Tanrıların emirlerini yerine getirecek olan “Gılgamış konuşmak için ağzını açıp” vazgeçmek üzere olan ”Engidu’ya dedi: ‘Biz şimdiye dek böyle üzüldük mü? Biz bütün dağları aşarak geldik. Bununla birlikte hedef karşımızda duruyor. Benim savaştan anlayan, savaş deneyimi olan arkadaşım, Giysime dokunursan artık ölümden korkmazsın! Elinin tutmazlığı gitsin! Vücudunun ağırlığı yok olsun! Arkadaşım, koluma asıl, birlikte inelim. Gönlün savaşa doysun! Ölümü unut, korkma! Kendisini koruyan adam, arkadaşını da sağ tutsun! İnsanlar ölünce kendilerine ad yaparlar!’ İkisi birden yeşil ormana vardılar. Konuşmaları kesildi, sessiz durdular.”[5]

Gılgamış destanın birçok satırından anlıyoruz ki, dağlarda oturan ve Sümerlerin ’ilkel’ dedikleri, doğa ile iç içe özgür, özerk yaşayan yerli halkların arasından gelip Sümer kralı Gılgamış’ın arkadaşı olan Engidu’yu uygarlık silahıyla yetiştirildikten, asimilasyon politikasından geçirip devşirildikten sonra, Osmanlı’nın ‘Yeniçeri Askerleri’, İttihat Terakkiciler, Hamide Alayları ve bugünkü Köy koruyucuları gibi kendi halkına karşı savaştırıyorlar. O, Hurrilerin ülkesine giden yolları tanıyor, Gılgamış’ın önüne giriyor ve onu oraya götürüyor:

“O, eliyle baltayı yakaladı… bir tane de nacakları vardı. Engidu onu eline aldı ve katranları devirdi; Ama Humbaba gürültüyü duyunca öfkelendi: ‘Kimdir o, dağlarımın çocukları olan ağaçların ırzına geçen? Kimdir o, katranı deviren?’

Bunun üzerine Göksel Şamaş, gökten onlara seslendi: ‘İleri gidin, korkmayın!’ …ve ondan sel gibi göz yaşları boşandı. Gılgamış Göksel Şamaş’a dedi: ’… Ancak ben, Göksel Şamaş’a baş eğiyorum. Benim için gösterilen yoldan yürüdüm.’

Göksel Şamaş Tanrı’sı, Gılgamış’ın yalvarmasını dinledi ve Humbaba’nın önüne büyük fırtınalar çıkardı: Büyük fırtına, poyraz, kasırga, kum fırtınası, Bora fırtınası, kırağı fırtınası, rüzgâr, çam fırtınası! Ona karşı sekiz fırtına kalktı ve bunlar Humbaba’nın gözlerine savruldu. (Bugün kimyasal silahlar da dahil NATO’nun her türlü silah ve savaş uçakları verdiği uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin Hurrilerin torunları olan bugünkü Kürtlere karşı giriştiği savaş gibi!) İleri gidemedi, geri dönmedi. Humbaba savaştan vazgeçti.

Bunun üzerine Humbaba, Gılgamış’a seslendi: ‘Gılgamış, beni bırakmalısın! Sen benim efendim olmalısın, ben senin kölen olmalıyım. Ben sana dağlarımın çocukları olan ağaçları devireyim, ve onlardan senin için evler yapayım.’

Engidu, Gılgamış’a dedi: ’Humbaba’nın dediklerini dinleme! Humbaba’yı öldürmelisin!’

Gılgamış, Humbaba’nın kesilen başını sırığa dikti.”[6]

Bugün de aynı topraklarda Hurrilerin bugünkü torunları olan Kürt halkın gerilla çocuklarına karşı savaş halinde olan Türk askerleri özellikle 1990’larda öldürdükleri gerilların başlarını kesiyorlardı, asker botlarıyla üzerine bastıkları kesik insan başlarının üzerinde zafer pozları veriyorlardı. Kürtler bu zulmü, işkenceyi görsünler ki, kendi kimliklerinden vazgeçsinler, boyun eğsinler diye. Ama Kürtler vazgeçmedi, yılmadı, boyun eğmedi; bugün Ortadoğu’nun en örgütlü, en güçlü halkıdır. Eski dönemlerdeki Akad ve Asur zamanlarında olduğu gibi, bugün de eğer Ortadoğu halklarına özgürlük ve barış getirecek bir halk varsa, o da Kürt halkı ve onun Zağros dağlarında tiran devletlere karşı savaşan Zerdüşt çocuklarıdır! Kürtlerin öncüleri olan Guti, Lulubi ve Hurriler işgalcı Akad devletini M.Ö. 2150’de tarihin dönüşü olmayan çöplüğüne attıklarında, bütün Mezopotamya halklarına özgürlük ve barış getirdiği gibi kültür, sanat, edebiyat  ve inançsal alanda büyük gelişmeler yaşandı. O güne kadar çok tanrılı dönem geçiren insanlığa, tek tanrılı bir döneme geçişin kapılarını aralayan ateşten gelen Huşeng’in (Brahim’in) ortaya çıkışını sağladı. Kürtlerin öncüleri olan Medler işgalcı Asur devletini M.Ö. 612’de tarihin dönüşü olmayan çöplüğüne attıklarında, gene bütün Mezopotamya halklarına özgürlük ve barış getirdikleri gibi kültür, sanat, edebiyat  ve inançsal alanda büyük gelişmeler yaşandı. İkinci Zerdüşt’ün kültür ve inanç sisteminde büyük reformlar yaparak, ekolojik köy, tarım ve hayvancılığa önem veren hümanist bir paradigmanın yaratıcısı olan üçüncü Zerdüşt’ün ortaya çıkışını sağladı.

Ve bugün modern kapitalist sistemin neoliberal politikalarıyla çevreyi talan eden, ormanları kesen, yerli halklara katliam ve soykırımlar uygulayan aynı uygarlık güçlerin tıpkı Akad ve Asur devletleri gibi vekalet savaşlarını yürüten uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi, ikiyüz yıldır Kürtlerin oturduğu bölgeleri yağmalayıp talan ediyor, ormanlarını kesiyor, yakıyor, onları oturduğu kadim topraklarından göç ettiriyor, fiziken yok etmeye çalışıyor ve bu anlamda bütün Kürtleri düşman ilan etmiş durumda. Bu “terörist” yaftasıyla düşman ilan ettikleri Kürtleri öldürüp, tıpkı Sümerli Gılgamış gibi, “ülkeyi şu terörizm belâsından kurtaralım” safsatasıyla halkı kandırıp sömürü düzenlerini sürdürmeye devam ediyorlar. 20. Yüzyılda soykırımlara girişen modern uygarlık zihniyeti daha da vahşileşmiş bir durumda! Şimdi Kürt toplumu, üçüncü Zerdüşt’ün hümanist Aryen kültürünü ve ekolojik inanç sistemini refomdan geçirip geliştirecek ve demokratik toplum projesinin yaratıcısı sayılacak olan dördüncü Zerdüst’ün doğum sancılarını yaşıyor.

Guti, Lulubi, Lor, Elam, Hürri ve Kassitlerin işgalcı Akad devletine karşı savaşı

Fakat buna rağmen Sümer şehir beylikleri işgalcı dış güçlerin tehditleri altında oldukları her süreçte onlarla (Devşirme Türklerin Kürtlerle yaptıkları ittifaklar gibi) ittifak yapmak zorunda kaldılar. Ve her seferinde Sümerlileri dış işgallerden kurtaran gene Zağros dağların yüceltilerinde oturan Guti, Lulubi, Lor, Elam, Hürri ve Kassit kabileleri oldu. Bu nedenle ‘barbar uygarlığa karşı‘ asıl en büyük direniş; Sümer şehir beyliklerini yıkıp Mezopotamya‘da M.Ö. 2350’de Semitik tüccarlar öncülüğünde ve ilk Sami tüccar olan Büyük Sargon tarafından kurulan işgalcı Akad devletine karşı gelişti. Gutiler, Lulubiler, Lorlar, Hurriler ve Kassitler M.Ö. 2150’de genelde bölge uygarlığa, özelde işgalcı zalim ve bölgeyi çöle çeviren tiran Akad devletine karşı Zağros dağların yüceltilerinde toplanıp birleşerek Akad devletine karşı konfederasyon oluşturdular. Düşmana yenildiği için Gutiler’den Sümerlere geçen Güneş Tanrı’sı Utu’yu bıraktılar; onun yerine her girdiği savaşı kazanan Kassitlerin Güneş Tanrı’sı Mitra etrafında güçlerini birleştirip konfederasyon oluşturmalarının simgesi gene Güneş kültü idi. O dönemde Neolitikten kalma (her kabilenin bir tanrısı olduğu) bölgede Utu, Mitra ve Hepat isimlerinde üç tane güneş tanrısı vardı.

Kabileler Konfederalizmin ve güneş kültü simgesi ile kurulan birleşik ittifak gücüyle M.Ö 21.03. 2150 tarihinde Semitik tüccarların bölgede kurmuş oldukları sömürgeci, zalim, işgalcı Akad devletine saldırıp yerle bir ederek tarihin geri dönüşü olmayan çöplüğüne attılar. 21 Mart günü dağlarda yaktıkları ateş ile  birbirine haber verdiler, dağlardan “çekirge sürüleri gibi” ovalara indiler, Naramsi’nin tiran devletini yıktılar. Ve bütün Mezopotamya halklarını özgürlüğe kavuşturdular. Dağ kabilelerin birliklerini bir tanrı etrafında birleştirdikleri o gün; vahşi boğayı yenerek tanrısal gücünü insanlara ve doğaya gösteren Güneş Tanrı’sı Mitra’nın kötü ruhlu tanrıyı yenilgiye uğrattığı, gecenin gündüze yenildiği, kötü olan karanlığın iyi olan aydınlığa yenildiği Zagmuk -doğuş günüydü; doğanın, canlıların uzayan gün ışığıyla başlayan baharla beraber dirilişi olduğu kadar, toplumun tiran devletlere karşı büyük anlamını kazandıran ‘diriliş bayramı’ydı. Gudea döneminde kutlanan bu diriliş bayramın adı Zagmuk’tu. Zagmuk bayramında dağlarda yakılan ateşler üç gün üç gece hiç sönmedi. Bu sönmeyen ateşle birbirlerine güzel haberler veriyorlardı.

Zagmuk Hurrice bir kelimedir. Zagmuk; ‘yeni gün’ ya da ‘yeni doğum’ demektir; birkaç anlamda kullanılmaktadır. Aşağı yukarı 1500 yıl sonraki (M.Ö.612) tarihlerde kullanılan Newroz kelimesi ile aynı anlamdadır. Neolitikten kalma Za kelimesi, hâlâ bugünkü Kürtçenin Kırmancki (Zazaki) lehçesinde  ‘yeni doğum, doğdu, yeni gün, za-man’ anlamında kullanılmaktadır. Kırmancki; manga ma za; Türkçesi; ineğimiz doğurdu. Kırmancki; miya ma za; Türkçesi; koyunumuz doğurdu. Kürt öncü kabilelerin naolitik dönemdeki dünyayı yaratan, iyilik tanrısı Ahura Mazda ve kötülük tanrısı Ahriman’ın babası olan çok eski Zervan isimli zaman tanrısının kökeninden gelmiş olabilir. Zervan kelimesinin ön iki harfı olan Ze Kırmancki lehçesinde; geçmiş zamandır. Kırmancki; mang ma ze; Türkçesi; ineğimiz doğurmuş. Kırmancki; miya ma ze; Türkçesi; bizim koyunumuz doğurmuş. Ne zaman doğurduğu belli değil.

Sümerlilerin egemenliği altındaki Lagaş şehirine Gutili Kralı Gudea seçildi; yüzyıllık Guti-Sümer dönemi (2150-2050) başladı. Yerli kabilelerin ekolojik köy yaşantısının şehir beylikleriyle uyumlu çalışması sonucu tarihin o döneminde, bir bilgi fışkırması yaşandı. İnsanlık rahat bir nefes aldı. İlk yazılı Sümer kanunları reformdan geçirilerek, üçüncü Ur sülalesinin kurucusu Ur-Namnu adıyla yeniden insanlığa armağan edildi. O tarihsel koşulların toplumsal ve felsefi etkenlerin sonucu olarak Aryen Güneş kültü ve tabiat inancında büyük bir reform yapan ikinci Zerdüşt, yani Ateşten gelen Huşeng‘in (Brahim’in) ortaya çıkışını sağladı. Yani tek tanrılı Semavi dinlerin anlatıldığı gibi Hurrilerin önderi filozof Brahim, öyle yaşamdan kopuk, soyut bir olgu değil; onu var eden, şekillendiren ve anlam kazandıran bu dağlı kabilelerin Güneş Tanrısı Mitra etrafında birliklerini oluşturan toplumsal ve felsefi koşulların varlığıdır. Brahim, Hurrilerin Goş aşiretin tapınaklarında Güneş Tanrısı Mitra dışında, irili ufaklık bütün Tanrı’ları yok etmeye çalışarak, tiran devletlere karşı toplumu her zaman için tek vücut Güneş Tanrısı Mitra etrafında birleşmeye çağırıyordu. Bunun üzerine Babil Kralı Nemrut, o bölgede yürüttüğü büyük bir komplo ile Brahim’i tutuklattı. Ve “madem ateşi kutsal görüyorsun, Güneş’e inanıyorsun. Seni o inandığın ateşe atıyorum. Eğer o ateşte yanmadıysan ben de senin Tanrı’na inanırım,” diyerek Brahim’e “Ateşe atma cezası” verildi. Bugünkü haliyle idam cezası. Tıpkı 1999’da uluslararası büyük bir komplo ile Kenya’da tutuklanıp, Batı’nın Ortadoğu Jandarması Türkiye’ye teslim edilip, Tanrılardan ateşi çalan Prometheus misali Ege kayalarında çarmıha gerilen Kürt önder Abdullah Öcalan’ın etrafında Kürtlerin (72 insanın) bedenlerini ateşe vererek ateş çemberi oluşturdukları gibi; Kürtlerin öncüleri olan Hurriler de Brahim’in etrafında bedenlerinden bir ateş çemberi oluşturdular. Bedenlerinden öylesine inançlı ve fedai bir ateş çemberi oluşturdular ki, bu ateş çemberi Brahim ile ateş arasına bir buz tabakası oluşturdu. Nemrut tarafından yakılan gür ateşin içine, efsaneye göre mancınıkla (uzun bir el, gizli bir el ya da bugünkü uluslararası güçler anlamında kullanılmıştır) atılan Brahim, atıldığı ateşte yanmamasını sağladılar. Huşeng (Brahim) atıldığı ateşten yanmadan çıkıp geldi. Bu yüzden tarihçiler ‘Ateşten gelen Huşeng’ derler ona. Huşeng’in takma adı Brahim’dir. İnsanoğlunun çok tanrılı dönemden tek tanrılı döneme geçişin sembolü olan Brahim’in “Ateşe atma olayı” efsaneleşerek günümüze kadar gelmektedir. Efsanede, mitoloji gibi çok güçlü tarihsel imge ve çağrışımlarla gelecek kuşaklara kendi dönemini anlatan hakikat dilidir. Uygarlık güçleri tarafından önderleri uluslararası büyük bir komplo ile tutuklanıp ateşe atıldıkları dönemlerde, bugünkü Kürtler ve öncü ataları gibi önderlerini korumak amacıyla etrafında bedenlerinden fedaice ateş çemberi oluşturup ateşle önderleri arasına soğuk bir buz tabakasını çeken başka bir halk yoktur. Bu ancak neolitik devrimin çekirdek bölgesinde Ana tanrıca dilini, doğa ile iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa yaşayan, ekolojik, özgür, özerk bir inanç felsefesi olan Zerdüşt, Êzîdîlik ve Güneş kültü’nü yaratan Aryen halkı Kürtlere özgü bir erdemliliktir. Kimilerine göre abartılı görünse de, tarihi gerçekler bunları göstermektedir.

1500 yıl sonra İsrailoğulları Babil’e sürgün edildiklerinde bu “Brahim’in ateşe atıldığı efsanesini” Medler’den öğrendiler. Babil sürgününden önce İsrailoğulları’n tarihinde böyle bir efsane yoktur. Ne tufan efsanese, ne de Brahim efsanesi.  Medler, Asurları M.Ö. 21.03. 612 tarihinde yendikten sonra bütün Mezopotamya halklarına özgürlük getirdikleri gibi İsrailoğulların da özgürlüklerine kavuşmasını sağladılar. Ülkelerine geri dönün ve yeniden inşa ettikleri Süleyman tapınağında Hahambaşlarına M.Ö.500 ile 150 yılları arasında yazdırdıkları Tevrat’ın temel düşüncesinde; Aryenli filozof Brahim’in çarpıtılmış düşünceleri ve  Sümer yazılı kanunlarını Musa’nın ‘on emir’i olarak işlediler. Tufanı yaşayan Ziusudra (Nuh) efsanesi, ‘Brahim efsanesi ve Musa’nın on emir’ine temel teşkil eden Sümer kanunları, düzeltmenler tarafından İsrailoğulları’na yeni bir bakış açısı vermek ve onları 3-4 bin yıllık tarihsel projeleri için kullanmak amacıyla değiştirilmiş, düzeltilmiş ve yeniden düzenlenmiştir. Yani 1500 yıl sonra Semitik tüccarlar, Aryen halkların bir filozofu olan Brahim’in adının önüne ‘A‘ harfını koyup Abrahim yaparak, İbraniceye çevirdikleri Abrahim’ı İsrailoğulları’n atası yaptılar. Bununla yetinmediler, devşirme Türklerin, “bütün diller Türkçe’den türemiştir,” yalanın ilki İsrailoğulların dili için uyduruldu ve denildi ki, “Bütün diller kutsal İbraniceden türemiştir.”  18. Yüzyılın sonunda yapılan arkeolojik kazılarda, Neolitik devrimi yaratan Aryen halkları denen proto-Kürt, yani Sümerler döneminde en az M.Ö. 4.500-5.000  yıllarında bölgede yaşayan Guti, Lulubi, kasitt, Hurri  kabile dillerin yaşı ortaya çıkınca, İbranicenin kutsal şeceresinin asılsızlığı da ortaya çıktı. Nasıl ki Türkçe kelimelerin % 70’si Fansca, Arapça ve Kürtçe kelimelerden oluşmuşsa; İbranice de, Süryanice ve Babil karışımı önemsiz bir dildi.

2500 sonra da Brahim’in adının önüne ‘İ‘ harfını koyup İbrahim yaparak, Arapçaya çevirdikleri İbrahim’i Arapların atası yaptılar ve bu yalanı bütün insanlığa yutturdular. Maskeli kötü tanrılar ve Semavi dinlerin inşa edicileri olan Semitik tüccarlar, dünyanın en büyük kültür ve ülke hırsızlarıdır! Bunların tarihi hırsızlıkları üzerine onlarca kitap yazılabilir. Daha fazla hırsızlıkları, yalanları ortaya çıkmasın diye Arkeolojik kazılar sonucu toprak altından çıkarılan binlerce Sümer tabletlerin çevirilerini bilinçli bir şekilde engellemeye çalışıyorlar.

Batı üniversitelerinde çalışan bilim insanları ve profesörlerin bu tarihi gerçeklerden haberleri var. Ama gelgelelim onların birçoğu uygarlık güçlerine çalıştıkları için bu tarihi gerçekleri dile getirmek istemiyorlar. Tevrat’ı, Sümer belgeleri ışığında eleştiremedikleri için, hâlâ İbranicenin kutsallığından, Abrahim (Brahim) ve Nuh’un (Ziusudra’nın) İsrailoğulları’n ataları olduğundan bahsediyorlar. Yani Semitik tüccarların gerici Arabistan merkezci peygamberlik geleneğiyle inşa ettikleri Semavi dinlerin kıblelerinden şaşmıyorlar!

M.Ö. 6000 ile 2000 yılları arasında dünyanın kültür merkezi, daha önce Neolitik devrimin yaratıldığı, Dicle ve Fırat nehirleri arasında ilk Sümer şehir beyliklerin kurulduğu Mezopotamya coğrafyasıydı. Tabiatın bilimsel inancı ve ekolojik Güneş kültü ile beslenen Sümer şehir beyliklerin Aryen kültürü binlerce yıl Hindistan üzerin Çin‘e, Ege-Yunanistan üzerinden Avrupa’ya yayılıyordu. Hindistan‘dan Ispanya kıyılarına kadar ki koridorda yaşayan ve binlerce yıl bu Aryen Güneş-Mitra kültü ve tabiat inancından beslenip dillerini, kültürlerini, inançlarını oluşturdular. Bu yüzden bütün tarihçiler o dönemde bu koridorda yaşayan Aryen halkların dillerine ve kültürlerine Hind-Avrupa dil grubu ve kültürü derler.

Guti, Lulubi, Lor, Hurri, Kassit, Mitani ve Med kabilelerini yüzyıllardır Arabistan merkezci gerici, karanlık sömürge ideolojilerle siyasi asimilasyona tabi tutmaya çalışan, yerli Aryen halkların kültürel, siyasal, sosyal yapısını hedef almış, Akad devleti gibi hemşerilerini getirip yerleştirerek demografik yapıyı yok etmeye çalışan işgalcı Asur devletine yıkıcı bir darbe vurmak amacıyla dağlarda ateş yakıp birbirine haber vererek Zagmuk -doğuş-diriliş bayram günü olan 21.03.612 tarihinde, onu bir daha dönüşü olmayan tarihin çöplüğüne attıklarında da, sadece bütün Mezopotamya halklarına özgürlük getirmemişlerdi. İkinci Zerdüşt’ün hümanist doğa inancında reform yapan üçüncü Zerdüşt felsefe sistemi, güneş kültü, halkların barışçıl, demokratik özerk bir yönetim içinde bir arada birlikte yaşamaların koşullarını yaratmıştı. İsrailoğulları Babil sürgünündeyken Medler’in insanlık için yaratmış oldukları o erdemli ortamdan o kadar etkilenmişlerdi ki, Tevrat Medler’in o dönemdeki kanunlarından bahsetmektedir: “Medler’in ve Farslar’ın değişmez kanunlarına göre bu söz doğrudur. Kanunlar önünde herkes eşittir. Medler’in ve Farslar’ın kanunudur, kralın koymuş olduğu hiçbir yasa ve kanun değişmez” diyerek dünyaya örnek olan Medler’in Persler ile yaptıkları demokratik özerklik yönetimi, edebiyat, sanat ve felsefî düşünceler dünyaya hızla yayıldı. Tarihin o döneminde de, büyük bir bilgi fışkırması yaşandı. Aryen halkların iyilik ve aydınlık Tanrı’sının galip gelmesi, halklar arasındaki kardeşlik duygularını arttırmış, birbirleriyle savaşmama durumu başta Mezopotamya coğrafyası olmak üzere bütün dünyaya barış ve huzur havasını getirmişti. Zerdüşt felsefesinin hümanist doğa inancı 50 yıl içinde Ege Denizi üzerinden Yunanistan’a ulaşarak, Yunaistan’da birçok aydın filozofların ortaya çıkmasını sağlarken; 50 yıl içinde de doğuda Hindistan’a ulaşmış, hümanist doğa inancı olan Budizm’in ortaya çıkmasını sağlamıştı. 60-70 yıl içinde de Çin’e ulaşmış, orda eskiden beri Mezopotamya’dan beslenen ve bir bilginler öğretisi olan tabiat inancı üzerinde filozof Konfüçyüs (filozof Kung) tarafından ülkeyi barış ve huzura kavuşturan hümanist doğa inancı olan Konfüçyüsçülük dinin ortaya çıkmasını sağlamıştı. Çin, Zerdüşt felsefesini kopyalamamıştı; tam tersine, bu tarihsel gelişmeyi kendine özgü kapılı coğrafya koşullarında kendisine göre değiştirerek, yerel gelişmeye başat bir yol vererek daha iyisini yaparak başarıya ulaşmıştır. Bu dört hümanist doğa inancında (Zerdüşt, Êzîdîlik, Budizm, Konfüçyüsçülük) insanları öldürmek ve halkların birbirleriyle savaşması yasaktır.

Dağlarda doğa ile iç içe ekolojik köy yaşamı içinde yaşayan Aryen kabilelerin Akad devletini yıktıkları dönemdeki gibi, aydınlık ve iyi Tanrı’nın kötü Tanrı’nın karanlığına son verdiği; gene doğanın, canlıların uzayan gün ışığıyla başlayan baharla beraber dirilişi olduğu kadar, toplumun tiran devletlere karşı o güne kadar kutlamış oldukları Zagmuk -doğuş-diriliş bayramını, o tarihten sonra Newroz diriliş-doğum bayramı olarak kutlamaya başladılar. Ve dağlarda 21 Mart günü yakılan ateşler üç gün boyunca hiç sönmeden yandı.

Savaşları tetikleyen, bir insan icadı olan Semavi dinleridir

Başka önemli bir nokta; Aryen halkları kuzey Mezopotamya’da Sümer şehir beylikleri kurar kurmaz ve bu şehir beyliklerin zenginlikleri, uygarlıkları büyüyüp genişledikçe; Arabistan yarımadası ve Mısır bölgesinde yaşayan Semitik halkların en gerici, en elit, bir avuç kabile reisleri sayılan Semitik tüccarlarla, zengin bölge sayılan “Mezopotamya‘nın topraklarına ve siyasi yönetimine sahip olma“ tarihsel kavgaları ve savaşları başlamış oldu. Arabistan çöllerinden topladıkları barbar göç akınlarıyla iki bin yıl boyunca sürekli Sümer şehir beylerine saldırıp yağmalayıp talan ederek, erdemli insanlığa  yakışmayacak, hukuka sığmayacak bir şekilde açıkça hırsızlık yapıyorlardı. Uygarlıktan geçinmeye çalışıyorlardı. Bu barbar göç akınları ve yağmalayıp talan etme sonucunda önce Mezopotamya topraklarında işgalcı Akad devletini, o yıkılınca, ardından bin yıl süren zalim Asur devletini kurdular. Üçüncü Zerdüşt’ün Med çocukların 300 yıllık mücadelesi sonucu o da yıkılınca, Semitik tüccarlar; ticari ilişkilerde oldukları Sümer kaynaklarından çıkardıkları mitoslarını, efsanelerini, destanlarını, masallarını ve tanınmış atalarının adlarını çaldılar; derlemeciler ve düzeltmenler bunları gerici Arabistan kültürüyle karıştırıp değiştirmişler, düzeltmişler ve yeniden düzenlemeler yaparak geliştirmiş ve hegemonyaları altına alacakları iktidarlara ideolojik bir güç kazandırmak amacıyla tek Tanrı’lı Semavi dinlerini ard arda, bu elde ettikleri araçlarla inşa ettiler. Ve kendi ekonomik, ticari, siyasi ve aile çıkarlarını din karanlığı üstüne kurmak isteyen Semitik tüccarlar; Aryen halklarından dört bin yıl gerilerde yaşayan ve kendilerine ait olmayan bu düşünceleri Sami halkların kafalarına yukardan boca edip koç başı olarak kullanmaya başladılar. Bu Arabistan merkezci Semavi dinlerini inşa edip Mezopotamya bölgesini yağmalamaya başladıklarında görüldü ki, işgal edecekleri bölgelerde yağma, talan ve hırsızlıklarını din kılıfı altında rahatlıkla gizliye biliyorlardı. Musevilik dini Filistin bölgesini işgal ederek, işgalcılığa, yağma, talana meşruiyet kazandırmıştı. İslam, Müslüman olmayan bölgeleri işgal etmek, köylere, şehirlere gece baskınları düzenleyip erkekleri öldürüp insan kanında boğulup katil olmak, kadınlarına, mal-mülklerine el koymak, yağma, talan ve hırsızlıklarına meşruiyet kazandırmak amacıyla “gayrı müslimlerin malı ve kanı Müslümana helaldır,” diyerek atalarının binlerce yıldır Mezopotamya bölgesindeki Sümer uygarlığına saldırıp yağma, talan ve hırsızlıklarına din kılıfı altında meşruiyet kazandırmaktan başka bir şey değildi. Cihatcı İslam ideolojisiyle yetişen Arap orduları bütün Mezopotamya, Ön Asya ve Kuzey Afrika kıtalarını din kılıfı altında işgal ettiler. Hem “Müslüman değil, katli helaldir!” diye cihatçı fetva çağrısı alan müminler, insanları öldürüp bedavadan mal-mülklerine sahip olurlar ve örtülü hırsızlıkla birden zengin oluyorlardı, hem de din kılıfı altında başkaların ülkelerini işgal ediyorlardı. Üstüne üstelik İslam’ın (Arapların) Tanrı’sı Allah, insanları öldüren müminleri cennetle mükafatlandıracağını söylüyordu:

”Allah şüphesiz yolunda savaşıp öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını -Tevrat, İncil ve Kuran’da söz verilmiş hak olarak- cennet karşılığında satın almıştır. Verdiği sözü, Allah’tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin! Bu büyük başarıdır” (Tevbe Suresi, 111)

Böyle bir şey olabilir mi ya! İnsanlık bu tür barbarlığı, gericiliği bırakalı 5-6 bin yıl oluyor. Onlar hâlâ din kılıfı altında barbarca yağma ve talanlarını yürüterek, Tanrı adına insanları öldürüyorlardı, hırsızlık yapıyorlardı. Ve bunun Allah’ın emirleri olduğuna kendilerini inandırmaya çalışıyorlardı. Bunların ilk yazılı Sümer kanunlarından ve bugün bütün insanlığın kabul ettiği medeni, erdemli kanunlardan, insan haklarından, hak hukuktan haberleri yok.

Farklı inançdaki insanları öldürerek mal-mülklerine sahip olmak ve başkalarının ülkelerini işgal etmek, Semitik tüccarların Arabistan merkezci çok gerici kültürle inşa ettikleri ve kötülük yapmak isteyen insanların icat ettikleri Semavi dinlerine has bir özeliktir. Semavi dinleri, Semitik tüccarların kendi aile ve aşiret çıkarları için Aryen halkların hümanist doğa inancı ve Güneş kültü’ne karşı insan zekası ile icat ettikleri savaş sever dinlerdir. Saf ve temiz insanların inandığı gerçek Tanrı’nın dinleriyle hiçbir ilişkileri yoktur. Çünkü ayrı din, mezhep ve farklı halkları birbirine kırdıran savaş sever dinlerdir. Tanrıları savaş severdir. Dinleri savaş severdir. Peygamberleri savaş severdir. Gerçek Tanrı halkları birbirine düşman edip kırdırır mı? Savaştırır mı? Gerçek Tanrı savaş sever olabilir mi? Hayır.

Evet, Semitik tüccarlar, Arabistan merkezci peygamberlik geleneğiyle inşa ettikleri tek tanrılı dinlerle, sadece Arabistan bölgesini dünya dinlerinin merkezi haline getirmediler, aynı zamanda barbar gerici kültürün, ekonominin, siyaset ve politiğin merkezi haline getirdiler. Herkesi Kudüs ve Mekke’ye hacca gitmeye ikna ederek, rızasını alarak oralara paralarını harcamalarını, oraları sermaye birikimin merkezi haline getirdiler. Ve böylece inşa ettikleri Semavi din tüccarlığı üzerinden bugünkü dünya para imparatorluklarını kurmuş oldular. Eğer siz binlerce yıl önce Sümer yazarlarının, öğretmenlerinin, aydınlarının o döneminde çivi yazısıyla yazılan tabletlerin çevirilerini Turan Dursun gibi okursanız, bu Semavi din tüccarların „Kutsal Kitaplar“ diye size yutturduğu mitosları, efsaneleri, destanları, hikâyeleri nerden çaldığını, Aryen halkların ataları olan kralları ve filozofları nasıl Sami halklara, “İşte sizin atalarınız tufanı yaşayanlar, güneş tanrısının arkasında koşanlar ve onlar Hurrilerin ülkesi Ur’dan, Harran’da geldiler” diye düzmece yalanlarla gösterdiklerini göreceksiniz!.. Ve Semavi dinleri diye bir şey ortada kalmaz! Ne Semavi dinleri diye bir şey ortada kalır, ne de yüzyıllardır onların vekalet savaşlarını yürüten Siyonistler, cihadist İslamcılar ve devşirme Türkler kalır.

Tevrat, İncil ve  Kuran’ı ezbere bilen ve Diyanet Müftüsü olarak çalışan Turan Dursun, çevrilen Sümer tabletlerini okuduktan sonra müftülükten ayrıldı. Ateist oldu. “Tabu Can Çekişiyor” adı altında üç ciltlik kitap ve “Kutsal Kitapların Kaynakları’ gibi birçok kitapla Semavi dinlerin büyük eleştirisini yaptı. Turan Dursun’a soruyorlar, ”Hocam siz Kutsal Kitapları ezbere biliyorsunuz. Diyanette müftülük yaptınız. Birden dini bıraktınız, ateist oldunuz. Karl Marx’ın, Engels’in, Lenin’in kitaplarını okuduğunuz için mi ateist oldunuz.”

Turan Dursun şöyle yanıt veriyor:

”Hayır. Çevrilen Sümer tabletlerini okudum. Baktım orda ne varsa hepsi ’Kutsal Kitaplara’ geçmiş. Kendi kendime sordum, ’Kutsal Kitaplar mı Sümerlerden kopya yaptı, yoksa Sümerler mi Kutsal Kitaplardan kopya yaptı?’ Günlerce, haftalarca, aylarca düşündüm. Sonunda kendi kendime dedim ki, ’Yahu bu Sümerler, Kutsal kitaplar daha ortada yokken; bu mitosları, Gılgamış içinde çıkan tufan efsanesi, destan ve masalları yazmışlar. Sümerlerin Kutsal kitaplardan kopya yapması imkansız. Demek ki Kutsal Kitaplar Sümerler’den kopya çekmiş kanaatine vardım. İşte ondan sonra her şey çorap söküğü gibi çözüldü. Kutsal Kitaplar’ın kökünün Sümerler’e dayandığını öğrenmiş oldum.”

Daha ‘Kutsal Kitaplar’ yazılmadan, Arabistan çöllerinden topladıkları barbarla uygarlıklarını yıkmaya çalışan Semitik tüccarları çok iyi tanıyan ve onların tarihsel kültür hırsızlığını sezen, Sümerli Ludingirra, ’insanlara uygarlığımız unutturulduktan’ sonra, ”Biz ne yaptık, ne başardıysa  hepsini onlar üstlenecekler.” diye daha Akadlar döneminde, bundan 4400 yıl önce, ’Bu öyküleri neden yazıyorum’ birinci tabletinde şöyle  yazıyordu:

”Topraklarımıza ilkel geldiler; sayemizde uygar olmaya başladılar. Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler. Sonra da ’biz yaptık, biz bulduk’ diye övünmeye başladılar. Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak. Biz ne yaptık, ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler.”[7]

Ludingirra ne kadar haklı çıkmış!..

Kuzey Mezopotamya coğrafyasında yaşayan Aryen halkların otantik halini temsil eden ve Güneşe olan bağlılıklarını da ifade eden Güneş kültü ve tabiat inancı Neolitik devrimden beri devam eden kültürün değişik ve farklı aşamalarıyla yerel ve dış uygarlıklara karşı mücadele ederek günümüze kadar gelmektedir. Zerdüşt ve Êzîdîlik felsefesi, Güneş kültü ve tabiat inancı iktidarı sevmez. Bu yüzden iktidarların, uygarlıkların katliamlarına maruz kalmıştır. Güneş kültü, kadının öncülük ettiği ekolojik, demokratik bir akla ve hukuka sahiptir. Mitra Güneş Tanrısı, yeryüzündeki bütün varlıklara eşit düzeyde ışığını verir ve onları korur. Bütün insan topluluklarını, tüm varlıkları ayrım yapmadan aynı gözle görür. Zerdüşt kökenli bugünkü Aleviler de, “72 milleti aynı gözle  görür.“

Kürt halkı Tanrı’ya Haq ya da  ‘Xa-de‘ (kendinden veren), yani Tanrı’nın her şeyi kendi beden yapısından yarattığını söyleyen Zendüşt inancın ilk maddesi, “Ve kendinden tüm varlıkları oluşturdu“ ilkesine göre, Tanrı’nın evrensel beden yapısında dört element var; ateş, su, hava ve toprak. Evrende var olan, görünen ve görünmeyen her şeyi, Tanrı’nın kendi beden yapısından var ettiği nesnelerdir. Dolayısıyla insan da dahil evrendeki bütün varlıklar Tanrı’nın birer parçasıdır ve kutsaldır. İnsan Tanrı‘nın bir parçasıyla; Tanrı’nın bütün niteliklerini ve niceliklerini içinde barındıran kutsal bir varlıktır. Doğaya zarar veren, başka canlılara zarar verip öldüren kendi Tanrı’sını yaralayıp öldürmüş olur. Bir insanı öldüren, kendi Tanrı’sını öldürmüş olur. Bu tabiat inancıyla yaşayan topluluklar doğa ile iç içe demokratik, anaerkilik bir sistemde yaşamak isteyen topluluklardır. Kendilerinin uygarlık güçlerin baskıcı iktidarında ne gözü vardır, ne hegomonya altında yaşamak isterler, ne de hegemonya kurmak isterler. Zerdüşt, haksızlıklara kapalı bir inanç sistemidir. Ne haksızlık ister, ne de haksızlığın kendisine yapılmasını ister. İyi Tanrı ile kötü Tanrı arasındaki farkı çok iyi bilir.

Guti, Lulubi ve Sümer yaratılış mitosu:

Guti, Lulubi ve Sümer kültür inancında ilkin tatlı su deniz tanrısı erkek Apsu ile tuzlu su tanrıçası dişi Tiamat yoktan var oldular. Tatlı su tanrısı Apsu ile tuzlu su tanrıçası Tiaman sularını birbirine karıştırdılar. Bu döllenme ve birleşmeden önce Mummu oğulları, sonra kara derili Lahnu ve Lahanu ile dünyanın alt ve üst yartılışına geçtiler. Daha sonra Apsu ile ana tanrı Tiamat’ten üst dünya tanrısı Anşar, alt dünya tanrısı Kişar, gök tanrısı An, hava ve yer tanrısı Enlil ve ilk deniz tanrısı Enki doğdular. Sümer mitosuna göre; bu tanrılar doğumlarından sonra çok çirkin yaramazlıklar yaptılar. Apsu, çocuklarının bu çirkin davranışlarından çok rahatsız olur. İlk oğlu Mummu ile tanrıça karısı Tiamat ile görüşerek, bu yaramaz genç tanrıları yok etmek için izin ister. Genç tanrılar bu haberi öğrenince çok korkuyorlar. Bunlardan hava ve yer tanrısı Enlil akıllı birisiydi ve efsunlama gücü vardı. Planlanan olayların önüne geçmek için babasını yok eder, kardeşi Mummu’yu da esir alır.

 

İşte asıl çirkin davranış bundan sonra gerçekleşir. Tanrıça Tiamat kocasının intikamını almak amacıyla Enlil’in bulunduğu platformda ejderhalar, dev yılanlar, deniz aygırları, kudurmuş köpekler, akrepler, büyük fırtınalar, yıldırımlı boralar, deniz koçları yaratır. Enlil, tanrıça Tiamat’ın karşısına oğlu Ninuraş’ı çıkarır.

 

Yer ve hava tanrısı Enlil (Ellîl), yeryüzünde hayvanları ve bitkileri yarattıktan sonra sıra insana gelmişti. Kendilerine görevler verilen tanrılar gökyüzünde istirahat ederken, onların angarya işlerini yapmaları için Enlil (Ellîl), kann ve kemikten (toprak) insan yapmaya karar verir. (Üç bin yıl sonra, Semitik tüccarlar Sümerliler’in bu mitosundan esinlenerek Kutsal Kitaplar’a Adem ile Havva hikâyesini koydular.) Tanrıça Tiamat’ın ikinci kocası olan tanrı Kingu kesilerek kanıyla insan çamuru yoğrulur. Tanrı kanıyla yoğrulmuş toprak çamura şekil verildikten sonra ruh verilerek, tanrı kanı ve bedeninden insan yaratılmış oluyor. (Tevrat’ın Adem ile Havva’nın topraktan yaratıldığı düşüncesinin kökeni buraya dayanıyor.) Yani Aryen kültüründe tanrı, insanı kendi kanı ve bedeninden yaratmıştır. Zerdüşt, Êzîdîlik ve Mitra inancında da bu böyledir. Tanrı kanının yoğrulduğu çamur madde hiç kuşkusuz topraktır. Aryen halkların binlerce yıllık Zerdüşt, Êzîdîlik ve Mitra inancında, „insanın tanrının bir parçası olduğunu, dolayısıyla tanrının bütün nitelik ve özelliklerini içinde taşıdığını, en az tanrı kadar değerli ve kıymetli olduğu“ önemle vurgulayan felsefi düşüncenin temeli burdan kaynaklanıyordu.

Guti Sümer Tanrısı Enlil (Ellîl)

Yer ve “Hava tanrısı Enlil (Ellil) yerden göğü ayırdı ve babası An göğü ele geçirirken, Enlil Annesi Ki’yi  yeri ele geçirdi. Enlil ile annesi Ki’nin birleşmesi evrenin düzenlenmesini, insanın yaratılışını ve uygarlığın kuruluşunu başlattı. (…) Evrenin düzenlenmesinde ‘iyi günlerin gelmesini sağlayan’ın hava tanrısı Enlil olduğunu öğreniyoruz; ‘topraktan tohum çıkarmayı‘ ve ülkeyi hegal’i, yani bolluk, bereket ve mutluluk getirmeyi aklına koyan Enlil’dir. İnsan tarafından kullanılan tarım aletlerinin ilk örnekleri olan kazmaya belki sabana da ilk biçim veren yine bu aynı Enlildir; çiftçi Enten’i sadık ve güvenilir rençberi olarak atayan odur.“ (Samuel Noah Kramer, Sümer Mitolojisi, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2001, s.83-87)

Görülüyor ki Gutiler, Sümerlerin en büyük Tanrı’ları arasında yer alan Enlil’nin (Ellîl’in) çok büyük bir önemi var. Enlil, gök tnrısı An ile yer tanrsı Ki’nin oğludur. Gök ile yer ayrıldıktan sonra, gök tanrısı An göğü, hava tanrısı Enlil yeri ele geçirmiştir. Yer ve hava tanrısıdır.

Dicle Fırat arasındaki Verimli Hilal’da Neolitik devrimi gerçekleştirip ilk tarım araçlarının kullanımı, ilk yabanı hayvanların evcilleştirilmesi ve üretici köylerin oluşturulduğu tarihsel gelişim sürecinde tanrılar panteonundan toplayıp alacakları bilgi ve tecrübe çok önemlidir. Bu yüzden uygarlığın ilk kurulduğu Neolitik devrimin çekirdek bölgesindeki Kürdistan topraklarında binlerce yıldır çiftçiler çalışmaya başlarken inançlarında onlara ruhen güç ve enerji veren Güneş tanrısı Mitra ve yer-hava tanrısı Enlil’in (Ellîl’in) adını her zaman anarak, şükranlarını sunarak işlerine başlarlar. Güneşsiz, topraksız, havasız ve sussuz hiçbir canlının yaşamayacağını biliyorlar: Dört element; ateş, toprak, hava ve su.

Zagros dağların eteklerinin hemen dibinde doğa ile iç içe yaşayan köylerde bahar aylarında sabanla tarla ekmeye, bağ, bahçe bostan ekmeye başlamalarından ta güzün ürünlerini toplayıp harmanlamasına, depolarda saklamalarına ve her gün sabahtan akşama kadar harıl harıl çalışan çiftçileri, özellik zaman zaman yanında çalıştığım çiftçi babamı düşündükçe, nedense çok eski zamanlardan (Sümerlilerden) kalan saban ve kazmalarıyla tarlalarda iş yapan bu çiftçiler bana hep Sümerler dönemlerindeki çiftçileri anımsatıyordu. Daha da ilginç olanı, babam ve çevre köylerin bütün çiftçileri işe başlarken binlerce yılların geleneğiyle yeni doğan Güneşe bakarlar, üç kere işaret parmaklarını öperler (Kele xo ane), alnına götürüp getirirler ve ”Ya Ellî, ya Haq!” derler.

Sümercenin iki lehçesi var; asıl lehçe, Emesal lehçesi (kadın dili). Emesal lehçe aynı zamanda uygarlık dışında yaşayan Guti, Lulubi, Lor, Hurri, Mittani ve Kassit kabilelerin dilidir. Emesal lehçe ”asıl lehçeye fazlasıyla benzer ve yalnızca düzenli karakteristik fonetik çekimler göstermesiyle ayrılır.”(age)  Enlil Sümercenin asıl lehçesiyle söylenen tanrı adıdır; aynı tanrının Emesal lehçesindeki adı ise Ellîl’dir.  Ellîl, etimolojik olarak Hurricedir. Ellîl kökünden gelen Bugünkü Kürtçe’nin Kırmanckî lehçesinde “Ellî” diye okunur. Haq, yani Tanrı ile bir anılır.

Dolayısıyla doğa ile iç içe demokratik bir yaşam inancında olan geçmişin Zerdüşt topluluklarının ve bugünkü Alevilerin, “Ya Elli, ya Haq!” söylemlerinin İslam’daki Ali ya da Muhammed ile hiçbir ilgisi yok. Buna rağmen son 40-30 yıldır Türkiye’de kurulan Cemevlerinde Alevi topluluklarına, “Ya Ali ya Muhammed” diye çarptırılmış bir şekilde okutuluyor. Ve yönlerini, kıblelerini bilinçli bir şekilde Arabistan çöl merkezci gerici Semavi dinlerin kültürüne çevriliyor. Yarın camilerde namaz da kıldırsalar şaşmayın! Yeryüzü tanrılarımız Ortadoğu’da cihatçı İslamlar eliyle kadınların cadı ilan edilip yakılacağı karanlık bir çağı hazırlıyor bize. Alevilerin bu yüzden çok dikkatlı olmaları gerekir.

Hakem Tanrı Mitra Mitolojisi

 

M.Ö. İki ile üç bin yılları arası aynı bölgede tanrıların giderek azaldığı; erdemli Aryen kültür felsefesinden çok daha geri çağlarda yaşayan barbar Sami halkların kültür felsefesi ve işgal savaşların şiddetlendiği bir dönemde; iyilik-aydınlık tanrısı Ahura Mazda (Yezdan) ve kötülük-karanlık tanrısı Ahriman diye zıdların birliği diyaletiği anlamda şekillenip gelişen doğa ve hümanizm Zerdüşt öğretisi de, insan da dahil tüm varlıkların  bizzat tanrının kendi parçaları olarak var olduklarını açıkça belirtmektedir.

 

En büyük Baştanrı Zervan’ın oğulları olan Ahura Mazda ve Ahriman arasında ise güneş tanrısı Mitra vardır. Mitra, bu iyilik tanrısı ile kötülük tanrısının savaşlarında karşılıklı mücadelesinde hakem rolünde olduğuna inanılır. İnanış mitolojisine göre; Ahura Mazda kardeşi olan Ahriman’ı bir eğlenceye davet eder. Ahriman daveti kabul edip gelir ama yemek yemeyi ’çocuklarının yarışması’ şartına bağlar. Şart kabul edilir ve bu yarışma için her iki tanrı bir hakem ararken kimseyi bulamıyorlar. Bunun üzerine güneş tanrısı Mitra’yı yaratırlar. Yarışmada, Ahriman’ın çocukları (Semitik tüccarların çocukları), Ahura Mazda’nın çocuklarını (Aryen halkın çocuklarını) Akad devleti döneminde yeniyorlar. Bu mitolojide; kadim insanların kendi aralarındaki ekonomik ve ticari ilişkileri düzenlemek amacıyla ihtiyaç duydukları yeni tanrıları nasıl yarattıklarını gösteriyor. Bu da demek oluyor ki, her mitoloji, kendi dönemin hakikat dilidir.

 

İkinci Zerdüşt olan Huşeng (Brahim) ile üçünçü Zerdüşt dönemlerinde uygarlık güçlerin sahadaki ekonomik, siyasi, felsefi ve kültür savaşları; yani Semitik tüccarları’n erdemli Sümer uygarlığını barbar Sami kabileleriyle yağmalayıp yıkmaya çalıştıkları dönemlerde (MÖ.2040-660); iyilik, aydınlık ve bilginlik Aryen kültü ile kötülük, karanlık ve barbar Sami kültür çatışmasının insanların inançlarına yansıması olarak da okunabilir.

 

Üçüncü Zerdüşt dönemi bu anlamda neolotik dönemden beri, binlerce yıldır yukarı Mezopotamya’da gelişen erdemli Guti, Lulubi, Hurri ve Sümer kültür (iyilik-aydınlık tanrısı Ahura Mazda) ile barbar Sami kültür (kötülük-karanlık tanrısı Ahriman) çatışma mücadelesinin doruğa çıktığı dönemdir.

 

Üçüncü Zerdüşt öğretisinde tanrının kendi bedeninden her şeyi oluşturduğunu şöyle anlatılır:

Ve kendinden tüm varlıkları oluşturdu.

Varlıkları oluşturunca onları kendi gövdesinde taşıdı.

Böylece devamlı olarak çoğalıp büyüdü ve her şey giderek güzelleşti.

Ve sonra diğerlerini biribiri arkasına gövdesinden var etmeye başladı.

Ve sonra kafasından göğü,

ve yeri ayaklarından var etti.

Ve suları göz yaşlarından,

ve bitkileri tüylerinden, ve ateşi kendi anlamından var etti.“ (Riv. Dat.Den xıvı 3-5, 11,13,28)

Kafası karış cahil devlet aydınları

Bizim bir de cahil devlet aydınlarımız var. Yıllarca siyasi asimilasyon fabrikaları olan Türk ve İslamlaştırma okullarında okumuşlar. O beyinlerine aşılanıp vicdanlarını teslim alan ırkçı-şoven Türk-İslam Tezin resmi ideolojisini, okulları bitirdikten sonra da, devlet kurumlarında çalışmaya devam ettikleri için bir türlü kafalarında atamadılar. Dolayısıyla uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin o coğrafyada soykırımdan geçirip katlettiği Ermenilere, Pontus Rumlarına, Süryanilere ve Kürtlere gizli bir düşmanlık duymaya/yapmaya devam ettiler. Uygarlık güçlerin İslamlaştırma, ardından Türkleştirme projelerini olduğu gibi kabul ettiler. Köklerini inkâr etmek için ellerinde geleni yapıyorlar. Sömürge zihniyetine hapsoldukları için kimliklerini inkâr ediyorlar. Evrensel Zerdüşt inancında kendini, soyunu sopunu inkâr etmek, özgürleşmemiş bir ruhun tutsaklığı demektir. Doğal olarak sömürge psikolojisi gerçeği görmeyi engeller.

Koçgiri, Dêrsim, Gımgım, Amed Kürt şehirlerindeki cahil Kürt aydınlarından bir örnek vereyim; kendilerinin, anne-babaları Kürtçe’nin Kırmancki lepçesini konuşuyorlar. Kürt olduklarını kesinlikle kabul etmiyorlar. Ama farklı bir dil konuştukları için Türk olmadıklarının da farkındalar. Kürdü, Türkü, Arabı hiç sevmezler. Hatta gizli bir düşmanlık duydukları da söylenebilir. ‘Zaza’ ya da ‘Alevi’ olduklarını söylüyorlar. “Anadolu Alevilerinden” olduğunu söylüyorlar. Alevilik bir inanç şekli, hangi millettensiniz?” diye sorulduğunda, “Zaza milliyetindeyiz” ya da “Alevi milliyetindeyiz” diyorlar. Devlet aydınlarının kafaları çok karışık olduğu için inanç ile etnik kimlik konularını birbirlerine karıştırıyorlar. Bazıları, ”Aleviliğin Ehli-Beyt’ten, yani Muhammed’in aile fertlerinden geldiğini” söylüyorlar.  Kimisi, “Sümer, Lulubi, Lor, Hitit ve Hurriler Alevi topluluklardı. Anadolu Alevi Bektaşılığı ordan gelir.” Ve ”Anadolu, Mezopotamya Sümer ve Hitit’lerden beri Alevi toprağı.” olduğunu söylüyorlar.

Zerdüşt kökeninden gelin Aleviliğin, İslam’ın bir mezhebi durumunda olan Ehli-Beyt ile hiçbir ilişkisi yok.

Selçuklu döneminde Anadolu ve Kürdistan halklarına İslam’ı zorla kabul ettirmenin yetersiz olduğu bir noktada, ikna ve inandırma yolunun de seçildiği bir süreçte ortaya çıkan Hacı Bektaşı Veli Hareketi ya da Anadolu Alevi Bektaşılığı, uygarlık güçlerin bir devlet projesi olduğunu bilmiyorlar. Lulubi, Lor, Hurri, Kassit ve Medlerin bugünkü Kürtlerin ataları olduğunu da bilmiyorlar.

Uygarlık güçleri, Bizans İmparatorluğunu yenilgiye uğratıp, Selçuklu devletini İslam’ın ileri karakolu olarak Anadolu’ya yerleştirince; bölgede yerli halkın büyük bir çoğunluğu henüz İslamlaştırılmamış Hıristiyanlar ve Zerdüşt kökenli Kızılbaşlar vardı. Selçuklu devletin resmi inancı İslam, ulusal olarak bir avuç göçmen Türk Sultanların yönetimi adı altında; birilerinin bölgeyi İslamlaştırma tarihsel projeleri çerçevesinde, bu bölgeye zorba uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi ilk defa yerleştirilmiş ama yerli halklara yabancı bir yönetim şekliydi. Dolayısıyla bölgenin yerleşik halkları ne İslam’ı, ne de barbar Türklerin iktidarını istemedikleri için, yeni yönetime hiçbir şekilde bağlanmak istememişlerdir. Bu yüzden ne vergi ve ne de asker vermemişlerdir. Her fırsatta kendilerine yabancı iktidara karşı tepkilerini, isyanlarını dile getirmişlerdir. Bu ayaklanmaları, isyanları Semitik taccarların Anadolu’da devlet güvencesi ve her türlü destek verdikleri Selçuklu devleti tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır.

Hacı Bektaşi Veli’den Balım Sultan’a Anadolu Bektaşiliği

M.S. 1239 Yılında  Bawa İshak önderliğinde Zerdüşt inancındaki halklar; kadın, erkek, genç, yaşlı, çocuk hep birlikte Dêrsim, Sivas, Bingöl, Malatya, Yozgat, Tokat, Çorum ve Amasya kentlerinde Selçuklu Sultanlarının İslam’ı Anadolu’ya sokmaya, şiddet kullanarak zorla İslamlaştırmak ve 400 yıldan beri bir türlü Müslümanlaştıramadıkları Zerdüş inancındaki Kürt aşiretlerini birbirine karşı kullanmak amacıyla bazı Dêrsim eyalet aşiret reislerine „Peygamberin sülalesinden“ geldiklerine dair şerece dağıtma soy küsatahlığına, katliam ve zulümlerine  karşı ayaklandılar. Üstün ahlak ve kültür anlayışındaki Zerdüşt öğretisine sahip Bawa İshak’ın görkemli yürüyüşü, kısa zamanda Anadolu ve Kürdistan’da bir insan seline dönüşür...

Yağma ve talancı devşirme Türkleri Anadolu’dan çıkarmak için, kendiliğinden büyük bir tepkiyle gelişen bu görkemli hareket belli bir yol güzergahında, bölgeyi İslamlaştırmak isteyen Semitik tüccarların altın gücüyle kullandıkları uygarlık yıkıcı Türk Ordusu’nun üzerlerine bir insan seli gibi yürür de yürür...

Ayaklanmalar kısa zamanda Adıyaman, Urfa, Antep ve Elbistan’a kadar, nerdeyse bütün Anadolu ve Kürdistan’a yayılınca, Selçuklu devleti’nde deprem olmuş gibi sarsılıp çöküşe doğru hızla yol alır. Uygarlık yıkıcı Türk sistemi olan Selçuklu devletin paralı devşirme ordusu önce Sıvas’ı, sonra Amasya ve Kayseri’yi terk etmek zorunda kalır.  Semitik tüccarların altın gücü ve Abbasi Halife’sinin askerlerine versin diye verdikleri vergilerle beslenen devşirme Türk ordusu arkasına bakmadan kaçar. Tam Selçuklu Sultanları başkent Konya’yı da terk edip Anadolu’dan kaçmayı planladıkları sırada; hatta Selçuklu Sultan’ı II. Gıyaseddin Keyhüsrev savaşı tümüyle kaybettiğini gözleriyle görerek Konya’dan ayrılıp gider. Ve Semitik tüccarların, Anadolu’ya Zerdüşt ve Hıristiyanlığa karşı yerleştirdikleri İslam’ın İleri Karakolu’nda yıkım çanları çalmaya başlar!

İşte tam bu sırada kral, halife ve devletlerin arkasındaki gizli güçler dediğimiz ve son iki bin yıldan beri yeryüzü tanrılarımız olan Semitik tüccarlar devreye girer. Nasıl ki binbir İngiliz oyunlarıyla Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğiyle yetiştirilen İttihat Terakkilerin yerli halkları, “emperyalizme karşı savaşıyoruz“ adı altında kandırıp dolandırılarak ve İslam tarafından asimile edilmiş olan Kürdistan Teali Cemiyeti Başkanı ve Osmanlı Devleti’nde Danışta Başkanı olan Şeyh Abdulkadir gibi Sünni-İslam Kürtleri de yanına alarak Türk Egemenlik Sistemi’n “uygarlık yıkıcı“ geleneğini Semitik tüccarlar tarafından gene 20. yüzyılın çeyreğinde Anadolu’ya bu kez Batı’nın Ortadoğu ileri karakolu olarak tekrar yerleştirildiyse,  nasıl ki bugün Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı savaşan uygarlık yıkıcı Türk sistemin devşirme Ordusu’na, Washington’da oturan küresel güçler ABD üzerinden Türkiye’ye, “terörizme karşı birlikte mücadele“ adı altında her yıl milyarlarca dolar para yardımı ve günün en gelişmiş savaş silahlarını, lojistik, istihbarat ve diplomatik destek verip güçlendiriyorlarsa; tarihin o dönemecinde de Semitik tüccarlar gene altın gücüyle tarih nehirini kendi ekonomik, siyasi ve tarihsel projeleri doğrultusunda tersine çevirip akıtmayı başarırlar:

Anadolu’da İslam devletini, Yahudi Hazar Krallığı’nda subaşı görevini yapan ve daha sonra o bölgede para karşılığında krallara, prenslere, halife’ye çalışarak tetikçiliğini kanıtlayan Selçuk Bey ve oğullarına kurdurtan Semitik tüccarları; bakın bu cümlenin altını çizerek söylüyorum, altın gücüyle Hıristiyan inancındaki eğitimli zırhlı Frenk askerlerini satın almanın yanısıra, bir de Emevi ve Abbasi döneminde dedeleri kılıç zoruyla  İslamlaştırılan ve Kürt halkın bölgedeki çıkarlarına  aykırı bir şekilde Sünni Kürt savaşçılarını devşirme Selçuklu Türklerin emrine verirler. Yani şu an Ortadoğu kapısı önünde Batı uygarlığına hizmet eden ileri karakol durumundaki NATO üyesi Türkiye, eğer Anadolu ve Kürdistan halkları tarafndan yıkılmayla yüzyüze gelirse, hiç kuşkusuz onu bu yıkımdan kurtaracak olan Batı ordusu hemen imdadına kavuşacaktır. Bu da, bu bölgedeki bin yıllık uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin hiçbir zaman Anadolu ve Kürdistan halklarına çalışmadığı; tıpkı bin yıl önceki gibi Selçuklu Beylerin para karşılığında krallara, prenslere, halifeye çalıştıkları gibi bugün de dış küresel güçlere çalıştığının kanıtı ve göstergesidir. Semitik tüccarların altın gücü sayesinde bolca paralı Frenk askerleri ve beyni siyasal İslam‘ın cihatçı ideolojik silahıyla körleştirilip yıkanmış Kürt savaşçılarına kavuşup taze kan alan devşirme Selçuklu ordusu kendisini çarçabucak toparlar. Kırşehir yakınlarındaki Malya Ovası’nda, davalarında haklı olan ve tüm pozitif güçleri içinde barındıran Bawa İshak’ın arkasındaki yerli Aryen halklarını; çoluk çocuk, ihtiyar, kadın, bebek, erkek, genç demeden korkunç katliamlarla Arabizme (İslam’a) karşı ayaklananların büyük bir kısmını kılıçtan geçirirler. Kaynaklar 40-50 bin Zerdüşt inancına bağlı (Kızılbaşlar) katledildiğinden bahsetmektedir. Ve bir daha gerici İslam’a karşı çıkıp ayaklanmasınlar, karşı çıkmasınlar düşüncesiyle bugünkü IŞİD zihniyetiyle ibret olsun diye, kılıçtan geçirilip koparılan insanların kanlı kafalarından tepeler oluşturulur, kazıklara çakılır. İsyanın önderi Bawa İshak Amasya Kalesi’de 1240’da, aşağı yukarı yüz yetmiş yıl sonra, uygarlık yıkıcı Türk Egemenlik Sistemi’n Selçuklu mirasını devralan ve ikinci aşaması olan Osmanlı devletine karşı aynı anlayışla isyan eden Şeyh Bedrettin gibi idam edilir.

Bawa İhsak isyanından beri, gücünü küresel uygarlık güçlerinden alan “uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi“, tarihte halkların bütün isyanlarını acımasızca kanlı bir şekilde bastırmıştır! İsyanın önderlerini de idam ederek fiziken ortadan kaldırmakla yetinmemiştir. Bu barbarlar mezarların nerde olduğunu akrabalarına bile söylemiyerek insanlıktan ne kadar uzak ve barbar olduklarını göstermişlerdir.

Görüyoruz ki, 800 yıl önce Anadolu’daki yerli hakları zor, katliam ve siyasi asimilasyon politikalarıyla tek din,  tek mezhep ve tek bayrak homojenleştirip eritilmesi, toplumun genleriyle oynaması Semitik tüccarların bu yerli halklara biçtiği bir kaderdir. Bu kader bugün yerli halkların İslamlaştırmanın yanısıra Türkleştirme programlarıyla „tek devlet, tek millet, tek dil, tek din, tek mezhep“ şeklinde devam etmektedir. Ve bu bölgede henüz İslamlaştırılmamış Zerdüşt kökenli Alevilere, Êzîdîler ve Hıristiyanlara  katliam ve soykırımlar devam ediyor. Oysa Anadolu’daki halkların kaderi bu olamaz!

Katliamın hemen ardından kuzey batı Kürdistan ve Horasan Kürdistan’na göçler başlar.  Bir yandan da fiziki soykırımdan sonra beyaz soykırım başlatılır. İslam devlet politikaların bir sonucu olarak Dêrsim eyatinden göç ve sürgünle Horasan Kürdistan’ına giden bazı aşiret reisleri, onbeş-yirmi yıl sonra işbirlikçi olarak sırt torbasında „peygamber sülalesinden geldiniz,“ yani Arapsınız diye halifelik dağıtarak Kürdistan üzerinden Anadolu’ya gelen Arap alimi Hacı Bektaşi Veli’nin Türk-İslam hareketiyle geri dönerler.

İslam devleti’ni Anadolu’ya yerleştiren Selçuklu Sultanları da, Bawa İhsak isyanını paralı Frenk askerleri ve Hamide Alaylarına benzer Sünni Kürt Savaşçıları ile bastırılıp katliamlar yaptıktan sonra, Hacı Bektaşi Veli Hareketiyle beyaz soykırım (kültürel soykırım) başlattılar. Yani devlet Aleviliği sürecini başlattılar. O güne kadar kılıç zoru, katliam ve zulümle Sünni-İslamı, yani Sami tüccar Muaviye İslam dinini kabul etmeyen halkları, sanki Ehli Beyt ılımlı İslam farklı birşeymiş gibi, kendi Kureyş aşireti içinde halifelik verilmeyen ve haksızlığa uğrayan (onlar da hep Muaviye İslam devleti tarafından haksızlığa ve baskıya uğramış ya! Asıl çekicilik burda.)  Ali yanlıların geliştirdiği Şii mezhebi hilesiyle İslamı ve İslam’ın Sünni-Şii siyasi iktidar kavgasını bölüp parçalamak amacıyla içlerine sokmaya çalıştılar.

Babai ayaklanmalarıyla uğraşan Selçuklu devleti; bir yandan bölge halklarına karşı üst üste katliamlar yapıyorlardı, bir taraftan da o bölgede İslam olmayan halkları yönetimlerinde tutabilmek ve zorla İslam olmayan Zerdüşt inancındaki topluluklarda rızalık üretmek amacıyla bin bir hile ve tuzaklara başvuruyorlardı. Horasan üzerinden Anadolu’ya, o bölgedeki halkların rızalığı üretilerek ılımlı İslam’a geçebilme projeleri çerçevesinde Hacı Bektaşi Veli gönderildi. Tasavvuf Hareketin önderi olarak Hacı Bektaşi Veli, Anadolu yoluna koyulurken bazı bölgelere halifelik atayarak Konya’ya gelir, yerleşr. Dêrsim eyaletinden geçerken, -iktidara yakın bir kişiliği olmalı ki- bazı Dêrsim aşiret reislerine “Peygamberin sülalesinden“ geldiklerine dair şerece dağıttıkları, şerece verenlere o bölgenin halifi seçildikleri söylenir. Zerdüşt ocağından bir Pir’e şerece vererek kendi taraflarına aldıklarında, o Pir Ocağı’na bağlı binlerce insanı denetimleri altına alacaklarını düşünmüşler. Bazı Dêrsim‘li aşiretler bu yalanlara kanıp inanmış olmalı ki, kendileri Kureyş Arap kabilesinden gelmedikleri halde bugün bile hâlâ “Peygamberin sülalesinden, Kureyş kabilesinden“ geldiklerini iddia ediyorlar.

Siyasal İslam’ın bu hile ve tuzakları Anadolu ve Kürdistan’da tutmuş olmalı ki, 300 yıl sonra Araplar merkezi Müslüman devletlerin kavuşmadığı Kuzey Afrika bölgesinde bir türlü İslamlaştırmadıkları dağ bölgelerdeki Beberi kabilelerin şeflerine de, Yemen’de Zendi İmamlarına da, Umman İbadi İmamlarına da, “Siz Peygamberin sülalesinden gelmişsiniz.“ diyerek içlerine girip İslam içine almışlar.

“Bu durum on altıncı yüzyılda, Peygamberin sülalesinden geldikleri, şerif oldukları iddiasını taşıyan Yemendeki Zendi İmamları, Umman’daki İbadi imamları ve Fas hükümdarları için geçerliydi.”[8]

“Selçuklu devleti ve beylikleri ile Osmanlı devleti dönemindeki Kızılbaş isyanların kanlı bastırılması sürecinde, bölgedeki Kızılbaş halk kesimi yer yurtlarını terk edip, Safevi devleti içlerine göç etmeye başlayınca, bu defa Osmanlı devleti, bu halk kesimini bölgede ve yönetimlerinde tutabilmek için, şimdiki Hacı Bektaşi kasabasında olan Kadıncık Ana Tekkesi ile ilişkiler içerisine girip ve Hacı Bektaş isminin de propagandasını yaparak, Erdebil’e rakip çıkarmak için işlemlere girişti. Bir süre sonra Balım Sultan’ı da bir devlet memuru (Bugünkü kayyum politikası gibi) sıfatı ile bu tekeye postnişin olarak atadı. Bu tekke, Balım Sultan’ı Kızılbaş ocak erkanına aykırı olmasına rağmen kabul etti. Sonrasında yine Osmanlı devleti tarafından buraya devlet memurları niteliği ile postnişinler atanmış ve bu ocak kabul etmiştir. Kızılbaş erkanına göre ocakta yetişmeyen hiç kimse postnişin, yani ocak mürşidi olarak kabul edilmez.

İşte bu gelişmeler sonrasında, Balım Sultan’ın el vermesi suretiyle Osmanlı İslam devleti içerisinde, Balım sultan öğretisine dayanan, Yeniçeri devşirme ocakları kuruldu ve bunlar Osmanlı devletin son zamanlarına yakın döneme kadar yönetimini, sanatını ve hem de savaş ve savunmasını sağladı. Ünlü Yavuz Sultan Selim’in Kızılbaşlar üzerinde yaptığı katliam ve Safevi devleti Şah’ı olan Şah İsmail’in, Çaldıran’da yenilgiye uğratılmasında, bu Bektaşi devşirme ocaklarında yetiştirilerek devşirilen Yeniçeriler temel gücü oluşturmuşlardı.

Diğer yandan İslamiyet’in hakimiyetini ve kontrollerini bölgede genişleterek sürdürmesi ile uyumlu olarak (Cihatçı İslam’ın başka inançlara yaşama şansı vermemesinden dolayı) bölgedeki Kızılbaşlar takkiye yapmaya devam ettiler. Tekke ve dergahlarını kurarak öğretilerini yaşatmaya çalışırken, zahiri olarak Ali yanlıları ve onun yolunda olduklarını belirterek, az da olsa kendi yapılarını savunmaya ve korumaya çalıştılar. Fakat Müslümanlar, ta başından beri bunların takkiye yaptıklarını ve bunların gerçekten hiçbir surette Müslümanlığı kabul etmediklerini biliyorlardı. Bu nedenle Ali’nin kendisi bunları zındık ve ateşperest olarak tanımlayıp kafir olduklarını belirtmiştir.”[9]

Görülüyor ki, önce o bölgedeki kral, prens ve Abbasi Halife’sine para karşılığında çalışan ve sonra o bölgelerde henüz İslam olmayan yerli halkları şiddet kullanarak İslamlaştırmak amacıyla İslam’ın ileri karakolu olarak devlet güvencesi verilen Selçuklu Sultanların o bölgeleri İslamlaştırma tarihsel sürecinde, İslâm âlîmleri ve Tasavvufculara da görev veriliyor. Hacı Bektaşi Veli’nin görevi, İslam devletinin yönetimini kabul etmek istemeyen Zerdüşt Ocakları, Kızılbaşlar, Gazi Devrişleri, Ahilik, Hurifilik gibi ocak ve hareketleri bir Bektaşı Tarikatı şemsiyesi altında toplamaktı. Bunu iktidarın propagandası sayesinde başarıyor. Ve zamanla Bektaşi Tarikatına dönüştüyor? Osmanlı’nın ilk dönemlerine kadar el üstünde tutulan bu şemsiye altındaki ocaklar ve tarikatlar harekelerin merkezi durumundaki Bektaşi Tarikati; Abdal Musa, Kızıl Deli ve Balım Sultan gibi önemli şahsiyetler önderliğinde kurumlaşmaya giderek, bu kez ‘Yeniçeri Ocağı‘ gibi Osmanlı devletin devşirme askerlerini yetiştiren bir manevi devlet kurumu ocağına dönüşüyor. Tabiî buna paralel olarak Osmanlı’nın görevi, Selçuklu devleti gibi yerli halkları katliamlarla İslamlaştırmak olduğu için, Hıristiyan ve Zerdüşt inancındaki halkların köylerine sürekli baskınlar düzenleyip, bugün NATO’nun Ortadoğu Gladiosu cihatçı İslam örgütleri IŞİD ve El Kaide gibi- mal-mülklerini yağmalayıp talan ettikten sonra erkeklerini öldürüyorlardı. Güzel kadınlarını padişah Haremliğini gönderiyorlardı. Çaldıkları erkek çocuklarını da Yeniçeri Askeri Ocağı’nde cihatçı İslam ideolojisiyle devşirilip yetiştiriyorlardı. Yeniçeri Ocağı’nda yetiştirilen bu devşirme askerler 18 yaşlarına geldiklerinde gene kendi halklarına karşı savaştırıyorlardı. Bu yüz kızartıcı kötü kısır döngü yüzyıl boyu sürdü. Şimdi buna benzer uygarlık yıkıcı Türk devşirmeciliğin alasını, herkesi Batı’nın Ortadoğu’daki ileri karakolun askeri durumuna getirmek için İslamlaştırmanın yanı sıra -Balkan-Kafkas göçmenlerini ve yerli halkları- Türkleştirerek; Türk-İslam devşirmeciliğini derinleştirip içselleştirerek sürdüren Türkiye yapıyor. Ve o kadar çok iyi başarıyor ki, hiç kimse bunun farkında bile değil.

Dêrsim’in İslamiyet öncesi inancı

Dêrsim’in İslam gelmeden önceki inançları konusunda Dr. Sait Kırmızıtoprak şöyle yazıyor:

“ Dêrsim Kürtleri bu mezheben fikri ve ameli muhtevasına tamamen kendi milli karakterlerine en uygun  bir şekilde ve Zerdüşt dinleri ile mecz etmek suretiyle, milli bir nitelik kazanmıştır. Kureyşan ve Bamasuran aşiretine mensup, öz Kürtçe konuşan ve başka dil de bilmeyen seyitler, Dêrsimlileri dini meseleler hakkında doğru yolu gösterirler ve son derece sadeleştirilmiş bulunan dini görevlerinin yerine getirilmesi için onlara rehberlik ederler.

Özellikle Osmanlılar zamanında bazı Türkmen aşiretlerin benimsemiş bulundukları Bektaşilik tarikatı, Dêrsim Alevi Kürtlerini tesir sahası içine almak için çok gayret harcamıştır. Ama Hz. Ali’ye ve Hz. Peygamberin aile efradına (Ehli-Beyt) sevgi ve manevi bağlılık duyan Dêrsim Kürtleri, sırf bu nedenle Bektaşiliğe karşı duygusal bir yakınlık duymalarına rağmen, asla Bektaşiliği ve özellikle onun ibadet usullerini asla benimsememişlerdir. Örneğin Bektaşi ayin-i cemlerinde içki kullanılmasını ve pek uzun tarikat ibadet formlarını (gereksiz oldukları için), Alevi Kürtleri hiç bilmezler. Kısaca denebilir ki, Dêrsimliler, haksızlıklara ve zulme uğradığına inandığı Ehli-Beyt’e karşı duyduğu çok insani ve mertçe sevgiyi, kendi milli-tabiî Kürt karakterleri içerisinde birleştirmek suretiyle, bu etkileşim sonucu tamamen  bir nevi şahsına mahsus bir İslamî inanç geleneği vücuda getirmişlerdir.”[10]

Tarihçiler, “Guti, Lulubi, Lor, Hurri, kassit, Mittani, Urartu ve Med”lerin bugünkü Kürtlerin önataları olduğu konusunda hemfikirdirler

Peki, gerçeklerin tahrip edildiği, yok saydıkları Kürtler hakkında hiçbir bir şeyin bulunmadığı Türk kaynakları dışında, başka kaynaklara bakmayan cahil aydınlarımız, Kürt olduğunu kabul etmiyor, ”Alevi” olduğunu söylüyor ve Aleviliklerinin de “Sümer, Lulubi, Lor, Hitit ve Hurriler’den” geldiğini söylüyorlar.

Fakat birçok tarihçi ve araştırmacı, “Guti, Lulubi, Lor ve Hurriler’in” bugünkü Kürtlerin atları oldukları konusunda hemfikirdirler:

Alman tarihçi Prof. Egon von Eickstedt, “Kürtler ve Lorları M.Ö. 3000 yıl önce Mezopotamyalılar tanıyordu. Guti ve Lulu ya da Gutıum, Lulubium sık sık anılan, Zağros dağların geçilmez sarp vadilerinde yerleşik halka verilen isimlerdi. (…)

M.Ö. 3000 yıllarının sonralarına doğru Lulubu veya Lulu adı verilen bir halkın olduğunu ve bu halkın ülkesine Lulubium adı verildiğini bugün biliyoruz. İşte bu halkın adının anıldığı eserlerde, Guti ülkesi Kündistan’la birlikte anıldığını biliyoruz. Bu durum coğrafi konumu da uygun düşmektedir. İşti bu nedenle Lulu hemen hemen Gutiler kadar bir öneme sahip oluyor. Luluların beyleri, kralları, şehirleri ve hazineleri tarihi öneme sahiptir.” (Prof. Egon von Eickstedt, Türkler, Kürtler, İranlılar, Fırat Yayınları, İstanbul 1993.s.47,72)

Tarihçi Cemşid Bender, “İşte Gutilerden Subarulardan, Lulubi ve Lorlardan başlayarak Hurrilere kadar uzanan çizgide bu ortak ortak kültürün Zağros’taki birikimleri, Hurrilerden sonra da Kürt halkı içinde Kassitler Mittaniler, Urartu ve Medlerle varlığını ve kendine özgü özelliği korumuştur. (…) Ancak konumuza girmeden önce günümüzdeki Kürt halkının öncüleri olan Gutiler, Hurriler, Mittaniler, Kassitler, Urartular ve Medler arasındaki birlikliği açıklamak istiyoruz.”[11]

Rus tarihçi M.S. Lazarev, “Kürtlerin etnik ataları olarak kabul edilen halklar, özellikle M.Ö. 3-4 bin yılların sonlarında, Ön Asya’da (bugünkü Kürdistan bölgesinde) tarih sahnesine çıkmışlardır. Bunlar Hurriler ya da Subarular, Lulubiler, Kassitler, Karduklar ve öteki bazı boylardır. (…)

M.Ö. 1. bin yılın ortalarından itibaren, Kürtlerin dolaysız atalarından söz edebiliyoruz. Kürt etnik sentezinin ilk kaynağı, Kuzey Mezopotamya’da yani çağdaş Kürdistan’ın tam merkezinde bulunmaktadır. Kürtlerin etnik sentez sürecinin kesin olarak saptanmış olan kadim başlangıç merkezini de içine alan bu bölge, dünya uygarlığının en kadim merkezlerinin filizlendiği topraklardır. Daha 8 bin yıl önce, varlığını 600 yıl sürdüren Halaf kültürü, bu topraklar (çağdaş Kürdistan’ın Suriye’de kalan toprakları) üzerinde ortaya çıkmıştır. Halet kültürü, komşu topraklarda geniş bir yaygınlık kazanmış ve bölge halklarının ekonomik etkinliğinin kültürel çehresinin oluşumunun temellerini atmıştır. Halef kültürün yerini Ubeyd kültürü ya da başka bir deyişle protofırat kültürü (Mezopotamya’nın dağlarının önlerine kadar uzanan düzlük kesimleri) almıştır. Bu kültür de yaklaşık bin yıl varlığını sürdürmüş ve dağ halklarını da kısmen etkilemiştir.

Ardından  Hürri kültürü gelmiştir (M.Ö. yaklaşık 4300 yıllarından 2 bin yılların ortalarına dek). Hurriler, Zağroz-tavr dağ sırası içinde bu dağ sırasına komşu olan Mezopotamya vadilerinde ve İran platosunda yaşamışlardır.”[12]

Tarihçi Şeref Han’ın 1597’de yazdığı Kürt Tarihi Şerefname’de; Lulubi, Lor, Hurri ve Medlerin bugünkü Kürtlerin öncüleri olduğunu söylüyor.

Tarihin babası olarak bilinen Herodot, Kürtlerin ön ataları olan, “Guti, Lulubi, Lor, Hurri, Urartu ve Kassitleri” Med boylarına dayandırıyor. Yunanlı Roma komutanı Ksenefon M.Ö. 5. yüzyılda  yazdığı “Anabasis” kitabında Kürt boyların varlığından ve yaşam biçimlerinden bahsederken, Kürt boylarını, “Guti, Hurri, Mitani, Kassit, Urartu ve Medler.” diye sıralıyor.

Tarihçi Etem Xemgin, “İslamiyete kadar Kürdistan Tarihi” araştırma kitabında, “Gutiler, Lulu, Lor, Marlar, kassitler, Elamlar, Hurri, Mittani, Urartu ve Med” boylarını Kürtlerin ön ataları olarak tanımlıyor, Akad ve Sümer yazılı kaynaklarını tarayarak ayrı ayrı genişçe inceliyor.

Bu tarihi gerçekler ortadayken; bazıları, “Biz Lulubi, Lor, Hitit ve Hurriler’den geliyoruz. Ama biz Kürt değiliz,” diyorlar. Yani geçmişte Sümer uygarlığına büyük katkıları olan Lulubi, Lor, Hitit ve Hurriler’i kendi ataları olarak kabul ediyorlar ama bugün katliam, soykırım ve siyasi asimilasyon politikalarıyla yok edilmek istenen, uygarlığı bir halktan olmadıklarını söylüyorlar. İşte kendi köklerine yabancı, kafaları karışık olanların böyle kafa karıştırıcı şeyler anlatmaları, sosyal medyada paylaşmaları hiç de hoş şeyler olmadığını net görebiliyoruz. Ama baktıkları halde görmeyen kör gözler de var. Sanki Tanrı kalplerini mühürlemiş, görmüyorlar, anlamıyorlar. Alman, Rus, Fransız, İngiliz tarihçiler onların Kürt olduklarının farkında, onlar hâlâ hangi etnik kimlikte olduklarının farkında bile değiller. Başkalarının da kafalarının daha fazla karışmasına, dolayısıyla ezilen, aşağılanan, sömürülen sınıf ve ezilen uluslarla birlikte hareket etmekten uzaklaşmalarına sebep olurlar. Farkında olmadan düşmanın safında yer almaktırlar.

Eğer, Alevi “Lulubi, Lor, Hitit ve Hurriler’den” geldiğinizi söylüyorsanız, Kürt olduğunuzun farkına varın.  Başka türlü tarih sizi affetmez!..

Zerdüşt’ün Alev’inden (Ateş’inden) gelen ‘Alev’i’-lik!

Bazı insanların kafası çok karışık. Bilip bilmeden egemen sınıfların tarih anlayışıyla, ”Alevilik Zerdüşt inancından gelmiyor. Neden götürüp Zerdüşt’e bağlıyorlar. Biz Zerdüşt filan değiliz.” diyorlar. Bu da yanlış bir tarih anlayışı. Günübirlik yaşamaktır. 50, 100 yıl sonrasını ya da bin yıl sonrasını görmemektir.

Alev (Ateş) kelimesinden gelen Alevilik kelimesi son 200 yıldan beri kullanılan bir kelime. ‘Alev’ kelimesinin köküne ’İ’ ekinin eklenmesi, Kürtçe’de sahip olduğu inanç topluluğunu belirtmek için kullanılmıştır. “Alev’i” kelimesi 1800 yalların sonralarından itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Ondan öce böyle bir kelime yok. Günübirlik yaşayan ve altı bin yıllık gerçek insanlık tarihinden (resmi tarih demiyorum) haberi olmayanlar, 200 yıldan önce bu hümanist tabiat inancı ve Aryen güneş kültü’nü yaşayıp inanan insan topluluklarına ne adla hitap edildiğini biliyorlar mı acaba? Hayır. Bilmiyorlar. Peki cumhuriyetin asimilasyona uğratıp hem Türkleştirdiği, hem de azbiraz İslamlaştırılan devşirmeler kendi köklerinden uzaklaştırıldıklarının farkındalar mı? Hayır. Ama o Aryen güneş kültü inancında kendi soyunu inkâr edenlere ne dendiğini pekâlâ çok iyi biliyorlar. Hem Aleviliğin on bin yıllık tarihi olduğunu söylüyorlar, hem 200 yılın ötesine gidemiyorlar, hem de Semitik tüccarların Arabistan çöl merkezci tek tanrılı peygamberlik geleneğiyle M.S. 620’lerde inşa ettikleri siyasal İslam’a götürüp bağlıyorlar? Siyasal gerici İslam’a bağlayanlar da 1400 yıl öteye gidemiyorlar. Bunlar birbirleriyle çelişen şeyler değil mi? Evet. Hem uygarlık güçlerin son 200 yıldan beri (ondan önceki kelimeleri kullanmak istemiyorlar çünkü size kökenlerinizi unutturmak istiyorlar, bunu neden anlamak istemiyorsunuz?) kullandıkları Alevi kelimesinden başka bir kelime bilmiyorlar, hem de götürüp 1400 yıl önce ortaya çıkan İslam dine bağlamaya çalışıyorlar. Tarihi puzla fotoğrafları birbirini tutmuyor. Yani diyorsunuz ki, “Ben dedemin babasıyım.“ Böyle bir saçmalık olabilir mi? Biraz mantıklı olun.

Türkiye sınırları için yaşayan insanlar; resmi ideolojisi bütünüyle yalana dayalı, sahte bir cumhuriyette, demokrasinin olmadığı ve sürekli yerli halklara, Alevilere korkunç katliamların yapıldığı bir ülkede yaşadıklarının farkında değiller. Türk devleti de, kendisinden önceki Osmanlı, Selçuklu, Abbasi ve Emevi iktidarları gibi, bilinçli bir şekilde Aryen halkların tabiat inançları olan Zerdüşt, Mazdaizm ve Êzîdîlik çok kötü bir inançmış gibi göstermeye çalıştılar. “Ateşe tapıyorlar, şeytana tapıyorlar“ diye karalıyorlardı ki, yerli halklar kendi kültürlerini, inançlarını bıraksınlar, unutsunlar. İslamiyet’in o bölgede hâkimiyet sağlamasıyla birlikte karalama kampanyaları ve katliamlar hızla devam etti, süreklileşti günümüze kadar geldi. İnsanları korkutarak, katliamlar yaparak kendi geçmiş inançlarından, kimliklerinden uzaklaştırdılar. Bugün hâlâ o bölgelerde İslamlaştırılmayan Zerdüşt, Êzîdî ve Hıristiyan halklar üzerinde İslam’ın kanlı kılıcı sallanıyor, katliamlar Suriye ve Türkiye’de devam edip gidiyor. Yaşayan bir beyin, Suudi Arabistan’dan, Ortadoğu ve Kafkasya’ya kadar olan bu bölgeleri tümüyle İslamlaştırıp insanlığa karanlık bir çağ yaşatmak için cihatçı İslamcıları vekalet savaşçıları olarak kullanıp yönlendiriyor.

Üçlü kural sistemi

Dolayısıyla Semitik tüccarların Arabistan çöl merkezci gerici zihniyetle inşa ettikleri İslam dini ve Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliği ile asimile edilip devşirilen insanlar gerçekten soylarının ve inançlarının kökeni hakkında doğru bilgilere sahip değiller. Bu konu kitaplar dolusu gerçek bir tarih yazımıyla açıklanabilir. Ama şu tarihi gerçeği kısaca özetleyelim: Mezopotamya coğrafyasında yaşayan yerli Aryen halkları; M.Ö. 4.000 yıllarından, yani Sümer uygarlığından Emevi ve Abbasi siyasal İslam’ın o bölgeyi işgal etmesine kadar Zerdüşt, Mazdaizm ve Êzîdîlik tabiat inancı ve Aryen Güneş kültü yaşıyorlardı. Bu konuda tarihçiler hemfikirdir.

Biraz tarih bilgisi olan, üçlü kural sistemiyle kendi kökenine ulaşabilir:

Örneğin Birinci, İkinci ve üçüncü Zerdüşt dönemlerinde, üçlü birlik kural sistemi sürüp gitmiştir: “İyi düşün, iyi söyle, iyi yap.“  Bu kurul sistemi binlerce yıl sonra Mazdaizm (Mani) döneminde üç kilide dönüşmüştür: “Eline kilit, diline kilit, beline kilit.“ İslam’ın baskıları ve katliamları altında yaşayan günümüz Aleviler arasında ise şöyle dile getiriliyor Zerdüşt’ün başlattığı üç birlik kuralı: “Eline, diline, beline,“ hâkim ol anlamında.

Şimdi düşünelim: Binlerce yıl önce söylenen, “İyi düşün, iyi söyle, iyi yap,“ ile günümüzde söylenen, “Eline (iyi düşün), diline (iyi söyle), beline (iyi yap),“ arasında ne fark var ki, İslamı’n baskısı altında ve uygarlık güçlerin yanlış yönlendirmeleriyle doğayı ve insanı koruyup merkeze alan Aryenli halkların güneş kültü olan Zerdüşt inanç ve kültüründen neden bu kadar kaçıyorsunuz?

Berlin, 01.05.2025

Azad Roni

 

Kaynaklar:

[1]. Abdullah Öcalan, Demokratik Toplum Manifestosu, Uygarlık, Mezopotamya Yayınları, Neuss 2009, s.87  

[2]. Samuel Noah Kramer, Sümer Mitolojisi, Kabakcı Yayınevi, İstanbul 2001, s.68

[3]. Sümerli Ludingirra’nın Yaşam Öyküsü Tablet 11

 [4]. Gıgamış Destanı, İkinci Tablet

[5]. Gıgamış Destanı, Dördüncü Tablet)

[6]. Gıgamış Destanı, Beşinci Tablet

[7]. Sümerli Ludingirra’nın Yaşam öyküsü, Tablet 1

[8].  Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, s. 74

[9].  Etem Xemgin, İslamiyet ve Alevilik, Doz Yayınları, İstanbul 2005, s.305,306

[10]. Dr. Sait Kırmızıtoprak, Kürt Milli Hareketleri ve Irak’ta Kürdistan İhtilalı, Apec Yayınları, İsveç 1997, s. 82

[11].  Cemşid Bender, Kürt Mitolojisi-1, Berfin Yayınları, İstanbul1996, s.41

[12]. (M.S. Lazarev, Ş.X. Mıhoyan, E.İ.Vasilyeva, M.A.Gasratyan, O.I Jigalina; Kürdistan  Tarihi, Avesta Kürdoloji, İstanbul 2001, s.18,19)