Batı’nın Ortadoğu’da jandarmalığını yapan Türkiye’ye güvenilmez!..
Sayın Abdullah Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı“nı 27. Şubat 2025’te İstanbul’da 300 gazeteci ve medya kuruluşları karşında, DEM Partinin İmrali Heyeti tarafından açıkladıktan sonra, Kürt toplumun büyük bir kesimi ve bütün dünya kamuoyunun da heyecan ve umutla karşılandı. Olumlu görmeyip kaygı duyanlar, hatta çağrıyı teslimiyet olarak yorumlayanlar da oldu. Defalarca ateşkes ilan edip barış sürecini başlatmaya çalışan Öcalan‘ın bu kez hiçbir şart ileriye sürmeden, sırf devletin ‘barış ve demokratikleşme‘ sürecinin ilerlemesi önünü açmak amacıyla ilan ettiği çağrıyı anlamayan devşirme Türkler, onların Türk medyası, devşirme Türk politikacıları ve kamuoyu tarafından ise ne yazık ki gene kara cahilliklerini göstererek, „PKK hemen kongre yapmalı, kendisini feshetmeli, silahlarını Türkiye‘ye teslim etmeli ve teslim olmalıdır. PKK zaten birkaç kişi kalmıştı, bitirmiştik. Şimdi onlar da silahlarını teslim edecekler. PKK kendisini feshedeceğine göre terörizm de bitmiş oluyor. Kürt sorunu yoktur, terörizm sorunu var. Türkiye’de terörizmi sona erdiren ve barış ortamını sağlayan Devlet Bahçeli'ye Nobel Barış ödülü verilmeli” diye kör gözlerle bakmaya devam ediyorlardı.
Ve Türkiye, 2013 ile 2015 yılları arasındaki barış sürecinde olduğu gibi, bazı adım atması gerekeceği yerde, Kürtlerin beledilerine kayyum atayarak, siyasi soykırım operasyonları yaparak, yerleşim alanlarını bombalayarak, gerilla alanlarına kimyasal silahlar da dahil, Suriye (Rojava) ve Irak’daki özerk Kürt bölgelerini sürekli bombalayarak savaş hazırlıklarına devam ediyorlardı. İstanbul’da ise Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in, “terör örgütüne üye olmak” suçlamasıyla tutuklanması ardından kayyım atandı. 16.Mart 2025 tarihinde İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu ve birçok belediye çalışanı, “suç örgütü kurmak ve yönetmek, terör örgütü ile iş birliği yapmak, rüşvet almak, ihaleye fesat karıştırmak” suçlamalarıyla gözaltına alınıp tutuklandı. Aslında Ekrem İmamoğlu, dönemin HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın 17 Mart 2015 tarihinde, ”Sayın Recep Tayyip Erdoğan, seni başkan yaptırmayacağı!” dediği ve karşısına cumhurbaşkanı aday olarak çıktığı için hiçbir suçu olmamasına rağmen tutuklanıp cezaevine atıldığını herkes biliyordu. Şimdi Erdoğan karşısına ikinci cumhurbaşkanı aday olarak çıkan Ekrem İmamoğlu’nu hiçbir suçu olmamasına rağmen 19 Mart 2025 tarihinde tutuklanıp cezaevine gönderilmişti. Kapitalizmin neoliberalizm politikalarını hiç itiraz etmeden olduğu gibi pratiğe uygulayacak olan Erdoğan’ı İngiltere ve Amerika Türkiye’de iktidara getirmedin önce onunla yaptıkları antlaşmanın ikinci maddesi şöyleydi, “Size iktidarda sıkıntı yaratacak unsurlara operasyon yapalım, saf dışı edelim.” deniliyordu. 2014’den beri seçimlerde hep yenilgi alan Erdoğan’ı işte bu operasyonlar ve siyasi darbelerle ayakta tutmaya çalışıyorlardı.
Erdoğan, BOP eşbaşkanı olarak Batı uygarlığına çalışıyor
Antlaşmanın birinci maddesi, “İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız.”[1] Erdoğan, İngiltere ve Amerikan’ın planları gereği cihatçı İslamcılarla Esad rejimini yıkarak, Suriye’de cihatçı İslamcıları iktidara getirerek İsrail’in ‘güvenliğini arttırdı, önündeki engelleri kaldırdı.” İsrail, Esad rejimin devrilmesinden hemen sonra Golan Tepeleri’ni; Türkiye’nin El Kaide, İŞID ve El Nusra artığı ne kadar cihatçı varsa hepsini Şam’da iktidara getirmesi sayesinde kolayca işgal etmekle yetinmedi, güney Suriye topraklarından ilerleyerek Şam’ın 25 km. yakınlarına kadar sokuldu. Güney Suriye’yi ‘azınlıkların haklarını koruma’ stratejisiyle tümüyle işgal etmesi bekleniliyor. Nitekim İsrail, Türkiye’nin Şam’da iktidara getirdiği tecrübesiz cihatçı İslamcılarla kedinin fare ile oynadığı gibi oynuyor, sağdan soldan vuruyor; şamar çocuğuna döndürmüş. Kuzeyden 30 km. içeriye girerek Suriye’yi işgal eden Türkiye’yi örnek alan İsrail ‘30 km. güvenlikli bir bölge istiyorum’ bahanesiyle güney Suriye’yi işgal etmiş durumda. Son olarak Dürzilere saldıran Heyet Tahrir Şam’ı (HTŞ) 2 Mayıs 2025 tarihinde hedef alarak savaş uçaklarıyla bombaladı. Cihatçı HTŞ’ın Dürzilere yönelik katliamlarından, operasyonlarından vazgeçirme gerekçesiyle gece boyunca Şam, Hama, Humus, Lazkiye, Kuneytire şehirlerini, Türkiye üstlerini ve Türkiye’ye bağlı çalışan cihatçı çete örgütlerini savaş uçaklarıyla bombaladı; Şam alevler içinde yanıyordu. Başbakan Binyamin Netanyahu, ”Bir daha Dürzilere saldırırlarsa daha feci vuracağız.” demişti. Şimdi sözünü yerine getirerek Dürziler, Kürtler ve Aleviler gibi mazlumlardan yana görünerek kendilerini haklı çıkarmaya ve işgal savaşlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Netanyahu, Golan Tepeleri’n İşgalini de Esad rejiminin yıkılışına şöyle bağlıyordu: ”Bu bölge yaklaşık 50 yıldır 1974 yılında üzerinde anlaşmaya varılan ‘Kuvvetlerin Ayrıştırması Anlaşması’ uyarınca bir tampon bölge olarak kontrol ediliyordu. Bu anlaşma çöktü, Suriye askerleri mevzileri terk etti.” diyerek işgal etmişti. İsrail, aynı zamanda Türkiye’nin Suriye’deki T4 hava üssünü ve birçok yerdeki askeri üslerini bombalayarak yerle bir etti. Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, “Artık bundan sonrası bizim işimiz. Suriye’de üs kurma İsrail faaliyetlerine karışma,” diye mesaj verdi.
Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, ”İsrail ile karşı karşıya gelmek istemiyoruz.” diyerek İsrail’in Türk üslerini bombalamasını sessizce geçiştirdi. Erdoğan ise, İsrail’e beddua ederek, beddua ile İslam cemaatini kandırıp aldatmaya ve yatıştırmaya çalışıyordu: “Ya Rab başta Netanyahu olmak üzere Siyonistleri kahru perişan eyle. Netanyahu denilen malum kişiyi Kahhar ismi şerifiyle Rabbimize havale ediyoruz. Rabbimiz kahru perişan eylesin.“
Uygarlık güçlerin nezdinde yapılan bedduanın diktatörün kendi halkını kandırmak dışında hiçbir hükmü yoktu. Bilakis hiç açık vermeden, yüzü kızarmadan halkı bu kadar kolay kandırıp aldatan Erdoğan’ı çok başarılı bir diktatör olarak görüyorlardı. Onun üstüne Türkiye’de yoktu. Onu sonuna kadar iktidarda tutmaya kararlıydılar. Bu yüzden İstanbul belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’na yapılan siyasi darbeyi destekliyorlardı.
Uygarlık güçleri, Birinci Dünya Savaşı’nda İsrail devletin ön koşulu ve Ortadoğu’yu istedikleri gibi dizayn edebilmek için Batı Uygarlığın ileri karakolu olarak Türkiye’yi Ortadoğu’nun kapı önünde inşa etmişlerdi; İkinci Dünya Savaşı’nda ise Batı Uygarlığın ikinci ileri karakolu olarak İsrail devletini Ortadoğu’da inşa ettiklerinde onu ilk tanıyan ülkelerin başında Türkiye var. Bu iki devlet Semitik tüccarların ikiz çocuklarıdır; ikiz kardeşler. Ta Hazar Krallığı’ndan beri tarihsel kan bağları var. Boşuna Türkiye devletin kuruluşunda, daha Osmanlı yıkılmadan 50 yıl önce Selanik’te Türkçülük ideolojisiyle yetiştirilen bu Sabetaycı Beyaz Türklere görev verilmedi. Siyasetçileri kalpazanlar gibi halkın önünde birbirine küfür ederler, hakaretler yağdırırlar, beddualar okurlar, insan sanıyor ki bunlar hemen birbirine karşı savaşa giriyorlar; ama yok perde arkasında uygarlık güçlerine birlikte çalışırlar. Sizin ruhuz bile duymaz. Ortadoğu’da Türkiye kadar İsrail’in güvenliğini sağlayan, önündeki engelleri kaldıran, işini kolaylaştıran ve iyi ekonomik ilişkileri olan başka bir ülke yoktur.
Öcalan İmralı’da ağır tecrit altında tutulurken, gazeteciler, yazarlar, aydınlar, bilim insanları, belediye başkanları tutuklanırken, muhalefet siyasi darbelerle devre dışı bırakılırken, gerilla alanları sürekli yasak olan kimyasal silahlarla bombalanırken; Erdoğan, Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı olarak Batı uygarlığına çalışırken, Türkiye nasıl Kürt sorununu çözer, nasıl tecriti kaldırır, nasıl demokratikleşecek?
Kürdü beton mezara koymak isteyen İttihatçı zihniyet bu sorunu çözmez
Demiyorlar ki, „Kimse PKK’yi yenmedi. Öcalan bir basın toplantısıyla miladını dolduran PKK’yı devre dışı bırakıp feshetti. Türkiye’nin teröre karşı güvenlik gerekçesi de iflas etmiş oldu. Şimdiye kadar terörizmi bahane ederek ülkede barış ve demokrasiyi rafa kaldırmış, yerli halklarla sürekli savaş halindeydi. Aydınları, devrimcileri, bilim insanları ve yazarlarını susturmak için sürekli takip edip cezalandırmaya çalışıyorlardı. Batı, ‘Ilımlı İslam Projesi’ ile dinciliği yükselterek derin devletin iktidarını teslim ettiği Erdoğan, zaman zaman en büyük muhalefet partileri olan CHP, HDP ve DEM’i bile, “terörizme destek vermek ve terörizm ile iş birliği yapmakla” suçlayarak halkı kandırıp aldatarak, toplumda şovenizmi kışkırtıp rızalık üreterek bu iç savaşı yürütüyordu. Tabi herkes biliyor ki, CHP hiçbir zaman Kürt Özgürlük Hareketi’ni desteklemedi, iş birliği yapmadı; ama cahil toplumun bir kısmını kandırabiliyorlardı. Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı“ ile bu, toplumun yarısını „terörizm“ ile suçlama yaftalaması bitti. Şimdi Kürt Sorununun barışçıl ve demokratik yollarla çözülmesi için Türkiye’nin önüne koydu. Türkiye’nin artık hiçbir bahanesi, gerekçesi kalmadı. Şimdi adım atma sırası Türkiye’de; barışı, demokrasiyi, Avrupa Birliği’ne üyeliğini engelleyen Kürt sorununu çözsün diyeceklerine; gerilla ne zaman silah bırakacak? Silahlarını kime ve nereye teslim edecek? İçlerinde suçlular var. Bunlar hangi mahkemede yargılanacak? Üst düzey sorumluları yargılanıp cezalandırılsın! Kandil’deki gerilla da, Rojava’daki SDG (Suriye Demokratik Güçleri) de silahlarını bıraksınlar; Türkiye’nin başına bela olan bu terörizm sorunu bitsin gitsin.“ diyorlardı. Sanki PKK’nın silah bırakmasıyla bu yüzyıl Kürt sorunu çözülüyormuş, barış ve demokrasi geliyormuş gibi bakıyorlar meseleye.
Ortadoğu’da uygarlık güçleri için çalışan devşirme Türk politikacıları, “görevimiz Kürtleri yok etmek, PKK ve gerilladan kurulmak!” düşüncesi üzerine plan ve stratejilerini kurmuşlar. Yenilgilerini zafer kazanmış gibi göstermek için, “PKK’nın kendini feshetmesinden” zafer çıkarmak istiyorlar ki, kendilerini İngiliz Kemal gibi İngiliz Kraliyet Ailesine, ‘Kürtleri mezara gömme konusunda başarılı olduklarını’ gösterip, Batı’nın “aferin ödülünü” alarak M. Kemal gibi ölünceye kadar iktidarda kalmak istiyorlar. Böyle olunca sorunun adını koyamıyorlar, var olan sorunun kaynağını bilimsel bir şekilde ortadan kaldırmak, kalıcı bir çözüm üzerinde çalışmak yerine sorunun sonuçlarından kurtulmaya çalışıyorlar. Öcalan ve PKK’dan kurtulunca sorun çözülmüyor. “Kürtler yok” deyince de Kürtler yok olmuyor. Öcalan ve PKK neden değildir; sonuçtur. Diyelim siz Öcalan’ı harcadınız; PKK da kendisini feshetti. Ortadoğu’da 60 milyonun üzerindeki kadim Kürt halkın sorunu çözülür mü? Hayır. Sorun çözülmedi mi, o halk yarın PKK’dan daha güçlü bir örgüt ortaya çıkarır ve bu kez işgalcı Türk devletini tıpkı Akad ve Asur devletleri gibi tarihin geri dönüşü olmayan çöplüğüne atarlar. Devlet, “Kürdü beton mezara koydum” sandığı yerde, asıl o kendisi devletler mezarlığında yerini ayarlasın. Sorunu çözmediniz mi önümüzdeki yüzyılda bu kaçınılmaz bir gerçektir. Bunu düşünemiyorlar. Düşünce kabiliyetleri olmayan bu ırkçı-şoven kör zihniyetle bu yüzden Kürt sorunu çözülmüyor.
Aklı başında bir devlet yetkilisi çıkıp, „Yüzyıldır ortada bir Kürt sorunu var. Bir kez bu sorunun adını doğru koyalım. “Terörizm“ yaftalamasını bırakın, „Kürt Sorunu“ deyin. Yüzyıldır Türkiye halkları hep tek adam diktatörlükleri ve askeri darbe mekanizmaları ile yönetilen bir ülke. Demokratik cumhuriyet hiçbir zaman olmadı. TC. kurulmadan önce, güçlerinden yaralanmak için Kürtlerle ittifak kurdu ve onlara özerklik verileceği sözü verildi. Bizzat o dönemin kapitalist modernitenin öncü gücü olan İngiltere’nin yardımlarıyla (Aşağıda açıklayacağız nasıl yardım ettiklerini) bu devleti Anadolu‘ya kuran M. Kemal’in kendisi Kürtlere özerklik verileceğine dair söz verdi. „Bu zor durumda emperyalizme karşı Müslüman Kürt kardeşlerimizle birlikte hareket ederek ortak bir vatan kuracağız,“ diye Kürtlerin taleplerini dillendirerek güçlerinden yaralanıyordu. Birinci Dünya Savaşı’nda yerli halklara yaptıkları soykırımlar nedeniyle insanlık suçu işlemiş olan bu suçlu İttihatçıların kendilerini kurtarmak ve yeniden iktidara gelebilmek için emperyalist devletlerin programları çerçevesinde Kürtlere özerklik vereceklerini söyledikleri dönemde; İngiltere, Fransa ve İtalya devletleri de buna paralel olarak, 10.08.1920 tarihinde Fransa’da Serv Antlaşması ile Anadolu ve Kürdistan’da özerk bölgeler oluşturacaklarını ilan ettiler. Sevr Antlaşması’da, “Kürt Bölgesi: 62-64 Maddeleri; İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat’ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak. Bir yıl sonra Kürtler isterlerse Milletler Cemiyeti'ne bağımsızlık için başvurabilecekler.“ deniliyordu.
Sevr Antlaşması ile Batı ülkeleri M. Kemal’in başını çektiği Misâki-Milli hareketini dolaylı olarak gizlice destekliyorlardı. Yani o dönemde bugünkü gibi “özerk bölgeler“ sözü verilerek, rızalık üreterek Kürtleri umutlandırıp beklenti tünellerine çekenler, sakinleştirmeye çalışanlar ve kandırıp aldatan birçok faktör devredeydi. İttihatçı M. Kemal da, “Siz Kürtlere özerklik verileceğini söylüyorsanız, onu biz de vereceğiz“ gibisinde bir yıl sonra Serv Antlaşması‘nı tasdik edercesine Kürtlere daha fazla güven vermek için 1921 Anayasası’na “Kürtlerin kendi bölgelerinde kendilerini özerk bir şekilde yönetebileceği“ yasalara konuldu? Böylece İttihatçıları tanımayan bazı Kürt aşiretlerin Mustafa Kemal’i desteklemeleriyle Ankara hükümeti, yani TC. Lozan’da uluslararası devlet güvencesi aldı.
Ama işte görüldüğü gibi, Sevr Antlaşmasından sonra, İngilizler ile birlikte çalışan İttihatçıların yeni önderi devşirme M. Kemal‘in ihanetiyle sonunda Lozan’ı kabul ettirdiler Kürtlere.
Yazar Ahmet Kahraman o tarihi aşamayı şöyle özetliyordu: “Türk devleti, ‘yedi düvelle çarpışa ve savaşarak kazanılan zafer‘ den sonra kurulmadı. Birinci Dünya Savaşı sonrasının hükmü büyük olan İngiltere ve yedeğindeki Fransa tarafından kuruldu. Temelleri de hayali savaştan yaratılan zaferden değil, Kemalistlerin 1920’de İngilizlerle yaptığı anlaşma ile atıldı. Devletin tapusu ise 1923’de Lozan’da teslim edildi.“
Yüzyıl sonra Üçüncü Dünya Savaşı ortamında Ortadoğu yeniden dizayn edilirken; aktörler değişmiş, perde arkasındaki uygarlık güçlerin figüranları M. Kemal’in yerine, devşirme Erdoğan geçmiş. Erdoğan’ın da Türkiye‘yi bu zor durumdan kurtarmak ve iç cepheyi güçlendirmek için Kürtlere ihtiyacı var. İngiltere’nin yerine uygarlık güçlerin öncü gücü Amerika‘ya geçmiş. Buna rağmen Amerika Batı politikalarıyla İngiltere ile birlikte çalışmaktadır. Amerika da tıpkı İngilizler gibi dünya kamuoyunun baskıyla Kürtlere acıyor, ittifak kuruyor, özerklik vereceğini söylüyor. Ama kendi yoluna çekebilmek için her yerde hep ileri karakolu Türkiye tarafından tehdit ediyor ve kendi yerine Türkiye’yi sahaya sürüyor. Türkiye eliyle Kürtlere Batı uygarlığın isteklerini kabul ettirilmeye çalışılıyor. Rojava’da Suriye Demokratik Güçleri’ne (SDG), “Ya şu Türkiye olmazsa ben size özerklik vereceğim fakat onlar bırakmıyor, onun için siz Serakani ve Efrîn’den 30 km içeriye çekilin, onların yani bizim istediğimiz bir güvenlik bölgesini oluşturun ki, biz istediğimizi onlara kabul ettirebilelim. Suriye’de Rusya ile birlikte çalışan, bizim neoliberal ve Ortadoğu projelerimizi pratiğe uygulamayan Esad rejimini değiştirdik. İngiltere ile birlikte desteklediğimiz El Kaide, IŞİD ve El Nusra kökenli cihadist Golani’yi, her şeyi tersinden okuyan, hiçbir kanuna ve mahkeme kararına uymayan diktatör Erdoğan gibi Suriye‘de iktidara taşıdık. Bizim M. Kemal, Saddam ve Erdoğan gibi diktatörlere ihtiyacımız var. Onun için iktidara getirdiğimizde Avrupa politikacıları gönderip boynuna kravat taktığımız bu katil, cihatçı Golani’nin elini sıktı ve parlattılar. Fakat bizim de pek güvenmediğimiz o Türkiye’nin yönlendirdiği salak Golani da; Türkiye’nin kendi ülkesinde yaptığı Alevi katliamların metotlarıyla hemen dünyanın gözleri önünde Alevi mahallelerine gönderdiği cihatçılar, “Siz, Alevileri katledeceğiz, barınaksız bırakacağız!“ şiarlarıyla Alevilere hem katliamlar yapmaya başladı. Biraz bekleseydiniz ya! Çok zor duruma düştük. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Sayın Mazlum Abdi dünya kamuoyu size güveniyor, siz bir de özerklik ve devletin aslı üyesi karşılığında Şam’daki Suriye devleti ile önce 8 maddelik, sonra üst üste birkaç süslü güzel bir antlaşmalar yapın, Alevileri, Dürzileri, Kürtleri beklentiye sokun, şu iktidara getirdiğimiz katil Golani‘yi öbür diktatörler gibi kurtarın! İşleri bir yoluna koyalım. Zaten yapacağınız bu antlaşmalar Sevr Antlaşması gibi olacak, Türkiye karşı çıkacak. Ama olsun, elimize bir koz daha geçmiş olur. Biliyorsunuz Öcalan örgütüne silahları bırak, kendini feshet çağrısı yaptı yapalı Türkiye, SDG’nin, yani sizin de silah bırakmanızı dayatıyor. Türkiye’nin de desteklediği cihadist Muhammad al-Golani’ye ‘Rojava özerklik bölgesini‘ kabul edecek bir şekilde bir antlaşma yapın, gerisini sonra düşünürüz,“ diye dile getirilen söylemlerle hile, tuzak, ihanetler hiç değişmemiştir.
Amerika açıkça, “Aslında biz de Türkiye gibi sizin silah bırakmanızı istiyoruz. Ama dünya kamuoyunun baskısı nedeniyle bunu söyleyemiyoruz. Ortadoğu’da politikalarımızı yürüten Türkiye’ye üzerinde söyletiyoruz. Türkiye bizim yerimize konuşuyor.“ demek istiyorlardı.
Öcalan’ın çağrısı ve SDG Komutanı Mazlum Abdi’nin, Beşar Esad rejiminin devrilmesinden sonra Suriye’de iktidara gelen Muhammad al-Golani arasında Şam‘da, ülke topraklarının tümü üzerinde hâkimetlerini ve özerk bölgeleri öngören antlaşmanın Lozan olmaması için Kürtlerin, tarihin arka planlarını göz önünde bulundurarak ve güçlerini birleştirerek daha fazla mücadele ederek dikkatli olmaları gerekmektedir. Her zaman küresel uygarlık güçleri ve Batı ülkeleriyle birlikte çalışan, onların Ortadoğu’da jandarmalığını yapan, vekalet savaşlarını yürüten ve sürekli yerli halklarla savaş halinde olan Türkiye’ye hiçbir zaman güvenilmemeli! Çünkü onlar devşirme vekalet savaşçıları olarak kime hizmet ediyorlarsa bu coğrafyada onların tarihsel projelerini (BOP), planlarını ve politikalarını uygulamaktadırlar.
Osmanlı yıkılmadan 50 yıl önce, yaşayan bir beyin, yani küresel uygarlık güçleri Osmanlı’nın mirasını devredecek devşirme Türklere, parayla satın aldıkları Yahudi Türkologlar eliyle Avrupa merkezci ırkçı-milliyetçi bir ideoloji hazırlıyorlardı. Neden? Bugün kendilerine hizmet edecek bir homojen toplum yaratmak içindi. Şimdi Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan devşirme Türklere aşılan Avrupa merkezci ırkçı-Türk milliyetçi ideolojinin kimler tarafından hazırlandığını, toplumun mühendisliğiyle uğraşan mimar Tanrının nasıl genleriyle oynayıp yarattıkları homojen-hastalıklı bir Türkiye toplumunla yerli halklara düşman, savaş demokrasisi, şiddette yatkınlığı, şovenizmi, militarizm eğilimi ve tek ırk, tek inanç, tek dil, tek bayrakla tek adam diktatörlüğü arkasına dizilmiş kitle sürüsü, ırkçı ulusal güvenlikli kültü ile, Ortadoğu’da Batı uygarlığına hizmet eden model bir ülke yaratmışlardı.
Gelin bu Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliğini hangi Türkologların devşirme Türklere aşıladığını inceleyip ortaya koyalım ki; insanlığını yitirmiş, sürekli yerli halklara katliam ve soykırımlar yaparak insanlık suçu işleyen bu devşirme Türklere kimin vekalet savaşçıları olduğunu hatırlatalım!..
Yahudi Türkologlar
Avrupa ülkelerinde Türkoloji kürsülerin % 80’si Semitik tüccarlara hizmet eden Yahudi Türkologların elindedir. Onların elinde olsun, buna bir şey demiyoruz. Fakat bu bulundukları görevlerde Semitik tüccar tekellerin tarihsel projeleri doğrultusunda çalıştıkları artık sır değil. Örneğin, College de France Türkoloji Kürsüsü Başkanı Gilles Veinstein bir Yahudi’dir. Gene Yahudi Paul Dumont, “Mustafa Kemal ve Modern Türkiye (Mustafa Kemal İnvente la Turquie moderne)” adlı kitabında; Ankara Üniversitelerinde Türkleştirme eğitimine tabi tutulan devşirme Profesörlerden daha çok Kemalist olduğunu gösteren cesaretli açıklamaların asıl perde arkasında „Mustafa Kemal’ın fikirleri“ diye sunulan düşüncelerin Yahudi Türkologların düşünceleri olduğu yatmaktadır! Yahudi Paul Dumont, bilim yöntemine ters düşen bu yalanları hangi cesaretle, hangi güce dayanarak bilim dünyasına (!) taşıyor? Üniversite merkezlerinde tartışıyor?
Eski Çin tarihinde, Çinlilerin „uygarlık düşmanı“ diye tanımladıkları Türk tarihini inceleyen Fransız Sinolog ve Türkolog Joseph de Guignes bir Yahudi’dir. Uygarlık güçlerin, Türk halkın eski tarihini, filolojisi, antropolojisi, tarihi ve kültürünü araştırıp incelenmesi için görevlendirdiği Türkolog. Tarihte „uygarlık yıkıcı etmen“ olarak görülen Türklerin tarihi ile ilgili birçok bilgiyi, günümüzde Semitik tüccarlar tarafından bu „uygarlık yıkıcı etmenin“ nasıl kullanılacağı konusuna açıklık getirmek amacıyla “Türkler” diye üç ciltli bir kitapta inceliyor; 18. yüzyılın ortalarında, Çin kaynakları üzerinden yaptığı araştırmalarında, „zalim ve acımasız“ olarak nitelediği Türklerin eski Çin kaynaklarında birçok isim altında anıldıklarını, Çin duvarın yapılmasıyla yağma ve talan kapıları kapanan barbar Türklerin açlıkla karşı karşıya gelen sıkıntı bir dönemini sembol eden Ergenekon destanının ilk versiyonunu ve hangi koşullar altında Orta Asya’dan göç ettikleri politik tezini Avrupa okuyucusuna sunuyordu...
Ve bugün Anadolu’daki devşirme Türklerin yapay kimliğin tohumlarını eken de Guignes düşünceleri ışığında;1896 yılda Türk milliyetçiliğine asıl ruh verip canlandıran ve Semitik tüccarların siyasal bir misyon verdikleri Yahudi Leon Cahun’un, „Avrupa’da Aryen kökenli kavimlerden önce bir başka kavmin bulunabileceğini ve bunların Turan olabileceğini“ iddia ediyordu. „Avrupa dillerinin ve kavimlerinin kökeni“ için, de Guignes gibi Orta Asya’dan gelen Türkleri işaret ediyor; bunların olumlu ve olumsuz yönlerinden üzerinde duruyordu.
Leon Cahun, Türkler hakkında şöyle yazıyor:
„Türkler ve Mogollar, uygarlık yaratmaktan çok yıkıcı güçlerdir.... Hunlar, Türkler, Moğollar; ince ve uzun Avrupalılara korkunç ve şekilsiz cüceler gibi görünüyorlardı.... Türkler, anlayış bakımından, insanlar içinde sonuncudur... İnanmaktan daha fazlasını istemezler ve anlamaya hiç çalışmazlar....“ diye bilim dünyasında bilinen olumsuz nitelemelerin yanı sıra, Yahudi siyonizmin; Osmanlı’yı yetiştireceği İttahatçılar tarafından çöküşe götürdükten sonra kurulacak olan „Anadolu Siyonizm“i için görev vereceği devşirme Türklüğün olumlu yönlerini de şöyle sıralıyordu:
„Ordu, gerçek Türk için, şahıs (tek adam) haline gelmiş ulustur. Türkler savaşçı, cesaretli, itaatlı ve akliselim insanlardır.“
Leon Cahun, aynı Semitik tüccarlarının 10. Yüzyılın başlarında uygarlık yıkıcı Türklere, gerici İslamı Anadolu’ya yayma ve orada İslamın ileri karakol olarak görev verdiklerini unutarak şöyle devam ediyordu: „Ancak Türkler 10. Yüzyılın başında İslamın etkisi altına girdikten sonra kendileri için çalışmamış, İslam için çalışmışlar. Bu ulusal dehaları açısından olumlu sonuçlar vermemiştir. İslamlığı zor koşullarda kabul eden Türkler, farkına bile varmadan, Müslümanlaşmış Ön-Asyanı’nın Hıristiyan Avrupa’ya karşı temsilcisi oldu. Herkesten yürekli, herkesten inatçı, ırklarından gurur duyan bu insanlar, arzu ve enerjilerini, yabancıların hizmetinde, tesadüflere ve maceralara bağlı bir şekilde harcadılar.“[2]
Aslında Leon Cahun devşirme Türklere şöyle diyordu: ‘Ordularınızı başka halklardan devşirerek parayla kiralayan bir avuç Türk Sultanları olarak şimdiye kadar cihatçı İslam’a, dolayısıyla Arabizme çalıştınız. Ulus-devlet çağındaysa ise, çağımızın dini olan olan ve sizin için özel olarak hazırladığımız Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğini size aşılıyoruz ki, bundan sonra Batı uygarlığına çalışın! Onlara hizmet edin diye!“ Bu kadar açık… Devşirme Türlerde birazcık insanlık vicdanı kalmışsa, aslında insanlık aleminde kendilerinden utanmaları gerekir. Ama nerde! Onlar insanlıklarından utanacakları yerde, “Bir Türk dünyaya bedeldir!.. Ne mutlu Türküm diyene!.. Her Türk asker olarak doğar!“ sloganlarıyla sürekli yerli halklarla savaş halinde, sürekli insanlık suçu işleyen katil devşirme Türkleri övmeye çalışmaktadırlar.
İşin ilginç tarafı, bin yıl önce Hazar ve Horasan bölgelerinde sıkıştırılan göçebe Türk Beyleri, talan ve yağmayı bırakma koşuluyla (talan yapmayın, altın yumurtlayan tavuğu kesmeyin denilerek) arazi ve bazı bölgelerin vergilerinin kendilerine verileceğini söyleyerek; bir kısmı Abbasiler gözetiminde ‘29 Kürt şehrin gelirlerini askerlerinize verin‘ diye rızalık üreterek, yer yerde zor kullanarak İslamlaştırıldılar. Bir kısmı da Hazar Krallığı gözetiminde subaşı görevleri verilip ikna edilerek askeri dehaları keşfedildi, yer yerde zorla ve çeşitli araçlarla Musevi dinin inanç ilkelerini benimsettiler. Semitik tüccarlar tarafından ikna edilerek ve zorla İslamlaştırılan Türkler ile rızalık üreterek ve zorla Musevileştirilen Türklerin iş birliği o gün bugündür sürüp gidiyordu. Önemli olan onların bu ‘uygarlık yıkıcı rolleri‘ için ne kadar paranın verileceğiydi!?
Önce uzun yıllar o bölgelerde kral, prens ve halifelere para karşılığında tetikçilik yaptılar. Kim onları, “Beni koru!“ diye çağırıyorsa paralı askerleriyle onları korumaya gidiyorlardı. Çağıran kral, prens ve halifelere para karşılığında hizmetlerini sunuyorlardı. (Bugün de Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya’ya hizmetlerini sunuyorlar. Mustafa Kemal İngiltere’nin, Erdoğan ise, Amerikan’ın BOP ikinci eşbaşkanıdır.) Hazar Krallığı 965 yıllarında Rusya tarafından yıkılınca, ordaki birçok Türk boyların beyleri gibi Selçuk Subaşı ve Arslan Yabgu, Yusuf, Mikael, Musa adlı oğullarıyla Cend şehrine göç etti; orda İslam için çalışan Türkmen ve Oğuz beylerin yanına yerleşti. Cihatçı İslam ideolojisi sanki Orta Asya’dan gelen bu barbar Türkler için hazırlanmış bir yağma talan silahıydı. İslam ideolojisi hazır olduğu ve yerli halkların bir kısmı cihatçı Arap orduları tarafından İslamlaştırılmış olduğu için, onlar için özel yıkıcı bir ideoloji üretmeleri gerekmezdi. Artık köyleri, şehirleri siyasal cihatçı İslam bayrağı altında yağmalayıp talan eden barbarlıklarına meşrutiyet kazandırabiliyorlardı. Oohh ne güzel! İslam artık barbarlıklarını, yağma, talan, servet hırsızlıklarını örten bir kılıftı. Zaten o tarihten sonra İslam’ın öncülüğünü Araplardan alınıp Türklere devredilmesinin sebebi de buydu. Ve o gün bugündür önce İslam’ın ileri karakolu olarak Selçuklu ve Osmanlı devlet sistemlerinde kullandılar; Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin öncülüğü ve gözetiminde Batı’nın Ortadoğu ileri karakolu olarak kurulan Türk ulus-devletinde kullanmaya devam ettiler. Ve bu ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi’ küresel Semitik tüccar tekellerin para ve günün en modern savaş silahları desteğiyle ayakta tutuluyor. Bu yüzden çağımızda Amerika ve Avrupa Birliği, Türkiye’nin Kürtlere, Ermenilere, Süryanilere, Rumlara, Alevilere ve öbür azınlıklara karşı yürüttüğü savaş, katliam ve soykırımlara gözlerini yumuyorlar, kulaklarını tıkıyorlar; Türkiye’nin işlediği ve işlemekte olduğu büyük insanlık suçlarını görmezden geliyorlar. Ve dolayısıyla yerli halklarla sürekli savaş halindeki Türkiye’nin bütün insanlık suçlarına batı ülkeleri ortaktır!
Bin yıl önce Selçuk, Tuğrul, Sancar, Alpaslan gibi Türk beyleri nasıl ki paralı askerleriyle kral, prens ve halifelere para karşılığında çalışmışlarsa; bugün de aynı zihniyetle iktidardaki bütün devşirme Türk politikacıları da, aldatıp kandırdıkları Anadolu ve Kürdistan halkların çocuklarından oluşturdukları modern devşirme orduyla para karşılığında kapitalist sistemin öncü güçleri olan Amerika ve İngiltere’ye çalışmaktadırlar.
Yukarda belirtiğimiz gibi uygarlık güçleri tarafından planlı bir şekilde bir taraftan başı boş, disiplin etmeye gelmeyen ve Müslüman olmak istemeyen Türkmen ve Oğuz boylarını birbirine kırdırıp yok ederken, öbür tarafta İslamlaştırılan Türkmen ve Oğuz Beylerine, Anadolu’da Hıristiyanlığa karşı İslam’ı savunma görevi verildi. Cihatçı İslam ideolojisi onlar için hazırdı. Sadece bunların eline İslamî devlet güvencesinin verilmesi gerekiyordu. Bunun için onlarca yıl bunun hazırlığı yapıldı. 10. Yüzyılın başlarında artık uygarlık yıkıcı gücü azalan Abbasi-Sünni İslam devletin mirasını, Abbasilerin gözetiminde 50 yıllık bir süre içinde yavaş yavaş yağmacı, talancı barbar Oğuz Türk Bey’lerine altın gücü, toprak ve onlarca Kürt illerin vergilerini askerlerini beslesinler diye verip Selçuklu devletini inşa ettiler. Dikkat edin devlet güvencesi Türkmen halkına verilmemiştir; o dönemde Türkmen halkın da devlet kurma gücü yoktur. Askerlerini başka halklardan devşirmiş ve uygarlık güçlerine çalışan Oğuz Beylerine verilmiştir.
Selçuklu devletini inşa etme sürecinde; hem eski Çin politikasıyla bir yandan disipline gelmeyip, yağma ve talan kişiliklerini bir türlü bırakmak istemeyen Türkmen ve Oğuz boylarını savaşlarda birbirine kırdırttılar, hem de kullanacakları uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin yönetici kadrosu olan Tuğrul Çağrı, Sultan Sancar ve Alpaslan gibi Oğuz beyleriyle, Abbasi-İslam tipi bir devlet kurmalarına büyük katkılar sunan vezir Nizamülmülk’ün Oğuzlar, Persler, Kürtler, Rus, Deylemler ve Kafkasya halklarından oluşturdukları devşirme Selçuklu ordusunu oluşturdular. Yeni oluşturulan cihatçı İslam ordusunu, Hıristiyanlığa karşı İslam’ın ileri karakolu olarak Anadolu’ya yerleştiren Semitik tüccarlar ve cemaat seçkinleri; bin yıl sonra, ortak politikalar yürüttükleri batı devletleriyle Avrupa merkezci düşünceyle geliştirdikleri Türk-Alman Askeri İş Birliği ve milliyetçiliğiyle bu kez uygarlık yıkıcı etmen olarak gördükleri ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini’ Batı’nın ileri karakolu olarak Anadolu’ya yerleştirmek için devşirme Türkleri Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğini aşıladılar. Görüldüğü gibi Semitik tüccarlarda yaşayan bir beyin (yani binlik planları olan uygarlık güçleri) bütün bu tarihsel olayları organize ediyor.
İlginçtir! Nasıl ki planlı bir şekilde 10. Yüzyılın başlarında Abbasi-Sünni İslam devletin mirasını, Abbasilerin gözetiminde 50 yıllık bir süre içinde yavaş yavaş yağmacı, talancı barbar Oğuz Türk Bey’lerine teslim edip Selçuklu devletini İslam’ın ileri karakolu olarak Anadolu’ya yerleştirdilerse; aynı şekilde 19. Yüzyılın sonunda da İngiltere, Fransa ve Almanya gözetiminde 50 yıllık bir süre içinde yavaş yavaş yağmacı, talancı, işgalcı ve Selanik’te Avrupa merkezci Türk milliyetçi ideoloji ile kadrolarını yetiştirdikleri ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini’ Anadolu’ya yerleştirmiş oldular.
Bin yıllık Türk-Kürt ittifağından bahsedenler egemen sınıfın tarihini yazan resmi tarihçilerdir. Uygarlık güçlerin istemleri çerçevesinde oluşturulan (ve uygarlık güçlerine para karşılığında çalışan) bir avuç Türkmen Beyleri ile bir avuç Sünni-Kürt Derebeylerin (birkaç Kürt aşiretin) ittifağından bahsedilebilir. Ama Türk halkı ile Kürt halkı arasında siyasi bir ittifaktan kesinlikle bahsedilemez. Çünkü bin yıldan beri Türk halkı ile Kürt halkı arasında hiçbir zaman bir siyasi iktidar ittifağı olmamıştır.
Türk milliyetçiliğini geliştirirken, ortalığı birbirine düşürüp karıştıran zihniyetiyle, bir zamanlar Semitik tüccarların Müslümanlığı överek ve zorla İslam ideolojisini kafalarına yerleştirdikleri devşirme Türklere, yani Yeniçeri Ordusu’na bu kez ulus-devlet çağın dini olan Avrupa merkezci Türk ırkçılığı kimliği verilirken, Leon Cahun ağzından İslam’ı şöyle kötülüyorlardı:
“Araplar silahla Türklerin hakkında gelemediler. Çok iyi bildileri bir yöntem olan iftiraya başvurdular. Ellerindeki bazı bölgelerin (29 Kürdistan şehirlerin) vergilerini ve arazileri verip kandırarak, yer yer de zor kullanarak Türkleri İslamlaştırdılar. Oysa Müslümanlık gerçek Türk dahasına ters düşüyordu. Selçuklulardan itibaren Türkler (Semitik tüccarların ekonomik, ticari ve siyasi çıkarları için A.R.) bozulmaya başlamıştır. Türkler özellikle İran-İslam devlet gelenekleri etkisine kapılmış ve İslam bu yarı-Çinlilerden çok katı İranlılar oluşturmuştur. Nizamülmülk’ün Siyasetname’sinde ifadesini bulan İslamla bozulmuş sürecini, iki önemli madde halinde açıklamak mümkün. Birincisi, dinin yaşamda çok yer kapsaması. İkincisi, kadınların, eski Türklerde olan yüce yerini kaybetmesi. Bu konuda siyasetname’nin karşıtı olan Kutadgu Bilig’i ele alınırsa, gerçek Türk ruhunun (uygarlık yıkıcı ruhunun. A. R.) örneklerini orada, Orta Asya’da olduğunu görmüş olacağız.“[3]
Leo Cahun, de Deguigne ve Armanius Vambery gibi, 300’ler Komitesi’nin başkanlığını yapan İngiliz Kraliyet Ailesi‘nin siyasi politikaları çerçevesinde ısmarlama kitaplar yazan Yahudi Türkologlar; insanlar arasında dini inancın azıldığı, klasik sömürgeciliğin ömrünü doldurduğu ve ulus-devlet çağında ırkçı fikirlerin geliştiği, devşirme Türklere Anadolu’da Batı’nın Ortadoğu ileri karakol görevini verecekleri 19. Yüzyılda, Semitik tüccarların tarihsel mesajlarını Sabetaycı cemaatlerin Selanik’te Türk kimliğiyle yetiştirdikleri ve Anadolu’da faşist Türk devletini kuracak olan İttihatçılara şöyle iletiyorlardı: „Gerçek Türk ruhu İslam’ın dışındadır.“
Semitik tüccarlar, bu açık emirlerle ‘uygarlık yıkıcı Türk Egemenlik Sistemi’nin yöneticilerine, „artık Anadolu’da sadece İslam’nın değil, aynı zamanda Batı ile ortak politikalar yürüten Semitik tüccar tekellerin ileri karakolusunuz“ diyorlardı. Oysa o güne kadar, ‘gerçek Türk ruhu İslam’dadır‘ diyerek onları kullanıyorlardı.
Türkçülük hareketlerini uyandırmak üzere İngilizler ve Rothschild’ler tarafından görevlendirilen misyonerlerden birisi de Yahudi asıllı Macar olan Arminius Vambery’di; “Türklerin de bir ırk“ olduğunu ve “Türk ulusu”nu oluşturdukları fikrini yayıyordu. Siyonizm davası için çalışan Vambery’in Osmanlı sarayında geniş çevresi vardı. 1902 yılında Theodor Herzl’i II. Abdülhamit ile görüştürmüş; bu arabuluculuk görüşmesinde Theodor, Abdülhamit’ten „Filistin’de Yahudilere ibadetlerini yapabilecekleri bir Kanton bölgenin kurulması karşılığında Osmanlının otuz üç milyon İngiliz altınına ulaşan borçlarının tamamı Yahudi tüccarlar tarafından ödeneceğini, İmparatoru korumak için 120 milyon altın Franka mal olacak deniz filosu yaptıracağını,“ söylediği açıklaması Arap kaynaklarında mevcuttur.
Leo Cahun’nun kitabının yayınlandığı 1896 yılında dilbilimci olan Vilhelm Thomsen tarafından 1889 yılında Mogolistan’da bulunan Orhun Yazıtları’nın deşifrasyonu bir kitap olarak yayınlanıyordu. Önce Türklük yüceltilerek Avrupa’da Yahudi Türkologlar tarafından „Türkoloji dalı“ oluşturuldu. Kitaplar yayınlandı. Ve bu Türkçülük fikirlerini yayan günlük gazeteler yayınlandı. İngiltere’den 1870’lerde Osmanlı’nın Selanik şehrine Rothschild Ailesi’nin finanse ettiği bir heyet gönderildi. Bir tek Türk ailesinin bulunmadığı Selanik’te üç yüz yıldan beri İslam’ın baskısından dolayı İslam görüntüsü altında gizlice Yahudi inancın esaslarını korkular, ruhi endişeler ve ruhi sıkıntılar içinde sürdüren Yahudi Sabetaycılara, daha doğrusu üç Sebataycı Cemaata üç özel okul kuran Semitik tüccarlar; bu özel okullarda a.) Museviliğin dini ilkeleri b.) Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği eğitimi verilerek yapay Türk kimliğini oluşturup yayma görevini bu Sabetaycılara verdiler. Yani Semitik tüccarlar, kendi tarihsel projeleri çerçevesinde İspanya’dan göç eden bu Yahudilerin kimliğini Osmanlı’nın baskısı altında önce 1666’da Sabetaycılar diye değiştirdiler, sonra Osmanlı’nın çöküşü sürecinde Türkleştirerek tekrar kimliklerini (Beyaz Türkler) değiştirdiler ki; Türkiye devletin kuruluşunda bu Beyaz Türklere görev verilsin diye.
M. Kemal ortada olmayan Türkler adına Kürtlerle yaptığı ittifaka ihanet etti!
Sorulması gereken soru şu: İttihatçı Kemalistler onlara söz verdiği halde, neden Lozan antlaşmasından hemen sonra Kürtlerin bütün insani halklarını gasp ettiler? Bu düşmanlığı neden Kürtlere yaptılar? Onları öbür yerli halklar olan Ermeniler, Pontus Rumları, Süryaniler gibi katliam ve soykırımlarla yok etmek, yok edemediklerini asimilasyon politikalarıyla Türkleştirip yok ederek devşirmek istiyorlardı, İttihat Terakkicilerin 1909-1910 yıllarında Selanik’teki parti merkezinde aldıkları kararlara göre. Bu kararların kimlerin Beyaz devşirme Türklerin beyinlerine aşılayıp vicdanlarını satın aldıklarını yukarda özetle bahsettik. Halkların inkârı ve imhası üzerine inşa edilen siyasi politikalardan sonra yerli halklar ile devlet arasında iç savaşlar başladı. 1925’den 1938 kadar ki M. Kemal’in tek adam diktatörlüğü döneminde Kürtler insani ve özerklik halklarını almak için hep ayaklandı, devlet ise inkâr ve imha politikalarıyla hep katliam ve soykırımlarla yok etmeye çalıştı. Bu, böl parçala yönet; halkları birbirine düşman et; biri inkâr ve imha siyasetiyle sürekli bastıracak, biri tabiatın gereği olarak gasp edilen doğal hakları için sürekli ayaklanacak, onlar da o ülkeye vali (M. Kemal, 14 Kasım 1918’de İngiliz valisi olabilmek için Pera Palas Oteli’nde, röportaj yaptığı gazeteci George Ward Price üzerinden İngiltere’ye bir mesaj iletiyordu. Bu iletilen mesajı yazının son sayfalarında bulacaksınız.) tayin ettikleri yöneticilerine sürekli silah satarak yeraltı yerüstü kaynaklarını sömürüp kendilerine bağımlı hale getirecek politikası, İngilizlerin, Amerikalıların politikası değil miydi? Ülkenin tek sahibi M. Kemal’in diktatörlük döneminde devlet, „eşkıyalarla, şakilerle savaşıyoruz,“ adı altında Kürt soykırımların üstünü örtüyor, dünya kamuoyunundan gizlemeye çalışıyordu. Uygarlık güçlerin tarihsel programları çerçevesinde kadim Kürtleri bu coğrafyada yok etmek istiyordu. Kürtleri Ağrı Dağ’ında mezara koyduğunu sandılar.
İkiyüzlü Batı ve Semitik tüccarların tarihsel projeleri çerçevesinde yerli halklar olan Ermeniler, Rumlar, Süryaniler ve Kürtlere çok büyük katliamlar ve soykırımlar yaparak ağır travmalar yaşatıldı. Balkan ve Kafkasya göçmenleri de dahil bütün yerli halklarla birlikte Kürtleri Türkleştirme savaşlarında vekalet savaşlarını yürüten devşirme İttihatçı Türkler kazandıklarını sandıkları yerde kaybettiler! Ülkenin bütün kaynaklarını yerli halkları Türkleştirme savaşlarında harcayarak, Batı ülkelerini zenginleştirirken kendi halkını yoksullaştırdılar. Bunun asıl başlangıç yeri ve nedeni Osmanlı daha yıkılmadan 50 yıl önce başlayarak Selanik’te Avrupa merkezci Türk milliyetçili ile yetiştirilen İttihat Terakki kadroları ve ardılları -İttihatçı olduğunu inkâr eden- M. Kemal ve arkadaşlarıdır.
İşin başında M. Kemal, 1919’da Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde, Amasya Protokolü'nde özerklikten bahsedince, ağzını tutamayan ve bu söylemlerin ciddi olup olmadığını anlamak için İttihatçı Talat Paşa, ona Almanya’dan bir mektup göndererek şöyle uyarıyordu: „Selanik’te Türkler nasıl millet olur? ‘Türklerin Millet olabilmesi için’ diye başladık. Biz Türklere bir ülke kurup modernleştirecektik. Nedir bu ırki halklar eşitlik meşitlik, bilmem ne! Türkçülüğü bırakıp o yerli halklara haklarını mı veriyorsun?“
M. Kemal‘a da, Talat Paşa‘ya şöyle yanıt veriyor: “Bu süreci ben iki parçaya bölüyorum. Birinci parçada asıl (görünüşteki.A.R.) işgalcıların hakkında geleceğiz; bu süreçte herkesi birleştirmeye çalışacağız. Ama ikinci aşamaya geldiğimizde; yani ülke bağımsızlığına kavuştuğunda, işgal sorunu çözüldüğünde, bugünkü mevcut güçleri (Kürtleri) ellerimizde tutarsak, bu zavallıların hakkında gelmek zaten zannettiğinden daha kolay olacaktır!“
Bundan çok iyi anlaşılıyor ki; ta başından beri Anadolu ve Kürdistan halklarını aldatıp kandırmaya çalışan suçlu İttihatçı Mustafa Kemal[4] aslında İngilizler İstanbul’da aylarca kendisine verdikleri askeri brifingler sırasında birlikte çoktan bir oyun planlaması yapmışlardı. M. Kemal sadece bu uygarlık güçlerin tarihsel programlarını, yani İttihatçı arkadaşlarının yarıda bıraktığı son katledilecek olan Kürtleri yok edip, Anadolu ve Kürdistan’da herkesi Türkleştirme programına tabi tutma işini pratiğe uygulayan bir figürandı. Güçlerinden yaralamak istediği savaşçı Kürtlere ihtiyaçları olduğu için, onları eski İttihatçı arkadaşları Enver Paşa, Talat ve Cemal Paşa gibi kandırmaya çalışıyordu. Çünkü ancak Kürtlerle ittifak kurabilirlerse Anadolu’da iktidara gelebileceklerini çok iyi biliyorlardı. Şunun altını tekrar çizmek gerekiyor: Bu ittifak Türk halkı ile Kürt halkı arasında yapılan bir ittifak değildi; emperyalizm ile gizli bir iş birliği yapan ve zor duruma düşmüş suçlu ittihatçıların -ortada olman Türkler adına- Osmanlı subayları ve dini makamlarında çalışan bazı Kürtlerle yaptıkları bir ittifaktı. İttihatçı M. Kemal’a güvenmeyen Azadi Örgütü ve bazı Kürt aydınları gerçek bir cumhuriyetin kurulması için hâlâ İttihatçılara karşı mücadele veriyorlardı.
Yani o dönemin öncü gücü İngiltere’nin Osmanlı’nın mirasını kendisine devredeceği İttihatçı M. Kemal ve arkadaşlarının bazı Kürtlerle yaptığı bir ittifaktı. Halklar birbirine ihanet etmez. Gerçekten Kürtler, gerçek Türklerle ittifak yapmış olsaydı; gerçek Türkler hiçbir zaman Kürtlere ihanet etmezlerdi. Aynı şekilde bin yıl önce de Anadolu’da iktidara gelebilmek için ortada olmayan Türkmen ve Oğuz boyları adına Abbasi halifesine hizmet edip çalışan Selçuklu Sultanların Kürt Derebeyleri ile yaptıkları ilk ittifak gibiydi. O dönemin uygarlık güçlerine çalışan Selçuklu Sultanları da, Anadolu kapılarını kendilerine açan sünni Kürt derebeylerine, dolayısıyla Kürtlere ihanet ettiler; İslam olmayan Zerdüst, Êzîdî Kürtlerine ve Hıristiyan halklara korkunç katliamlar yaptılar. Hep halkların inanç duygularına seslenip bir taraftan rızalık üreterek, bir taraftan baskı ve katliamlar uygulayarak, aldatıp kandırarak uygarlık güçlerin desteğini alarak iktidarda kalmayı başaran devşirme Türkler; o gün bugündür doğuda hep uygarlık güçlerine para karşılığında çalışarak, özelde Kürtlere genelde bütün yerli halklara ihanet içinde olmuşlardır!..
Onun için M. Kemal’in özellikle bazı Kürt Bey ve ağalarıyla kurduğu o ittifak, ne ihaneti içinde barındıran ilk ittifaktı, ne de son ittifak olacaktı. On yıl önce 1908, 1909 ve 1910 yıllarında da İttihat Terakki önderleri iktidara gelebilmek için kendi aralarında şöyle konuşmuşlardı: “Yerli hakları ürkütmemek gerekir. Bu zor süreçte desteklerini alarak önce padişahın devletini ele geçirip iktidara gelmek asıl mesele.“ deyip Rumlar, Ermeniler, Süryaniler, Kürtler, Araplar gibi bütün yerli halklarla ittifak yaparak, ’özgürlük, eşitlik, vatan’ sloganlarını atarak, Alman subaylarıyla birlikte önce ikinci Meşrutiyeti 1908’de ilan ederek padişahın iktidarına ortak olmuşlardı. Bir yıl sonra da İngilizlerin planladıkları darbe girişimini pratiğe uygulayıp padişahın üzerine atarak, padişahın bütün yetkilerini kısıtlayarak tek başlarına iktidara gelmişlerdi.
Ulus-devlet çağında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nu ekmek gibi parçalayıp küçük ulus-devletlere bölmek isteyen Uygarlık güçlerin tarihsel planları ve yardımlarıyla 600 yıllık Osmanlı Hanedanlığını yıkacaklar ya!.. Onların gücüyle iktidara geldikten sonra Osmanlı’yı Semitik tüccarların tarihsel projeleri çerçevesinde Almanların emriyle savaşa soktular. Dört yıl süren savaşta Osmanlı birçok bölgede toprak kaybetti, yeni ülkeler ortaya çıktı. Arabistan, Kuzey Afrika ve Balkan bölgelerinde toprak kaybetme sürecinde; Enver ve Talat Paşalar resmen ülkeyi satışa çıkararak, İngiltere’den 12 milyon dolar (kendi sülalesine yetecek kadar) para karşılığında Filistin, Ege ve Marmara cephelerinden ordularını geri çekerek, uygarlık güçlerin tarihsel programları çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu’nu tamamen çöküşe götürmüşlerdi. Bu çöküş sırasında, “Biz oradaki halkları Türkleştirseydik, oralar, yani Arabistan yarımadası, Kuzey Afrika ve Balkanlar bizim elimizden gitmezdi.“ diyerek Avrupa merkezci milliyetçi, ırkçı düşünce zihniyetiyle Anadolu’daki yerli halklara yöneldiler. Bu fikri onlara aşılayan da onları Ortadoğu’nun kapısı önünde vekalet savaşçıları olarak kullanmak isteyen uygarlık güçleriydi. Uygarlık güçlerin, Osmanlı yıkılmadan 50 yıl önceden başlayarak devşirme vekalet savaşçılarını nasıl ve hangi ideolojilerle yetiştirip kullandıklarına dair iyi bir örnektir. 1909-1910 yıllarında Selanik’teki cemiyetin merkezinde geceler boyu görüşüp, Semitik tüccarlar’ın tarihsel plan, program ve projeleri çerçevesinde aldıkları kararları savaş ortamında pratiğe uyguladılar; Ermenileri, Pontus Rumları, Süryanileri soykırımdan, Kürtleri katliamlardan geçirdiler.
Son yüzyılda Anadolu’da dedeleri, babaları katliam ve soykırımlarla Türkleştirilen devşirme Türkler, neden kapitalist sistemin bir icadı olan Türk ulus-devletin yerli halklara yaptıkları bu katliam ve soykırımlarla yüzleşmiyorlar?
İttihatçıların Selanik’te aldıkları ırkçı kararlar yüzyıldır pratiğe uygulanıyor
Neydi bu İttihat Terakki Cemiyeti’n1909-1910 yıllarında Selanik’teki parti merkezlerinde geceler boyu görüşüp aldıkları kararlar?
Hiçbirisi Türk olmayan; Selanik’teki cemaat okullarında kendi tarihinden, kültüründen, dilinden koparılıp beyinleri Avrupa merkezci ırkçı-şoven Türk milliyetçiliği ideolojisiyle yıkanarak Türkleştirilen devşirme İttihat Terakkiciler, Türk pazarında yüksek maaşla toplumun mühendisliği ile uğraşan uygarlık güçlerin kendilerine verdiği etnik temizleme görevi üzerine, atalarının Orta Asya’daki vahşi fikirlerini şöyle dile getiriyorlardı:
“Türklerin (yani Müslüman halkların) Millet olabilmesi için; Rumların servet ve sermayelerine el konularak Ege bölgesinden sürülmeleri gerekir. Turana varmak ve birleşmek için yerleşik oldukları alanlarda Ermenilerin ellerindeki varlıkları alınarak temizlenmeleri gerekir. Homojen bir toplumun inşası gayesi ile Alevilerin de (Zerdüşt ve Êzîdîlerin de) ne olursa olsun katliamlarla Müslümanlaştırılması gerekir. Geniş bir alanda yerleşik ve savaşçı yapıya sahip olan Kürtlerin ise zamana yayılır şekilde Türk unsur içinde eritilmesi gerekir.“
İşte bu kararlar hiçbir şüpheye yer vermeden yerli halklara „ya Türk ve Müslüman olacaksın ya da sürgün ve ölümden ölüm beğeneceksin,“ diyordu. Bu açıkca uygarlık güçlerin İttihatçılar ya da Beyaz Türkler eliyle planlı bir şekilde yaptıkları bir etnik temizlikti. Türkiye, kurulduğu günden bugüne kadar bütün gücüyle Batı’nın ve –Semitik tüccarlar’ın tarihsel plan, proje ve programları çerçevesinde- bu etnik temizliği sürdürmektedir.
Çağımızın dinciliği olan Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğin savunucuları olan Leon Cohun, Munis Tekinalp (Moiz Cohen), Emile Durkheim Yahudi Türkologlardır. Yahudi Türkologların öğrencileri Yusuf Akçura Kafkas göçmeni Çerkezdir. Ziya Gökalp Diyarbakır’lı Kürt’tür. Munis Tekinalp,[5] Emanuel Karaso, Nissim Masliyah, Alber Aseo, Nissim Russo, Avram Galanti,[6] Alber Fuaa, M. Kemal, Talat Paşa gibi Sabataycı Yahudiler İttihat-Terakki Cemiyeti’in ve Selanik’teki mason locaların üyeleriydi.
İngiliz Kraliyet Ailesi ve Rothschild’lerin o dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde ajanları vardı. 31 Mart 1909 darbe girişimini M16 tarafından planlandı, İttihatçılar tarafından olay çıkarılarak pratiğe uygulandı.[7] Ama İttihatçılar darbe girişimini[8] padişah Abdülhamid’in üstüne atarlar ve onu tahtan indirerek yetkilerine son verdiklerine dair kararı bildiren heyetin içinde bir tek Türk bile yoktur. Hal kararını kendisine bildiren heyetin içinde bir Yahudi (Emanuel Karaso), bir Ermeni, Bir Arnavut, bir Kürt olduğunu görünce, padişahın da dikkatini çeker ve kendisin de Türk olmadığını unutarak Türk yalan dünyasına şöyle seslenir:
“Bir Türk padişahına, 33 sene bu Makamda bulunmuş İslam halifesine hal kararını bildirmek için bir Yahudi, bir Ermeni, bir Arnavut ve bir nankörden başkasını bulamadılar mı?“[9]
Rothschild’ler tarafından finanse edilen ve onların danışmanları, heyetleri, öğretmenleri tarafından 1870’lerden sonra Selanik’te eğitilen, yönlendirilen, Mason localarıyla korunan ve birçok araçla desteklenip finanse edilen İttihat ve Terakki Cemiyeti hem Osmanlı devletini çöküntüye götürüyordu hem de Filistin’de bir İsrail devletin kurulmasının önünü açıyordu.
Türkiyeliler İttihatçıların yaptığı soykırımlarla yüzleştiler mi?
Peki Osmanlı devletindeki ‘Yeniçeri Askerlerin’ yerini alan Türkiye Cumhuriyeti’ndeki çağdaş ‘Devşirme Türkler’ ya da ’Beyaz Türkler’ uygarlık güçlerin, ‘bir toplumun genleriyle oynanan Türkleştirme projeleri’ ile yüzleştiler mi? Hayır! Kendileri ‘küresel uygarlık güçlerin’ Doğu’da kullandıkları Türk devşirme savaşçıları olduklarının farkına vardılar mı? Hayır. Sahte cumhuriyetin son yüzyıl içinde en az 50 milyon insani kendi kimliğinden uzaklaştırıp Türkleştirdiklerinin farkındalar mı? Hayır. Devşirme Türkler yapay bir kimlikle yaşadıklarının farkındalar mı? Hayır. Devletin ayrımcı, katliamcı, soykırımcı resmi ideolojisi ile yüzleştiler mi? Hayır! Ermeni, Pontus Rumları Süryani ve Kürt soykırımlarıyla yüzleştiler mi? Hayır! Türkleştirme ve İttihatçıların bugüne kadar yaptıkları soykırımlarla yüzleşmeyen Türk devleti ve devşirme Türkler toplumun hiçbir sorununu çözemez! Yalan ve yapay bir dünyada yaşamaya devam edecekler. Bu sorun çözülmediği müddetçe İsrail devletin Filistin’in yerli halklarıyla savaşları gibi yerli halklarla savaşları yüzyıllar boyu sürüp gidecektir. Çünkü İsrailoğulları’nın da, devşirme Beyaz Türkler’inin de genleriyle oynayıp; onları, Ortadoğu’da Akad devletinden beri ‘Mezopotamya’nın topraklarına ve siyasi yönetimine sahip olma tarihsel projeleri’ için vekalet savaşçıları olarak kullanmak isteyen Semitik tüccarlar’dır! Her iki devletin kadroları ve bireyleri bunun farkında değiller.
Daha da önemlisi acaba sözünü ettiğimiz Olimpos Tanrı’ları bin yıldan beri Doğu’da kullandıkları ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sisteminden vazgeçebilecekler mi? Kesinle hayır. Tarihteki Akad ve Asur tiran devletleri gibi halkın bilinçli mücadelesi sonucu yıkılmadığı müddetçe, tarihin geri dönüşü olmayan çöplüğüne atılmadığı sürece, onlar halkı daha iyi sömürebilmek için kendi elleriyle inşa ettikleri baskıcı bir devleti, faşist bir sistemi yıkmazlar.
Dikkatle araştırılıp incelendiğinde ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik istemini’ bin yıl önce nasıl bir süreçle inşa etmişlerse, Osmanlı’nın son 50 yıllık çöküşü sürecinde de ona benzer bir süreçle Türkiye adıyla yeniden inşa ettiler. İsterseniz kısaca bir bakalım; Semitik tüccarlar Selçuklu devletini nasıl İslam’ın ileri karakolu olarak Anadolu’ya yerleştirdiklerini.
Uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini bin yıl önce inşa ettiler
Uygarlık güçleri, bin yılların başında nasıl ki “uygarlık düşmanı“ olarak gördükleri Türkleri İslam’ın ileri karakolu olarak o çağın öncü gücü Abbasi Halife’sinin gözetiminde 50 yıllık bir zaman süresinde yavaş yavaş Anadolu’da iktidara taşıyıp Selçuklu devletini İslam’ın ileri karakolu olarak kurdularsa; aynı şekilde Birinci Dünya Savaşı’nda da aynı küresel güçler önce Alman devletin gözetiminde 50 yıllık bir zaman süresinde Osmanlı padişahından darbe girişimleriyle aldıkları iktidarı İttihat ve Terakkicilere teslim ettiler. Savaşa soktular. Savaşta yenilince bu kez kapitalist sistemin öncü gücü İngiltere tarafından savaş suçlusu katil İttihatçılara Osmanlı mirası devredilerek Batı’nın ileri karakolu olarak uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini yeniden Anadolu’da inşa ettiler. Bu inşa etme süreçleri tamamen birbirine benziyor. Aynı yaşayan beyin tarafından inşa edilen süreçler. Aynı mimar tanrı, ama değişik öncü güçler. Dünyayı yöneten küresel güçler, her dönemde nasıl bu devşirme Türkleri iktidara getirebiliyor? Bunun için önce Selçuklu devletini, ardından Osmanlı Hanedanlığı, sonra Türkiye’yi Anadolu’da nasıl inşa ettiklerini kısaca inceleyeceğiz.
Semitik tüccarlar, Orta Asya’dan gelen Türklerin askerlik dehalarını resmi dini Musevilik olan Hazar Kağanlığı döneminde denemişlerdi. İlk defa Hazar Krallığı döneminde Doğu’da barbar Türklere ’uygarlık düşmanı’ bir görev verilmesi halinde ve düşmanın olan bir ulusun üzerine saldırttığında 7’den 70’e herkesi temizlediklerini keşfetmişlerdi. Arayıp da bulamadıkları ’uygarlık yıkıcı etmenler’ işte bu yağma ve ganimetten geçimlerini sağlayan barbar göçmenlerdi! Binlerce yıl Orta Asya’da sürekli Çin uygarlığına saldırıp yağmalayıp talan eden Türk, Moğol ve Hun boylarıydı. Çinliler bu yağma ve talandan geçinen kavimlerin saldırılarını durdurmak için M.Ö. 657 yılında Ch derebeyliği döneminde başlayarak yüzyıllarca devam eden 8.851 km uzunluğunda bir savunma duvarı çekince, yağma talan kapıları yüzlerine kapanan barbar Türk ve Moğol boyları batıya doğru göç etmek zorunda kaldılar. Uğradıkları Kafkasya, Horasan, İran coğrafyasını çöle çevirerek ilerliyorlardı. Büyük bir kısmı Hazar Gölü ile kuzey batı Çin sınırları arasında, bugünkü Türk Cumhuriyetleri olarak bilinen Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan, Azerbaycan, Türkmenistan’a yerleştiler. Horasan üzerinden Kafkasya, İran, Kürdistan sınırına kadar ulaşan küçük bir kısım Türkmen ve Oğuz boyları da, karşılarına çıkan Abbasi Halife’si ve Hazar Krallığı’n sınırları içindeki zengin bölgeleri yağmalayıp talan etmeye başladılar. Hazar Krallığı, 9. yüzyılın başlarında yağmaları önlemek için Türk boyların Sultanlarına ve denetimindeki az sayıdaki yağmacılara sınır boylarında askeri görevler verdi; böylece hem yağma ve talanlarını önlediler, hem de onların askerlik dehalarını keşfettiler. Abbasi Halife’sinin denetimindeki İslamlaştırılmış bölgelere saldırmaya başladıklarında onlara aynı anlamda yeni bir tarihi görev verildi.
Vladimirovic Barthold, ’Orta Asya Türk Tarihi’ kitabında, “Çinliler ve Bizanslar, Türkleri uygarlık düşmanı olarak görürler. Yerleşik halklar da, Orta Asya göçmenlerini Çinlilerin ve Bizansların baktığı gözle bakarlar. Onları inançlarına ve uygarlığa düşman olarak görürler.” der.
Aynı Çinliler, Bizanslar ve Romalılar ’uygarlık düşmanı’ gördükleri Türkleri uzun bir süre ücretli asker olarak alıp kullanırlar. Çin, Bizans ve Roma devletlerinden unvan ve maaş almak Türk Sultanları için her zaman çekici olmuştur. Kendilerini ve denetimindeki göçmen askerleri krallara, prenslere, halifelere satmak onları sevindiren bir şeydi. Tam o sıralarda, yani bin yılların ortalarında, son iki bin yıldan beri Arabistan, Mezopotamya ve Avrupa kıtasında Arabistan çöl merkezci tek Tanrılı dinlerle tam bir ideolojik hegemonya kurmuş olan Semitik tüccarlar; Mezopotamya zenginliği üzerine oturmuş, rahatına bakan, artık İslam’ı yayma ve uygarlık yıkıcı rolünü bırakmış olan Arap orduların görevini, Orta Asya’dan yeni gelen bu göçmen barbar Türklere devretmeye karar verdiler.
Daha sonra bunların, koçbaşı olarak kullandıkları „İsrailoğulları’n kaybolan 13. Kabilesi“ oldukları hahamlar, rahipler, cemaatlar, kâhinler ve tapınak şövalyeleri arasında propagandalarını yaptılar. Arabistan bölgesinde bir peygamberi getirmeden önceki hazırlıklarını görür gibiydiler. Herhalde Muhammed’in dinine son din dememiş olsaydılar, onlara da peygamberlik geleneğinin düşünce sistemi içinde bir peygamber getirip kullanacaklardı. Ama artık insanların bir peygamberin geleceğine inanma vakti geçmişti. Onun için Arap kâhinler Türkler hakkında Muhammed’in hadisini dillendiriyorlardı. Bu boşuna değildi. Yerli halklara nazaran çok azınlıkta olan Türkmen ve Oğuz boyların Sultanları farkında bile olmadan, Anadolu’ya itilişlerini görmeden, birileri onlar için Anadolu’da İslam’ın ileri karakolu olarak ‘devlet kurma’ yollarını arıyordu. Yerli halkların tecrübeli beyleri, kralları, halifeleri, siyasetçileri dururken, birileri bilinçli ve planlı bir şekilde kendi siyasi, politik ve ekonomik çıkarları ve halkları birbirine kışkırtıp savaşları çıkarmak için Orta Asya’dan gelip bu coğrafyayı yağmalayıp talan eden Türk göçmen Sultan’larına adeta iktidarı altın bir tepsi içinde sunuyordu. Evet, birileri onları Abbasilerin batısında Hıristiyan inancına sahip Bizansların üzerine sürmek istiyordu. Oysa Bizanslara Hıristiyanlığı aşılayanlar da aynı Semitik tüccarlardı.
Kürtlerin toprakları üzerinde 1071’de gerçekleşen Malazgirt Savaşı’nda çok az sayıda Türkmen ve Oğuz askerleri olan Selçuklu Sultanı Alpaslan, İslam bayrağı altında bütün Müslümanları etrafında topluyordu ve Hıristiyan dinindeki Bizanslılara karşı savaştığı için, o bölgede yaşayan tüm Müslüman halkların desteklerini ve ordularını arkasına alarak bu savaşı kolayca kazanıyordu. Uygarlık güçleri, ayrı inançlardaki halkların birbirine karşı yürüttükleri savaşlardan biri gösteriliyordu, ama aslında Anadolu’da kimin iktidara geleceğine dair siyasi bir karar veriliyordu. Resmi ve avcıların tarihini yazan tarihçiler, Semitik tüccarların tarihsel projeleri çerçevesinde Türklerin Malazgirt’teki rolünü çok abartarak yazıyorlar. Oysa bir taraf bütün cihatçı İslam ordularını arkasına alarak, Hıristiyan ordularına karşı savaştığını ilan etmiş! Öbür taraf bütün Hıristiyan orduları arkasına alarak, Müslümanlara karşı savaştığını ilan etmiş! Türklerin savaştaki rolü, gücü, asker sayısının abartılmış olması, Kürtlerin ve Abbasilerin desteklerinden hiç bahsedilmemiş olması Anadolu’da kimin iktidara getirileceği kararın çok daha önceden planlandığını göstermektedir.
Sadece Mervani Kürt Beyliği, 14 bin askerle bu savaşa katılıyordu. M. Kemal’in 1919-1923 döneminde Kürtlerle yaptığı ittifağın bir benzerini orda da görüyoruz; Selçuklu Sultanı Alparslan’ın, Bizans İmparatorluğunu yenmesi özerk bölgeleri olan Sünni Kürt beyliklerin askerlerinin büyük desteği sayesinde olmuştur. M. Kemal gibi yerli halkların gücü sayesinde iktidara gelen Selçuklu Sultanları yerli Hıristiyan halklara ve o bölgede henüz İslamlaştırmadıkları Zerdüşt ve Êzîdî inancındaki Kürtlere korkunç katliamlar yapmaya başladılar. Katliamlar Baba İhsâk ayaklanmalarıyla doruğuna çıkar...
Böylece uygarlık güçleri, o dönemde Çinliler ve Bizanslıların da, ’uygarlık düşmanı’ olarak gördükleri Türkleri, eski uygarlıkların kalıntılarını ortadan kaldıracak olan „uygarlık yıkıcı etmenler“ olarak kullanmaya başladılar. Ne var ki binlerce yıllık tecrübeleri olan uygarlık güçleri, bir halk yavaş yavaş yerleşik hayata geçtikten ve yerli halkların kültürüyle haşin neşir olduktan en fazla 300 ya da 400 yıl sonra uygarlık yıkıcı rollerini bırakacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden Orta Asya’dan gelen bu barbar göçmen Türk Sultan’larına ta baştan beri, Anadolu’da devlet kurma görevi verilirken ücretli askerlerini devşirmelerden seçme zorunluluğu getirildi. Açık söylemek gerekirse, Türklerin Orta Asya’daki atalarının barbarlık ruhu devşirmelere verilip, bu coğrafyada atalarının vahşi fikirlerini canlandırılarak bir devşirme Türk Ordusu yaratılmaya çalışılıyordu. Altını çizmek gerekiyor ki, bunlar artık gerçek Türk değildi! Bu barbarlık, Türklere mal edilemez! Çünkü bunlar gerçek Türk değildi; kendi geçmiş tarihlerinden, kültürlerinden, dillerinden koparılmış, bomboş, kişiliksiz, karaktersiz insanlardı. Mimar Tanrı’nın çeşitli ideolojilerle genleriyle oynadığı bu yapay devşirme katillerle insanlık katlediliyordu.
Yerli halklar sayesinde Bizans İmparatorluğu’nu yenip Anadolu’ya girdiler ama Bizans’ın devşirmeciliğini alıp geliştiren ve başka halklardan devşirdikleri o devşirme Türk ordusunu, o gün bugündür Ortadoğu’da “uygarlık yıkıcı etmenler“ olarak kullanmaktadırlar. Bu, ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi’ bu coğrafyayı bir halklar mezarlığına çevirdi. Doğayı da bütün canlılar için yaşanmaz hale getirdiler.
Daha baştan Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in ücretli ordusunu nasıl Türkmen ve Oğuzlardan arındırdığını tarihçi Doğan Avcıoğlu şöyle anlatıyor:
Abbasi Halifesi’nin koruculuğunu yapan ve emirlerini yerine getiren “Tuğrul Bey, büyük gelir sağlayan bölgelerin yakılıp yıkılmasını altın yumurtlayan tavuğu kesmek gibi saydığından, yağmaya izin vermez. Onun içindir ki, yöresel hükümdarlardan sağladığı gelirler sayesinde, güvenilmez boy ve oymak askerlerden kurtulmaya, ücretli bir daimi ordu kurmaya çalışır. Halife’nin çağrısı üzerine Bağdat’a giren Selçuklu Ordusunda Oğuzların dışında İranlılar, Kürtler, Deylemliler ve hatta Ruslar bulunur. Boy ve oymak askerlerinin yerini giderek Sultan’a bağlı meslekten ücretli bir ordu alır.
Türk olmayan bağımlı yöresel hükümdara ve nüfusu dayalı devletin yönetiminde de, Tuğrul, ister istemez Farsça ve Arapça bilen, bilgin ve deneye sahip Türk olmayan bürokratlarından yararlanma durumunda kalır. Devleti savaşarak kuran Selçuklu beyleri devletin dışında bırakılır. Beyler, Selçuklu Sultanına ve vezirlerine düşman kesilir.”[10]
Selçuklu ve Osmanlı döneminde Türkmenler, Oğuzlar iktidardan uzaklaştırıldı, dıştalandı, aşağılandı, tehlikenin olduğu sınır boylarında birbirine kırdırıldılar ve onlardan kurtuldular. Böylece iktidar bütünüyle devşirme Türklere kaldı.
Yerli halklara hiçbir yararı olmayan bu devşirme Türkler, dün İslam’ın ileri karakolu olarak, bugün ise Batı uygarlığın ileri karakolu olarak hâlâ Anadolu’da uygarlık güçlerin en az masraflı askerleri olarak görevlerine devam etmektedirler.
Uygarlık güçleri der ki, ‘benim bir ordum vardır, adını Türk koydum.
Onu Doğu’da oturttum: Bir ulusa kızdığım vakit onu üzerine saldırtırım’
Hazar Kağanlığı Ruslar tarafından yıkılınca, onlar bir süre Horasan ve İran bölgelerinde krallara, prenslere ve Abbasi halifelerine para, mal-mülk karşılığında askeri korumacılık yaptılar, çetecilik yaptılar. Yağma ve ganimetten geçinen bu disiplimsiz göçmen askerleri bir taraftan birbirine kırdırarak; bir taraftan da her sıkıştığında askerlerini besleme karşılığında Bağdat Halifesi’nin yardımına koşan Tuğrul Bey gibi en güçlülerini kendilerine uyumlu hale getiren uygarlık güçleri, 50 yıllık bir süreçte Abbasi devletin gözetiminde yavaş yavaş İslam mirasını Selçuklu Sultanları’na devrederek bilinçli ve planlı bir şekilde iktidara getirdiler. Böylece Semitik tüccarlar tarihsel projeleri çerçevesinde Batıdaki Hıristiyan Aryen halklarına karşı İslam’ın ileri karakolu olarak devşirme Türkleri Anadolu’ya yerleştirmiş oldular.
Kâşgarlı Mahmut, ’Divani Lugat-ı Türk’ kitabında, Muhammed’in Türkler hakkında söylediği bir hadis’ten bahsetmektedir. İslam alimlerin ve kâhinlerin insanlığı ilgilendiren her güzel sözü Muhammed’e mal ettiklerini düşündüğümüzde perde arkasındaki Semitik tüccarları’n tarihsel planlarını hem daha iyi anlamış olacağız, hem de bin yılların başında neden göçmen-barbar Türkleri Anadolu’da iktidara getirdiklerini daha iyi anlamış olacağız.
Muhammed’in hadisi:
”Yüce Tanrı der ki, benim bir ordum vardır, adını Türk koydum. Onu Doğu’da oturttum: Bir ulusa kızdığım vakit onu üzerine saldırtırım.”[11]
İste Semitik tüccarlar, Ortadoğu’da ‘uygarlık yıkıcı etmen’ olarak kullandıkları bu barbar Türk ordusunu, İslam’ın ileri karakol ordusu olarak kullandıkları Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde, İslam olmayan Zerdüşt, Êzîdî ve Hıristiyan inancındaki yerli halkları katliamlardan geçirip onlardan çaldıkları küçük yaştaki çocukları ‘Yeniçeri Askeri Ocakları’nda İslam ideolojisiyle yetiştirip devşirerek aynı yerli halkların üstüne saldırtarak onları ortadan kaldırmaya çalıştılar; ulus-devlet çağında ise, “siz yerli halkları yok etmezseniz burası size vatan olmaz!’ yalan kodlaması çağımızın dini olan Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği ile Batı uygarlığın ileri karakol görevi verilerek Ermeni, Pontus Rumları, Süryani ve Kürtlerin üzerine saldırtarak katliam ve soykırımlarla yok etmeye devam ettiler.
Çok net anlaşılıyor ki, son bin yıldan beri Sami tüccarları hangi ulusa kızıyorlarsa, ’o Doğu’da oturttukları ve adını Türk koydukları’ ’uygarlık düşmanı’ ordusunu, o ulusun üzerine saldırtıp yok ediyorlardı. Çok uzun vadeli tarihsel plan, proje ve programları çerçevesinde ve çeşitli devletler eliyle yerli halklara katliam ve soykırımlar gerçekleştirildiği için bırakın sıradan insanlar bilim insanları, tarihçiler, araştırmacılar ve yazarlar bile bunun farkına varamamışlardır. Farkına varmadıkları bu ’uygarlık düşmanı’ Türk ordusu hâlâ yerli halklara katliam ve soykırımlar yapmaya devam etmektedir!
Her zaman gerçeği tahrip eden Türkler, ‘Halife üzerinde etkin olduklarında’ Muhammed’in bu hadis’ini Bağdat’daki kütüphanede bulunan Kâşgarlı Mahmut’un ’Divani Lugat-ı Türk’ kitabından çıkardıklarını, Sovyet Prof. V. A. Gordlevski ’Anadolu Selçuklu Devleti’ kitabında şöyle anlatıyor:
”Tebrizli Şemseddin Aflâki’nin Mevlevi Şeyhlerinin yaşam öykülerini anlatan ’Menakib-ül Arifin’ adlı kitabında, Mevlana Celaleddin Rum’in oğlu Bahaddin Veled’in, binli yıllarda Bağdat’ta, Türklerin Halife üzerinde etkin oldukları sıralar tahrip edilmiş olabileceğini sandığı böyle bir, ’Benim Doğu’da yerleştirdiğim bir ordum var; adlarını Türk koydum.’ diye başlayan bir hadis duyduğunu, anımsadığı yazıyor.“[12]
Demek ki, Türk Egemenlik Sistemi Bağdat’a hâkim olunca, Abbasilerin Türkler hakkında söylediği bu tarihsel gerçeği saklayabilirim zihniyetiyle kütüphaneden, bu sözleri çıkarıp atmışlardı. Hâkim oldukları bölgelerde gerçeği tahrip edip yok ederlerse, onu tarihten silebileceklerine inanıyorlardı. Bin yıldan beri bunların gerçekleri tahrip etme zihniyeti hiç değişmedi.
Abbasilerin Bağdat Halifesi 29 Kürdistan şehirlerin gelirlerini vererek askerlerini besledikleri “Çağrı ve Tuğrul Bey, artık eski göçebe yağmacı şefler değillerdir. Bu kentlerin ileri gelenleriyle iyi ilişkiler kurarlar, yağmacılıktan vazgeçtiklerini, onlarla işbirlirliğine hazır olduklarını belirtiler.“[13]
Selçuklu Sultanları, Abbasi Halifesi, dolayısıyla İslam’ın orduları durumuna gelip merkezi İslam dünyası için çalışmaya başlayınca; “Yağma ve ganimetten yoksun kalan (Türk) boy ve oymakların askeri güçleriyle, yerleşik tarım ve kent düzeninin koruyucusu durumuna gelen Türk-İslam hükümdarı arasında kanlı çatışmalar çıkar. Hükümdar, kabiler dışı (devşirmelerden oluşan) köle ordu kurarak, Karluklar ve Oğuzlarla savaşır. Karlukları askerlikten uzaklaştırmaya ve zorla yerleşik yaşamaya geçirmeye çalışır.“[14]
Demek ki Türk boy ve oymak şeflerine, “Sizi iktidara getirdik artık İslam bölgelerinde yağma ve talana girişmeyeceksiniz“ denildiğinde, ’yağma ve ganimetten’ geçimini sağlayan ’boy ve oymakların askeri güçleriyle’ karşı karşıya gelirler. Bunun üzerine iktidardaki Selçuklu Sultanları, o tarihten sonra Türk kabilelerin dışında, devşirmelerden oluşan bir ordu kurmaya başlarlar.
Eski Çin kaynakları, Bizans kaynakları, Roma kaynakları, Rus kaynakları, Arap kaynakları, Batı kaynakları Türklerden, ya ”uygarlık düşmanı” ya da ”uygarlık yıkıcı halk” diye bahseder. Bütün dünya bunların ‘uygarlık yıkıcı’ işgalcılar olduğunu söylüyorsa, peki neden yerli halk bu ‘uygarlık düşmanı’ Türk Beylerini bu coğrafyada peş peşe iktidara getiriyorlar? Bu ‘uygarlık düşmanı’larını bu coğrafyada bir daha iktidara taşımayın! İktidara getirmeyin. Buna izin vermeyin. Bir daha iktidara getirmeyin ki, burda da uygarlık yeşersin. Halklar birbirleriyle savaşmadan barış ve demokratik bir sistemde, bir gül bahçesinde bir arada birlikte yaşasınlar!
Rus bilim insanı Nikolay Danilevski Türkleri ‘uygarlık yıkıcı halk’ olarak tanımlar.
Nikolay Danilevski, 1871 yılında Rusya’da yayınlanan „Rusya ve Avrupa“ adlı kitabında, toplumların başlıca tarihsel tiplerinden bahsederken; uygarlık yaratıcı tipleri sıraladıktan sonra, uygarlık yıkıcı tipleri ise şöyle sıralar:
«Fazla yaşanmış ve can çekişen uygarlıklara son öldürücü darbe indiren yıkıcı halklar ve kabileler: Moğolllar, Hunlar, Türkler ve başkaları.»[15]
150 yıl geçmesine rağmen aktüelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bilimsel görüşünü Danilevski şöyle açıklamaya devam ediyor:
«Ne var ki, tarihin bütün etmenleri –birbirlerini izleyen ve yalnız kalan- bu olumlu tarih-kültür tiplerinden ibaret değildir. Bir güneş sisteminde, gezegenlerin yanısıra zaman zaman görünüp, sonra yine birçok yüzyıllar için uzayın karanlıklarında kaybolan kuyruklu yıldızlar vardır. Düşen göktaşları, yıldızlar ve zodyak ışığı da kosmos maddesinin öteki belirme biçimleridir. Bunun gibi, yukardaki olumlu kültür ya da uygarlıkların yanısıra, insan evreninde de Hunlar, Moğollar ve Türkler gibi aralıklarla parlayıp sönen, gelip geçici etmenler vardır; bunlar yıkıcılık görevlerini yerine getirdikten, cançekişen uygarlıkların ölmesine yardım ettikten ve kalıntılarını dağıttıktan sonra, önceki hiçliklerine döner ve ortadan kaybolurlar. Onlara, tarihin olumsuz (yıkıcı) etmenleri diyebiliriz. Böyle olmakla birlikte, bazen yıkıcı olduğu gibi yapıcı görevler de aynı kabile tarafından yerine getirilmektedir; örneğin Almanlar ve Araplar böyle yapmışlardır. Nihayet yaratıcı elan’ı herhangi bir nedenle erken bir aşamada durdurulmuş, onun için de ne yapıcı, ne de yıkıcı olan kabileler ve halklar vardır; bunlar tarihin olumlu etmenleri de değildir, olumsuz etmenleri de...»[16]
Yukardaki bilimsel açıklamalardan da çok iyi anlaşılıyor ki; Arabizm dünyası döneminde olsun, Batı uygarlığı döneminde olsun, uygarlık yıkıcı devşirme Türk ordusu hangi hükümdarlığın egemenliği altındaysa, o hükümdarlığın yerli halkların üzerine saldırttığı uygarlık yıkıcı bir Ordusu’dur. Ve unutmamak gerekir ki, dünyayı yöneten uygarlık güçleri, devşirme Türk Ordusu’nun uygarlık yıkıcı bir Ordu olduğunun çok iyi bilincindedirler. Onların genleriyle oynayan mimar Tanrı’larıdır. Bin yıldan beri bu uygarlık yıkıcı Türk Ordusu’nu, kâh Zerdüşt ve Hıristiyan dünyasına karşı İslam’ın ileri karakolu, kâh Doğu’ya karşı Batı Uygarlığı’n ileri karakolu olarak kullanmaktadırlar.
Yani bugün Batı uygarlığı ile ortak politikalar yürüten uygarlık güçleri, kendi tarihsel projelerini gerçekleştirmek için, Amerika kıtasındaki Kızılderililerin soykırımında Avrupa’dan paralı asker götürecekleri gibi klasik metotlarla yapmayacaklardı; Ortadoğu’da yüzyıldan beri mezara koyup tarihten silmeye çalıştıkları Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların üzerine bilinçli olarak uygarlık yıkıcı Türk Ordusu’nu saldırmaktadırlar! İleri karakoluna savaş silahları, savaş uçakları ve finansal destek vererek Anadolu ve Kürdistan’da yerli halkları soykırımdan geçiren Batı uygarlığı, bunu modern savaş metotlarıyla Doğu’da uygarlık yıkıcı Türk Ordusu ile gerçekleştiriyor. Ve zamana yaydırarak sürdürdüğü Kürt soykırımlarını da hâlâ bütün şiddetiyle devam ettirmektedir!
Mustafa Kemal‘in Kürtlere yaptığı soykırımların kendi ağzından itirafı
Hiçbir dönemde ‘uygarlık yıkıcı görevlerinden’ vazgeçmedikleri için aynı kısır döndü, -daha önce Enver Paşa, Talat ve Cemal Paşa döneminde İttihat Terakki’nin gizli örgütü Teşkilatı Mahsusa’da çalışan- İttihatçı M. Kemal’in iktidarı döneminde de tekrarlandı.
1918-1923 yılları arasında Anadolu’nun bazı şehirlerine işgalcı askerlerini konumlandıran İngiltere ve Fransa’nın gözetiminde Ankara’ya taşınan suçlu İttihatçıların iktidarına Lozan’da uluslararası devlet güvencesinin verilmesinden sonra; İngiltere valisi konumundaki diktatör M. Kemal Kürtlere özerklik tanıyan 1921 Anayasa’sını rafa kaldırdı. İngiltere’nin Ortadoğu politikalarını devreye soktu. 1924 Anayasası ve 24 Eylül 1925 tarihinde Şark Islahat Planı’nın onaylanmasıyla Kürtlüğün inkârı, imhası, göç ettirilmesi ve Türkleştirilmesi başlatıldı.
Gerçekten de o döneminde Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve Dêrsim bölgelerinde Kürtler öylesine büyük korkunç soykırımlar yaşamışlar ki; M. Kemal‘in kendisi daha 1926 yılında, Şeyh Said ve arkadaşlarını 29 Haziran 1925’te Diyarbakır Dağıkapı Meydanında idam ettikten bir yıl sonra İsviçreli gazeteci Emile Hilderbrand’a şöyle açıklamalarda bulunuyordu:
“Geçmişte, birçok durumlarda Kürdistan’a ve Anadolu’nun diğer iç bölgelerinde, Cumhuriyet’in iradesine karşı çıkmak eğilimini gösterdikleri zaman, onları demirden bir elle ezdim. Örneğin bir defasında önderlerinden altmışını şafakla birlikte (Şeyh Said ve 46 arkadaşlarını) astırdım. O unsur (Kürtler) dersini almıştır ve bir daha benimle kılıç ölçüştürmeye kalkışmayacaktır!“
Uygarlık güçleri; Fransa İmparatorluğu, Avusturya-Macaristan, Çar Rus İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu’nu tarihin dönüşü olmayan çöplüğüne atmaya karar verdikleri zaman, İngiltere’deki okullarında yetiştirdikleri ajanlarını, misyonerlerini o imparatorluklarda yaşan çeşitli etnik toplulukların yanına “özgürlükçü kurtarıcılar” diye gönderdiler. İngiltere ajanları ve misyonerlerin amacı imparatorlukları ekmek gibi küçük parçalara bölüp ulus-devletleri yaratmak olduğu için, gittikleri bölgelerde halka kulağa hoş gelen, “sizi bu despot kralın ya da padişahın elinden kurtaracağız! Özgürlüğe kavuşturacağız!” diyorlardı. Osmanlı İmparatorluğu’na birçok ajan ve misyoner göndermişlerdi. Ama bunların içinde iki tane önemli ajan vardı; biri Arapları Osmanlı İmparatorluğuna karşı ayaklandırarak “özgürlüğe kavuşturacak” olan ve Mekke’li Şerif Hüseyin’in yakın arkadaşı İngiliz istihbarat subayı Thomas Edward Lawrence’dı. Biri de İttihat ve Terakki Cemiyetin gizli örgütü Teşkilatı Mahsusa’da çalışan ve Osmanlı’nın mirasının kendisine devredilecek olan Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı İngiliz ajan Aubrey Herbert’ti. İttihatçılar arasında çalışan Herbert, devşirme Türklerin Osmanlı padişahından kurtulup, özgür bir Türk bir ulus-devleti kurmalarını isterken, öbür taraftan Balkanlar’da Osmanlı’ya karşı ‘özgürlük savaşı’ veren Arnavut halkıyla birlikte çalışıyordu. Beyni Avrupa merkezci Türk milliyetçiliğiyle yıkanmış devşirme Türkler, Araplı Lawrence ile Şerif Hüseyin’in nasıl birlikte Osmanlıya karşı savaştıklarını çok iyi bilirler. İngiliz ajanlarının Balkan halklarını Osmanlı’ya karşı kışkırttıklarını da çok iyi bilirler. Ama İngilizlerin Anadolu’ya atayacağı modern sömürge valisi Mustafa Kemal ile Aubrey Herbert’in nasıl Osmanlı padişahına karşı gizlice birlikte çalıştıklarını hiç de bilmek istemezler; Mehmet Hasan Bulut’un İngiliz kaynaklarını inceleyerek yazdığı “İngiliz Derviş, Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert” gibi kitaplarda gerçekleri öğrenseler de bilmek ve görmek istemezler.
İngilizler, önce Anadolu ve Kürdistan’da iktidara getirecek olan İttihat Terakki kadrolarına Avrupa merkezci ırkçı Türk milliyetçiliğini aşılayarak, yerli halkları düşman gösterdiler. Kedi misali, yavrusunu fare gibi görmedikçe yemezmiş! Onları da kedi misali, ”Siz Orta Asya’dan gelen göçmenlerseniz; yerli halkları öldürüp yok etmezseniz burası size vatan olmaz“ diye önce düşman gösterdiler ki, gönül rahatlığıyla öldürebilsinler. O nedenle düşmanın ismi her dönemde „Ermeni, Rum, Pontus Rumları, Süryani, Kürt, eşkiya, şaki, terörist“ diye değişse de öldürmek için yerli halkları hep düşman olarak gördüler. Mustafa Kemal’in kendisi bir İngiliz ajanıydı, onlarla birlikte çalışıyordu. İngilizlerin çağın öncü gücü olduğunu biliyordu; onlar için çalışırsa Osmanlı mirasının kendisine devredileceğini çok iyi biliyordu. İngilizlerin Anadolu valisiydi. Bu İngiliz ajanlığını 1925’de Şeyh Said’in üstüne atıyordu. Şeyh Said‘i „İngiliz ajanıdır,“ diye gösteriyordu birlikte çalıştığı ve ittifak kurduğu Kürtlere. İttihatçı arkadaşlarına ise, „O Kürt’tür, Kürtleri bize karşı kışkırtıyor,“ diyordu. Alevi Kürtlere ise, „O dincidir, İslamcıdır. Şeriat devletini kuruyor,“ diye yalan propaganda yapıyorlardı. Kürt önderleri Seyit Rıza ve Abdullah Öcalan için de benzer algılar, hileler, tuzaklar yaratıp oyunlar oynadılar.
1940 ile 1960 yılları arasında bir suskunluk dönemi yaşanır. 1960 yıllarından sonra Kürtler yavaş yavaş örgütlenerek özgürlük mücadelelerine tekrar başlarlar. Devlet gene Kürtler üzerinde M. Kemal dönemindeki gibi İngiliz siyasetiyle şiddete başvurarak kılıç sallamaya başlar.
Ahmet Kahraman Türk devleti ırkçılığı hakkında şöyle yazıyordu:
“Türk devleti, doğduğu, ortaya çıktığı günden beri, hep böyle, bugünkü gibiydi. Irkçı. Som karanlık ve kıyıcı. Çünkü, kurucu harcı olan ideoloji başka bir diyardandı. Yerle, yerelle ilgisi yoktu.
1861’de Almanya Birliğini kurup imparatorluk yaratmak için kılıç kuşanan Otto von Bismarck’ın yetiştirmesi generaller, 1908’de İttihatçılara fikir babalığı yaptılar. Ancak, Bismarck Germenlerden bir Alman imparatorluğu yaratmıştı. Osmanlı’nın böyle bir zemini yoktu.
Bunlar önce ırkçılık temeline dayalı bir devlet yarattılar. Sonra, altını doldurmak için ’halk‘, ‘millet‘ veya ‘ahali‘ dediğimiz insan popülasyonunu keşfe çıktılar. ‘Körün tuttuğuna razı‘ olması misali, ‘Ben Müslümanım‘ diyen bütün imparatorluk ahalisini, Kürdü, Arabı, Çerkezi, Boşnak, Sırp, Yunanlı, Bulgar kim varsa herkesi, ‘Orta Asya’dan göç edip gelmiş bir Türk‘ diye kayda geçirdiler.
Bu dünyada bir ilkti. Yapay döllenme ile ırk elde edilmişti.
İttihatçıların ideologu Bismarckçı generaller, Birinci Dünya savaşından sonra ana yurtlarına döndüler. Bunların önemli bir kısmı, Nazilere şagirt (çırakçı) oldular. Yahudilerin başına gelenler, Ermenilerin yaşadıklarının farklı şekliydi. Osmanlı topraklarında Ermenilerin başına gelenleri, Yahudiler başka türlü yaşadı.
Ama, artık İttihatçılık Türk devletine dönüşmüştü. Dön babam dönmüşlerden, Türk ırkçıları yaratılıyordu, bu dönemde.
Kürt kadınının bakır, Süryani kadının tunç, Ermeni Ahçiğin gümüş yüzüğünü almak için parmak kestiler. Bilezik için kol kestiler…
Vahşet kol gezme demleriydi. Yeni ırkın şemsiyesi altına sığınanlar, bir karış toprağa konmak için, ölüm ve yıkım vadilerinde, mutluluk arıyorlardı. Öte yandan, ırkçılığın olmayan asaleti inşa ediliyordu.
Yahudi Mois Türklüğü keşfediyor, Kürt Ziya (Gökalp) oturup Türkçülüğün esaslarını, Kürt Abdullah Cevdet siyasetin ana hatlarını, sülalesi kırana kapılmış, kimsesi kalmamış Ermeni Agop (Dilaçar) da Türk dilinin gramerini yazıyordu. İnsanlığın yıkımı böyle başladı ve geliyor.
Yüz yıldır Kürtleri kırarak, mutluluk yolu arıyorlar. Her yanları kan içinde. Çünkü ölüm ve öldürümlerle yangın ve yıkımların mutluluğa erişim yolu olduğuna inandırılmışlar. Yüz yıldır, kendilerini tekrar ile Kürtlere katliam ve eziyet ediyorlar. Yakıyor, yıkıyor, hayatlar söndürüyor, talana çıkıyorlar. İnsanlık adına tek bildikleri şey bu.“[17]
Vatandaşlarının ve ülkenin çıkarları için değil, uygarlık güçlerin ve kişisel iktidar çıkarları için çalışan Türk devletin İttihatçı zihniyeti sadece bu topraklarda kişinin insanlığını kaybettirmemiş! Bu Avrupa merkezci ırkçı İttihatçı zihniyet, yüzyıldan beri vatandaşlarına yaşamayı zindan diye sunuyor. Ölüm, işkence, cezaevleri ve eziyeti hayat diye sunuyor. İdam, öldürme, katliam ve soykırımları eğlence diye sunuyor. Yoksulluğu, açlığı, fakirliği, fabrikalarda ve maden ocaklarında ölümü kader diye sunuyor. Kürt vatandaşlarına, devrimcilere, solculara, solcu yazarlara, özgür gazetecilere, özgür akademisyenlere, her kim ki uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini eleştiriyor ve muhalefet ediyorsa “terörist” damgasını yapıştırıyorlar ve yurtdışına çıkmışlarsa Avrupa ülkelerinden kırmızı bültenle, “bize verin, biz haklarında geliriz, öldürmeyi sizden daha iyi biliriz” diyerek ülkeye getirip ya işkenceyle öldürüp yok ediyorlar ya da ömür boyu hapiste çürütüyorlar. İngilizlerin Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yerli halkların başına bela ettiği bu ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi’nde kim yaşamak ister? Aynı İngiliz ve Amerikalılar bugün Afganistan ve Suriye’nin başına cihatçı İslamcıları bela ettiler! Oradaki halklara yaşamı zindan ettiler!..
PKK’nın ortaya çıkış koşulları
ABD ve İngiltere’nin yeşil ışık yakmasıyla birlikte daha önce NATO karargâhında hazırlanan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Kürtleri katliam ve soykırımlar geçirmek, örgüt ve sivil kurumlarını yok etmek Türk solunu dağıtmak için kara bir duman gibi ülkenin üzerine çöktü. Kürtler üzerinde yoğunlaşan baskılar sonucu, 1984 yılında Abdullah Öcalan öncülüğünde PKK örgütü kuruldu. Amacı inkâr ve imha siyaseti ile soykırım dayatılan Kürtlerin insani haklarını savunmak, siyasi asimilasyon politikalarını durdurmak ve bu hakları elde etmek için mücadele etmekti. PKK, Kürt özgürlük mücadelesini başlatınca, Türk ulus-devleti o güne kadar süre gelen inkâr ve imha politikalarını devam ettirerek, bu kez sorunun üstünü „terörizm ile savaşıyorum“ adı altında örtüp çeşitle bahaneler uydurarak Kürtleri katliam ve soykırımlardan geçirmeye başladı. Dört bin köyünü, onlarca şehrini yerle bir etti. ‘Faili meçhul’ cinayetlerle Kürtlerin işverenlerini, aydınlarını, yurtseverlerini sokak ortasında katlederek derelere, asit kuyularına, çöplüklere, yol kenanlarına attılar. Siyasetçilerini ve bu sorunu dile getirenleri ‘terörizme yardım ve yataklık’ ya da ‘terör örgütün üyesi’ gibi apuk sakup cümlelerle hukuksuzca göstermelik mahkemelerde ağır hapis cezalar verilerek cezaevlerine doldurdular. Mustafa Kemal dönemindeki gibi sorunu uygarlık güçlerin pusulası çerçevesinde şiddet kullanarak savaşla çözmeye çalışıyorlardı.
Ama bu kez arkalarında ”Uygarlık Güçleri”nin uluslararası askeri gücü olan NATO vardı. NATO Soğuk savaş döneminde 300’ler Komitesi tarafından sosyalist kampa karşı kurulmuştu. Bütün dünya işçi ve emekçilerine ve ulusal kurtuluş savaşı veren halklara karşı kapitalist sistemin sahipleri tarafından kurulmuş askeri bir örgüttü. Ülkenin tüm kaynaklarını Kürtleri Türkleştirme yolunda harcadıkları halde Kürt Özgürlük Hareketini yenemiyorlardı; NATO’dan her türlü savaş silahları, gizli kaynaklardan finansal yardım, Batı ülkelerinden yasak olan kimyasal silahlar ve Avrupa Birliği fonlarından milyarlarca Euro finansal destek alarak kendi Kürt vatandaşlarına karşı inanılmaz bir kör savaş yürütüyorlardı. Türkiye’nin geri kalmışlığının ve giderek yoksullaşmanın sebebi, işte bu kendi Kürt vatandaşlarının insani halklarını gasp etmesi, Türkleştirmeye çalışması ve onlara karşı yürüttüğü insanlık dışı soykırım savaşıdır.
Hiç kimse kendisine sormuyordu: “Yahu 55 ülkeden fazla devletlerde özerklik bölgeler var. O ülkelerde devlet, ‘vah ülke bölünür’ deyip o özerk bölgeleri ortadan kaldırıyor mu? Hayır. Federal devletler var. O ülkeler bölünüyor mü? Hayır. Peki, Türkiye’de yüz yıldır özerklik neden Kürt halkına fazla görülüyor? Bir Kürt kendi kimliğini dile getirdiğinde, yani “ben Kürdüm” dediğinde neden bölücü oluyor? Bu ülkede 35 milyonun üzerinde Kürt var. Cumhuriyet döneminde bu nüfusun 5-6 milyonu Türkleştirildi. Türkleştirilen Kürtleri ana dilleri, kimlikleri, kültürleri yok oldu. Kürtlerin anadili neden yasak? Neden kendi dilinde eğitim görmüyor? Neden kadim bir halkın kadim dili yok ediliyor? Neden yerel bölgelerde kendi iradesiyle kendisini yönetmiyor? Neden devlet, Kürtlerin insani haklarını vermemek için sürekli vatandaşlarıyla savaş halinde? Neden bütün kaynaklarını bunun için harcayarak vatandaşlarını yoksullaştırıyor? Bir toplumun dilini, inancını, kültürünü inkâr edip yasaklamaya kalkıştığınızda, o toplumun buna karşı çıkması, ayaklanması tabiat kanunlarının doğal gereği değil midir? Neden devlet bunu düşünmeyecek kadar mantıksız davranıyor? Haklarını verirse bu ülkeye barış gelir, demokrasi gelir. Beyin gücü ülkede kalır. Aydınları, bilim insanları, yazarları cezaevinde olmaz, dışarda olurlar. Bir bilgi fışkırması yaşanır. Ekonomi düzelir. Çok açık ki ‘Kürtlerin haklarını verme, ayrımcı davran’ diyen Batı uygarlığın sahipleridir; yani İngilizlerin böl parçala yönet siyasetidir. Bu kendi vatandaşlarına karşı sürekli savaş halinde olmak İngilizlerin bir oyunu değil de nedir? Büyük bir gizlilik içinde ülke yöneticilerinin halkları kandırarak dış güçlerle beraber çalışmak değil de nedir?“ diye kimse kendisine bu tür soruları sormuyordu. Varsa yoksa Kürt düşmanlığı. Kürt annesini görmesin. Bu kör zihniyetle sorun çözülmez. Türkiye’de asıl dış güçlerle gizlice çalışan iktidar sahipleri (devşirme Türkler), herkesi dış güçlerle iş birliği yapmakla suçlamaktadırlar.
Dönemin Başbakanı Gürcü R.T. Erdoğan Ağustos 2005’te Diyarbakır’da; tıpkı M. Kemal’in 1919 ile 1923 dönemindeki gibi Kürtlere şöyle söz veriyordu:
„İlla her soruna bir ad koymak da gerekmez. Çünkü sorunlar hepimizindir. Ama illa ‘Ad koyalım‘ diyorsanız Kürt sorunu bu milletin bir parçasının değil, hepsinin sorudur. Benim de sorunumdur. Sorunların parça parça adresi olmaz. Bütün sorunlar Türk olsun, Kürt olsun, Çerkez olsun, Abaza olsun, Laz olsun bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ortak sorunudur. Çünkü güneş herkesi ısıtır, çünkü yağmur herkes için rahmettir. Çünkü herkes aynı toprağın insanıdır, insanıyız, millet olmak işte budur.
Bu sebeple ‘Kürt sorunu ne olacak?‘ diyenlere diyorum ki, bu ülkenin başbakanı olarak o sorun herkesten önce ’benim sorunumdur.’ Bu memleketin başka bir meselesini de bana soracak olsalar onlara da şunu derim, o mesele de herkesten önce benim meselemdir. Biz büyük bir devletiz ve millet olarak bu ülkeyi kuranların bize miras bıraktığı temel prensipler ve Cumhuriyet ilkesi, Anayasal düzen dahilinde her sorunu daha çok demokrasi daha çok vatandaşlık hukuku daha çok refahla çözeceğiz, bu anlayışla çözüyoruz ve çözeceğiz de.”
Erdoğan da, M. Kemal gibi hiçbir zaman arkasında durmayacağı bu sözlerle Kürtlerin de desteğini alarak, M. Kemal gibi 3-4 yıl içinde iktidarını güçlendirerek, tek Adam rejimini kurdu. Kürt Sorunun, barışcıl ve demokratik bir şekilde çözümü için PKK, 2013’de ateşkes çağrısı yaparak tek yanlı barış sürecini başlattı. İki yıl süren barış sürecine samimi yaklaşmayan Türkiye, o dönemde fırsat bu fırsat deyip Kürdistan’da siyasi barajlar, karakol ve kalekol inşaatlarıyla savaş hazırlıklarına hızla devam ediyordu. O dönemde de barış müzakereleri için heyetler İmralı adasındaki Öcalan ile sık sık görüşmeye gidip geldiler.
Sonunda İmralı Heyetinde yer alan dönemin HDP milletvekilleri Pervin Buldan, İdris Baluken, Sırrı Süreyya Önder ve dönemin Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu İstanbul’da 28 Şubat 2015 tarihinde Dolmabahçe Mutabakatı adıyla 10 maddelik bir deklarasyon yayınladılar.
Herkes savaşın bitmesini, barışın gelmesini beklerken; Erdoğan, Dolmabahçe Mutabakatını elinin tersiyle itip kabul etmeyerek savaşı başlattı. On yıl daha süren iç savaşın sonunda; Kürtler bu kez Irak’tan sonra dünya kamuoyu, demokrat ve devrimcilerin büyük desteğini arkasına alarak Rojava bölgesinde, yani Suriye’de her halkın eşit bir şekilde kendi dilini, inancını, kültürünü geliştirip yaşatabileceği bir özerk statü elde etmesi ve İsrail’in Hamas’a karşı 07.10.2023 tarihinde başlatıp yürüttüğü savaşın ağır sonuçları sonunda Ortadoğu’da Kürt cephesinin güçlendiği bir dönemde, sınırların yeniden dizayn edileceğini gören Türkiye’nin sıranın kendisine geleceği korkusuna kapılmasına neden oldu.
Dahası, şimdiye kadar Kürt soruna sessiz kalan, gözlerini kulaklarını kapatan Avrupa Kurumları Batı kamuoyu, aydınlar, yazarlar ve Nobel barış ödüllü şahısların büyük baskıları sonucu, “İnfaz yasalarınızda değişiklik yapın. 26 yıldan beri cezaevinde bulunan Abdullah Öcalan’ı serbest bırakın!” diye talimat gönderince, yeniden Öcalan ile görüşmek zorunda kaldılar.
Ama Ortadoğu’da Batı uygarlığına vekalet savaşlarını yürüten ve kendi iradeleri olmayan bu devşirme Türk yöneticileri, Kürt sorununu barışçıl, demokratik yollardan, yasalarında değişiklik yaparak çözeceği yerde, ülkede demokratikleşmenin önünü açacakları yerde, acaba Öcalan’ı serbest bırakmadan önce Kürtlerden ne koparabilirim hesapları peşine düştüler. Yani Öcalan’ı serbest bırakma düşüncesi kesinlikle iradesi olmayan, başkalarına para karşılında çalışan devşirme Türk yöneticilerin fikri değildir. Dünya kamuoyu tarafından günbegün büyüyerek yükselen itirazı, mücadele ve öneriler sonucu zorlanan Küresel uygarlık güçleri, bu büyük baskıyı Türkiye’nin üzerine yöneltiler ve yarım ağızla, “Bir yıl içinde Öcalan’ı bırakmak zorundayız, kendinizi ona göre ayarlayın,” dediler. Şimdi Türkiye’ye ayar vermeye çalışıyorlar.
Yarım ağızla diyoruz çünkü, Batı kamuoyunun yuğun baskısını üzerinde hisseden uygarlık güçleri, ‘Büyük Ortadoğu Projeleri’ne çomak sokan PKK’yi yok etmeden, hiç olmazsa kurucusu eliyle feshedildiğini görmeden Öcalan’ı serbest bırakmak istemiyorlardı. Bu istek ve arzularını kendileri dile getirmeyecekti, her zaman olduğu gibi gene Ortadoğu’da kendilerine çalışan vekalet savaşçıları olan ‘uygarlık yıkıcı devşirme Türklerle’ dile getirip yaptıracaklardı.
Bu süreç; Arap Baharı, Suriye Savaşı ve Ortadoğu’nun yeniden dizayn edilmesinden bağımsız gelişmedi. Bu yüzden Doğu’daki uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin Batı uygarlığına nasıl çalıştığını kısaca açıklamaya çalışacağız.
Arap Baharı ile kullandıkları Arap diktatörlerin servetlerine kondular
İslam ülkelerinin toprakları altında zengin petrol yatakları vardı. Batı ülkeleri her bir ülkenin başına bir diktatörü getirmişlerdi. O işbirlikçi diktatörler aracılığıyla kadınların hiçbir hakka sahip olmayan gerici İslam ülkelerini sömürüp yoksullaştırıyorlardı. Toplumun yarısını oluşturan kadınları bir nevi hapishanede olan Arap halkları öylesine yoksullaşmıştı ki, her hafta, her ay bir-iki vatandaş polisin şiddetine, hakaretine, aşağılanmasına maruz kalıyordu. Örneğin Tunus’ta Muhammed Buazizi’nin 17 Aralık 2010 tarihinde maruz kaldığı şiddet, hakaret ve aşağılama nedeniyle bedenini ateşe vermesi üzerine uygarlık güçleri bilinçli bir şekilde Arap Baharın fitilini ateşlediler. CIA ve M16’nın ilişkide olduğu El Kaide örgütün tam zamanında sokaklarda propaganda yapmasıyla halkı ayağa kaldırdılar. Tunus halkı, 18. Ocak 2010’te hükümete karşı işsizlik, yolsuzluk, ifade özgürlüğü ve kötü yaşam koşullarını protesto etmek amacıyla sokaklara dökülmesiyle birlikte Arap baharı başladı. Domino etkisini gösteren protestolar ve iktidardan düşme olayları öbür Arap ülkelerine hızla yayıldı. Uygarlık güçleri, devrimci ve emekçi güçlerden daha hızlı davranarak, NATO ve gizli örgütleriyle Arap Baharı’na öncülük ettiler. Arap Baharını daha önce sahada çalışma yürüten CIA, Mossad ve M16 gizli örgütler başlattığı her hallerinden belliydi. Bütün ibareler bunları gösteriyordu. Tunus’ta ’Yasemin Devrimi’ ile 23 yıldır iktidarda olan Zeynel Abiden Bin Ali 14 Ocak 211’e iktidarı bırakıp yurt dışına kaçmak zorunda kaldı. Mısır’da diktatör Hüsnü Mübarek 30 yıllık iktidarından oldu. Libya’da Batı’ya kafa tutan Muammer Kaddafi 20 Ekim 2011’de NATO destekli Ulusal Geçiş Konseyi askerleri tarafından yakalanarak linç edilip öldürüldü.
Böylece 30-40 yıldan beri iktidarda tutup kullandıkları bu Arap diktatörlerin kendi halklarından çalıp bankalarına yatırmış oldukları 300 ile 400 milyar dolara yakın paralarına ABD ve Avrupa bankaları el koydular. Kaddafi’yi NATO askerleri ve kendi halkına linç ettirdikleri sıralarda, onun yeraltına sakladığı 450 ton altınını çalmakla uğraşıyorlardı. 300’ler Komitesi bu Arap diktatörlerin kendi halkından çaldıkları altınları ve bankalarına yatırılan dolarları kendi aralarında paylaştılar. İşte Avrupa’nın Batı’da inşa ettiği vahşi kapitalizm buydu! Hiç emek sarf etmeden servet sahibi olmaktı!
Daha önce, 1990’lardan önce Kürtleri katletsin diye kimyasal silah verip insanlık suçu işlettikleri “Saddam’ın kayıp servetinin aranması işinde Mossad da diğer istihbarat servislerine katıldı. Ocak 2004’e kadar Meir Dagan’ın ekonomik konularda eğitim görmüş ajanlarından oluşan ekibi –bazıları Londra’da ve Wall Street’te çalışıyorlardı- İngiltere Kraliçesi’nin bankacısı Coutts’un, Saddam Hüseyin’in 1980’lerde 40 milyar dolarlık servetini sakladığı on sekiz İngiliz bankasından birinin sahibi olduğunu keşfetti.
Paranın büyük bölümü, Irak Merkez Bankası’ndan çalınarak, Ortadoğu bankalarına aktarılmış, sonra da sahte isimler altında Londra’daki bankalara yatırılmış. Daha sonra para İsviçre, Almanya, Japonya ve Bulgaristan’daki bankalara aktarılmıştı.”[18]
Böylece Londra’daki İngiltere Kraliçesi’nin bankalarına yatırılan Irak halkın parası, Saddam’ı idam ettikten sonra, bu paranın bir kısmını Avrupa’nın değişik ülkelerindeki bankalara göndererek 300’ler Komitesi kendi aralarında paylaşmışlardı.
Türkiye dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Esad ile görüşmesi
Türkiye dışişleri Bakanı Davutoğlu 9 Ağustos 2011’de, siyonizme çalışan devşirme Türk Başbakan Recep Tayyip Erdoğan‘ın Semitik tüccarlar tarafından iletilen gizli mesajını, güya resmi olarak Suriye’de şiddetin bitirilmesi kılıfı altında iletmek üzere Şam’a gidip, Esad ile görüşmesi sırasında şöyle dile getiriyordu:
„ABD ve başkan obama bunu istiyor.“
Esad suçlamayı susarak dinlerken, Doğu’da Batı kapitalist uygarlığın bekçiliğini yapan taşeron devşirme Türk Davutoğlu konuşmasını şöyle sürdürür:
„Derhal genel af çıkar, madenlerinizi yabancılara aç ve uluslararası tahkimi kabul et. Bak Washington ile Sayın Obama bu konuda çok ısrarlı...“
Esad’ın suskunluğu sürerken, Davutoğlu devam eder:
„İran’la ilişkilerini kopar, Lübnan Şiilerine desteğini kes. Golan’ı boşalt ve İsrail ile barış. ABD ve Sayın Başkan’ının talepleridir bunlar.“
Besar Esad dayanamaz, gerçekleri Türkiye dışişleri Bakanı’n yüzüne şöyle haykırır:
„Siz ABD elçisi misiniz, yoksa Türkiye devletinin Hariciye Vekili misiniz? Bana Başkanınızdan mejas getirdiğinizi söylüyorsunuz ama sürekli ABD ve Başkanının direktiflerini aktarıyorsunuz?“
Aynı günlerde, AB Dışişleri Yüksek Temsilcisi Catherine Ashton’un sözcüsü Michael Mann, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun Şam ziyaretine önem verdiklerini belirterek, Davutoğlu’nun Şam’a götürdüğü mesajın, Esad yönetimi tarafından dinleceğini umduklarını ifade ediyordu.
Türkiye yöneticilerin doğu’da Batı kapitalist uygarlığına bekçilik yaptıkları ne kadar açık bir şekilde anlaşılıyor.
Clinton: „Ortadoğu’da Erdoğan bizim adımıza konuşuyor“ diyor
Kafkas göçmenlerinden Gürcü Recep Tayyip Erdoğan’nın, bulunduğu mevkini kötüye kullanarak Anadolu, Kürdistan ve Arap halklarını kandırıp aldatarak güvenlerini kazanma senaryoları yıllar önceden Batı doktrincilerin gözetiminde Pentagon’da hazırlamışlardı. Ve bazıların „Arap baharı“ dedikleri, aslında ise saldırgan kapitalist tekellerin ekonomik, siyasi ve jeopolitik çıkarları doğrultusunda Ortadoğu ve Arap diyarların çeşitli müdahalelerle işgal edilip yeniden dizayn edilmesinde, ılımlı Müslüman „model ülke“ olarak Araplara güven vermiş olan NATO ülkesi ve Batı’nın ileri karakolu olarak görev verilmiş olan Türkiye; kendi ülkesinde yıllardır Kürt halkın en temel insani hak ve özgürlük taleplerini katliam ve soykırımlarla bastırıp insanlık suçu işlerken; bu soykırımlara sessiz kalıp görmemezden gelen Batı’nın verdiği görev aşkıyla Arap ülkelerindeki muhaliflere desteğini ilan etmekle kalmıyordu; o güne kadar Müslüman kardeşler olarak birlikte çalıştığı Tunus devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’ye, Mısır devlet başkanı Mübarek’e, Libya devlet başkanı Kaddafi’ye ve Süriye devlet başkanı Esad’a, sırası geldiğinde her birisine ayrı ayrı, „iktidarı bırak, çekil“ diyerek Batı’nın modern müdehalelerine zemin hazırlama görevini yerine getiriyordu. İçerde kendi vatandaşları, aydınları, bilim insanları, yazarları ve gazetecileriyle savaş halindeki ülke bunu yapıyordu.
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton da, „Ortadoğu’da Erdoğan bizim adımıza konuşuyor“ diyerek Arap ülkelerine yapılacak emperyalist müdahalelere zemin hazırlama görevlerinin kendileri tarafından Erdoğan’a verildiğini açıklıyordu. Erdoğan da açıkca, “Ben Büyük Ortadoğu Projesinin eşbaşkanıyım“ diye itiraf etti. Sadece o değil, NATO’nun Ankara’da ve Hatay’da MİT’e teslim ettiği silahları, Türkiye TIR’larla Suriye’deki El Kaide, El Nusra, İSID ve Müslüman Kardeşler Örgütü gibi cihatçı İslamcılara gönderiyordu. Ve Batı kamuoyunun, kendi ülkelerinin gizli örgütlerinin -Avrupa ve Amerika’da bile katliamcı eylemlere imza atan- bu El Kaide, El Nusra, İSID ve Müslüman Kardeşler Örgütlerine NATO-ülkesi Türkiye üzerinden TIR’larla savaş silahları ve finansal destek verdiklerinden habereleri bile yoktu. Batı basın ve medyası kendi ülkelerinin Türkiye üzerinden cihatçı İslamcılara silah ve finans destek verdiklerini haber olarak görmüyordu. CIA ve M16’nın cihatçı İslamcılarla çalıştığını da kabul etmiyordu.
Ama 30-40 yıldır kullandıkları bazı dost diktatörleri kovup, bu ailerin Batı bankalarındaki 300-400 milyar dollar paralarına el koyup ve uygarlıklarının dışındaki Türkiye gibi ılımlı Müslüman „model ülke“ yaratma müdehalelerinde din tüccarı diktatör Gürcü Erdoğan‘nın çok iyi ajanlık ettiğini kabul ediyorlardı. Başka bir ülkede olsa ya, “vatana ihanetten“ Erdoğan’ı hemen idam ederlerdi, ya da Kaddafi gibi kendi halkı eliyle linç ettirirlerdi! Ama o orası Türkiye; orada her şey olabilir; orası Batı’nın Ortadoğu ileri karakolu; ordaki diktatörlere hiçbir şey olmaz. Eğer olursa, bir daha Batı’ya diktatörlük yapacak bir diktatörü bulamazlar! Bu yüzden Türkiye’de kullandıkları diktatörlere karışmazlar! Ta ki halkın kendisi müdahale edip diktatörlerin, Tiranların sonunu getirene dek!
Batı’lılar Türkiye’nin yardımıyla Suriye’de cihatçıları iktidara taşıdılar
Suriye’de Beşar Esad yönetimini yıkmak için 15 Mart 2011 tarihinde harekete geçtiklerinde iki sert kayaya çarptılar. Birincisi, Kürtler, ikincisi Rusya engeli. 2012 yılında Beyaz Saray’a çağrılan Erdoğan, Beşar Esad rejimini yıkmak için Obama ile anlaştı. Bunun üzerine NATO üyesi Türkiye’yi ve NATO’nun Ortadoğu Gladiosu El Kaide, IŞİD, El Nusra gibi cihatçı örgütlerle Suriye Savaşı’nı 13 yıl sürdürdüler. NATO ülkesi Türkiye ve cihadist İslam örgütleriyle yıkamadılar. Sonunda Beşar Esad’ın iktidarı bırakması için Rusya’yı devreye koydular. Esad iktidarını bırakıp Rusya’ya yerleşirse, Ukrayna Savaşı’nda Rusya’ya tavizler verileceği pazarlıkları yapıldı. Bu pazarlıklar sonuncunda Beşar Esad, Batı ülkeleri, Türiye ve NATO’nun destekledikleri İslamcı cihatçı örgütlerle savaşmadan Moskova’ya kaçtı. Bunun üzerine 8 Aralık 2024 tarihinde İngiliz, Amerika ve Türkiye’nin destekledikleri Heyet Tahrir eş-Şam (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani öndeliğindeki cıhatçılar hiçbir engelle karşılamadan Halep, Humus ve Hama’dan sonra başkent Şam’ı ele geçirdikleri sıralarda, Beşar Esad ve ailesi ülkesinden ayrılmış, Moskova yolunda ilerliyorlardı.
BM Güvenlik Konseyi’nin aranan teröristler listesinde ismi geçen, IŞİD ve El Nusra saflarında çalıştığı dönemde Müslüman olmayanları, çoluk çocuk, kadın ve sivil insanları öldüren bir katil olarak görev yapan cihatçı Colani’yi, İngilizler, Amerika ve Türkiye Esad’ın yerine Suriye’de iktidara getirdiler. Afganistan’da yıllarca El Kaide cihatçılarına karşı NATO askerleriyle savaştıklarını iddia ederek savaş lobilerine para aktaran Batı ülkeleri, sonunda Afganistan’da kadın düşmanı gerici Taliban’ı iktidara getirerek geri çekilmişlerdi. Şimdi de aynı şeyi Suriye’de yapıyorlardı. El Kaide kökeni zihniyetten gelen İslamcı cihatçıları iktidara taşımışlardı. İnsanlık için ne kadar kötü bir şey! İnsanlar birbirlerini daha fazla öldürsün, daha fazla acı çekilsin, daha fazla kırdırılsın, daha fazla kaos olsun, Müslüman olmayan gruplar, Aleviler, Hıristiyanlar, Dürziler, Kürtler bu cihatçı İslamcılar tarafından daha fazla öldürülsün, daha da önemlisi gerillanın Kürtlere ve insanlığa Rojava’da armağan ettiği ‘Kadın Devrimi’ni ortadan kaldırsın diye Esad rejiminden 10 kat daha kötü bir rejimi Suriyelilerin başına bela ettiler! Ve çok gariptir, Avrupalılar hep bir ağızdan memnuniyetlerini dile getirdiler.
Fransa Cumhurbaşkanı Marcon, “Barbar devlet sonunda düştü. Suriye halkının cesaretini ve sabrını selamlıyorum.” diyordu. Sayın Marcon, ‘cihatçı İslamcıların tıpkı Afganistan’daki gibi iktidara taşınmasıyla birlikte asıl barbarlığın şimdi Suriye’nin başına bela olduğunu pekâlâ çok iyi biliyordu.’
Almanya Başbakanı Olaf Scholz, ”Esad’ın Suriye’deki iktidarının sona ermesi iyi bir haber. Suriye halkı korkunç acılar çekti. Bu nedenle Esad’ın Suriye’deki yönetiminin sonu iyi bir haber.”
Kötülükler adına Avrupalılar iyiliği oynuyordu.
Ekonomik çıkarlarını düşünen Avrupalılar, ”Esad rejimi değişti. Suriyeliler bir diktatörden kurtuldu. Herkesin iyi yaşayacağı özgür koşullar oluştu. Avrupa’ya gelmiş olan Suriyeli ilticacılar kendi ülkelerine dönebilir! Dönenlere teşvik primi vereceğiz!” diye haftalarca propaganda yaptılar. Ve Avrupa’ya iltica edip yıllardır çalışmayan, sosyal yardım alan Suriyelileri ülkelerine gönderdiler. Onlardan kurtuldular. Dikkat edin, çalışan Suriyeli doktorlar ve akademisyenleri göndermediler; uyum sağlamayan, az bilgisi olan, çalışmayıp sosyal yardım alanları “Suriyeliler bir diktatörden kurtuldu” yalanın arkasına sığınarak ülkelerine geri gönderdiler. Demek ki, Avrupa’daki Suriyeli ilticacıları ülkelerine geri göndermek için bilerek Esad rejiminden çok daha kötü; El Kaide, IŞİD, El Nusra’dan gelen ve kendilerinin destekledikleri HTŞ cihatçı rejimini dünya halklarına daha iyi göstermeye çalışarak aldatıp kandırmaya çalışıyorlardı. İşte Avrupalıların ikiyüzlülüğü. İnsanlığın utancı dedikleri şey bu olsa gerek.
Bundan sonrasını Yeni Özgür Politika Gazetesinde yazan Ahmet Kahraman’dan dinleyelim:
“İşinde mahir olmalı ki, asker, polis, sivil ayırımı yapmadan yollarına çıkan insanları kurşunlayan, hırsızlık, soygun, talan, tecavüzcülükle iştigal eden, en başta Kürtler, düşman bellediklerini yere diz çöktürüp kasap bıçağıyla kesen haydutlara komutan oldu.
Hemen hemen her Müslüman değil, çakma Müslüman olan, İslam’ın ticareti ile geçinen ’her İslamcı gibi’ yalancı, kindar, gammaz ve oturduğu çulu alttan alta kesen zalim bir ihanetçiydi. Onun da ilk işi, önünde iki büklüm eğilerek biat ettiği IŞİD’in halifesi Ebubekir el Bağdadi’nin saklandığı yeri ihbar etmek oldu.
Bundan sonra IŞİD’den ayrıldı. El Kaide’ye biat edip İdlib merkezli ’El Nusra’ örgütünü kurup başına geçti. Pazar yeri sivillerini bombalama ile adını duyurdu. Sivil kırımlar ve düşmanlarını yüksek binalardan aşağıya atarak işlediği cinayetlerle, kendi dünyasında göz doldurdu. Kürt düşmanlığı karşılığında, içli dışlı olduğu Türk istihbaratının şefi Çavuş Hakan Fidan aracılığı ile Erdoğan rejiminin himayesine girdi.
O arada El Nusra adı, Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) olarak değişti. Türklerden kuvvetlice beslendi. Silah yardımı aldı. Türkler açlık çıkmazında seri intiharlara giderken Erdoğan rejimi, İdlib’te ‘bin konut’ projesini başlattı. Evlerin ilk dağıtımını da Hitler’in terör polisinden mülhem, SS olarak anılan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu yaptı.
O arada Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulu HTŞ’ı terör örgütü, Colani’yi terörist ilan etti. ABD, Colani’nin başına 10 milyon dolar koydu.
Türk devleti de BM kararına uyup teröriste terörcü diyor, ama beslemeye de devam ediyordu. Erdoğan, bununla da kalmıyor, Şam rejimine yardım için, Suriye’de üslenmiş Rusya’nın Devlet Başkanı Vladimir Putun’le, alış veriş pazarında can-ciğer ve ihaleler karşılığında onu kullanıyordu. Putin’in birinci hediyesi Efrîn ise eğer, ikincisi de Şam’a karşı Colani’yi korumasıydı.
Oysa Erdoğan, borçlu olduğu herkese ihanet ede geliyordu. İlk kurbanı ‘yaratıcısı’ da Necmettin Erbakan’dı. Sonuncusu Putin oldu.
Öte yandan ‘Müslüman Kardeşler’ tarikatından ‘kardeşi’ olan Mısır Devlet Başkanı Mursi’yi koltuğundan devirdiği için, general Sisi’yi ‘katil’ ilan etmişti.
Ama aynı Recep Erdoğan, o sırada Arnavutluk’tan, Bosna’dan, Çeçenya, Özbekistan, Pakistan, Afganistan, Çin’in Uygur bölgesinden gelen katilleri, hırsız ve tecavüzleri silahlandırarak IŞİD bayrağı altında Suriye’ye sürüyor, onlardan kurulu ‘SMO’ adıyla bir kiralık ordu kurup Kürtlerin üstüne salıyordu.
Mısırlı generale katil diyen o Erdoğan Haramilerin başında, BM kararıyla egemen, sınırları dokunulmaz Suriye’ye saldırıyordu. Saldırıları boşa çıkınca Colani’yi silahlandırarak amacına ulaşıyor ve Şam’ın işgalini ‘devrim’ diye ilan ediyordu. Aynı Erdoğan Ahmet eş Şara adını alan Colani’yi düzenlenen ‘zafer’ toplantısı ile terör çete başlarının onayına sunarak, Cumhurbaşkanı ilan ediyordu.
‘Sisi’ye katil’ diyen Erdoğan’a bakın ki, BM Güvenlik Konseyi’nin kararıyla alnına ‘katil’ ibaresi kazılı Colani’yi, özel uşağıyla Ankara’ya getirip ayağı altına kırmızı halı seriyordu.
Colani Ankara’da görgüsüzce kırık kırık gülümserken, çalıntı veya soygun malı mı bilinmez, Suriye enkazıyla alay edercesine, bizlere kolundaki 100-130 bin dolarlık saatini de gösteriyordu. Bir sahtekara yakışan buydu, zaten. Sahtekar çünkü, Cengiz Çandar’ın da Türk parlamentosunda söylediği gibi, ‘Colani Kürt’ü, Arab’ı, Dürzi’si, Alevi ve Hristiyanıyla Suriye halkının seçtiği cumhurbaşkanı değildi. O, çete başlarının seçtiğiydi.’
Efendisi, onu Ankara’da karşısına oturtup Kürtleri göstererek, ilk emrini veriyor, ‘apart’ diyordu.”
IŞİD’in ortaya çıkış planları Amman’da yapıldı
Musul’u ele geçirmek için Ortadoğu’daki bütün dengeleri değiştiren IŞİD hamlesi; ABD, İsrail, Suudi Arabistan, Ürdün ve Türkiye’nin bilgisisi dahilinde, 1 Haziran 2014 tarihinde Amman’da planlandı. 9 Haziran’da ise NATO’nun Ortadoğu Gladiosu olan IŞİD çetesi Musul’u işgal etti.
IŞİD, 3 Ağustos 2014 tarihinde Êzîdî Kürtlerin yaşadığı Musul‘un Şengal ilçesi ve çevre köylerine korku dolu saldırlar düzenledi ve işgal etti. Binlerce Êzîdî Kürt‘ü öldürdü. Uygarlık güçlerin birçok ulus-devletin de içinde bulunduğu planla organize ettikleri cihadist İslamcılar eliyle Êzîdî Kürt soykırımını gerçekleştirdiler. Çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere 6 bin 410 kişiyi kaçırdılar. Arap Şeyhlerine sattılar. IŞİD barbarlığın önünden kaçan Êzîdîler Şengal Dağı‘na sığındılar. Dağda aç susuz mahsur kalan Êzîdî Kürtlerini, PKK gerillaların müdahale ederek, bir koridor açıp Rojava’ya geçmelerini sağlayarak, bir kısmını katliamdan kurtardılar, dünyanın gözleri önünde. Tam bu sırada tüm dünya kamuoyu sokaklara düşüp yürüşler, mitingler yapıp ayaklanarak, Êzîdî Kürtlerin bu katliamlarına sessiz kalan hükümetlerini sıkıştırmaları sonucu, karada IŞİD çeteleriyle savaşan Kürlerle ilişkiye geçen ABD, koalisyon savaş uçaklarıyla havadan Kürtlere destek vermek zorunda kaldı. Öte yandan NATO üyesi Türkiye eliyle aynı cihadist örgütlere gizliden MİT TIR‘larıyla silah sevkiyatı devam ediyorlardı. Yani Batı’lıların, İngilizler‘in Birinci Dünya Savaşı’da Ortadoğu‘da ‘tavşan kaç tazı tut“ oyunu aynen devam ediyordu. İngilizler, Enver Paşa, Talat ve Cemal Paşa’dan sonra önderleri seçtikleri İttihatçı M. Kemal’i gizliden destekliyorlardı, her tür yardımı veriyorlardı. Öte tarafta Kürtleri haklı davalarında desteklediklerini göstererek, M. Kemal’in başlattığı harekete karşı kışkırtarak ikili oynuyorlardı. Aynı oyunu şimdi gene oynuyorlardı Kürtlere ve Ortadoğu halklarına.
Uygarlık güçlerin planı şöyleydi: Önce cihatçı IŞİD’i Kürtlerin üzerine saldırtıp zayıflatacaklardı. Ardından ‘uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemini’ her parçada Kürtlerin üzerine saldırtıp gerillasını yok edeceklerdi.
Bunun üzerine Şengal’daki Êzîdî Kürtlerden sonra, IŞİD çetelerini 15 Eylül 2014’te Kobanê‘deki özerk yönetimin üzerine saldırttılar. Erdoğan, „Kobani düştü düşecek“ diyerek, Batı ülkelerine Kobanê‘nin düşeceğini müjdeliyordu. Fakat Kobanê halkı, gerilla ile birlikte savaşçıları ve enternasyonal devrimcilerin elindeki sınırlı silah ve çok az imkânlarla IŞİD çetelerine karşı, -tıpkı Stalingrad Muharebesinde Hitler ordusunu yenen Kızıl Ordu gibi- 134 gün süren tarihi direniş sergiledi. Üç ay süren bu direniş bütün Kürdistan parçalarına dalga dalga yayıldı. Türkiye, İran, Irak’taki Kürtler ve bütün dünya kamuoyu ayağa kalktı. Kadın öncülüğündeki devrimi desteklemek için dünyanın her tarafından enternasyonal devrimciler oraya gitmişti. Yiğitçe savaşıp büyük bir mücadele vererek Kobanê kuşatmasını 134’cü gün parçaladılar. Kobanê düşmedi. Kobani kuşatmasında büyük yenilgi alan IŞİD dağılmaya başladı. Kürtler onu Musul’a kadar kovalayarak, Ortadoğu’da sildiler.
Nobel Barış Ödülü sahibi ve insan hakları savunucusu Adolfo Perez Esquivel ve Amerikalı filozof Noam Chomsky’nin de aralarında bulunduğu dünyanın birçok ülkesinden 130 akademisyen, Nobel ödülü sahipleri, yazar, aydın ve gazetecinin çağrısı ile 1 Kasım 2014 tarihinde Avrupa Birliği Türkiye Yurttaş Komisyonu (EUTCC) ve Peace Camping İnisiyatifi tarafından IŞİD’e karşı yapılan “Kobanê ve insanlık için küresel seferberlik” çağrısıyla ‘1 Kasım Dünya Kobanê Günü‘ olarak ilan edildi.
Emperyalizmin hizmetindeki devşirme Türk yöneticisi Erdoğan’ın hayali gerçekleşmeyince, Türk ordusu ile birlikte kendisi direk sahaya inerek Suriye’de Rojava özerk bölgesindeki Kürtlerle o gün bugündür savaşmaktadır. Ortadoğu’da NATO’ya, Amerika ve İngiliz Kraliyet Ailesine çalışan Erdoğan gibi devşirme bir Türk lider Kürt sorununu çözebilir mi? Derin tarihsel bilgi ve belgeler ışında gerçekçi olursak, yanıtımız ne yazı ki hayır’dır.
Suriye’de Esad rejimini yıkmak için Batı, Doğu’da emperyalizmin hizmetindeki Türk askerlerini nasıl kullandı?
Amarikalı gazeteci Seymour M. Hersh ‘Kırmızı Çizgi ve Fare Hattı‘ yazısında, “Erdoğan ve Obama 16 Mayıs 2013‘de Beyaz Saray‘da buluştuğunda kamuoyuna yansımış bir uyuşmazlık yoktu. Toplantıdan sonraki basın toplantısında Obama, Esad’ın gitmesi gerektiği konusunda anlaştıklarını söyleyecekti. Suriye’nin kırmızı çizgiyi geçip geçmediği sorulduğunda Obama bu tür silahların kullanıldığına dair deliller bulunduğunu kabul etse de, ‘orada neler olup bittiği konusunda gerçek bilgilere ulaştığımızdan emin olmak bizim için önemli‘ diyordu. Kırmızı çizgi hala yerindeydi.“
Esad’ın ABD’in Kırmızı Çizgisi’ni geçtiğini göstermek için, Erdoğan’ın yönettiği Türkiye’nin istihbarat örgütü MİT, eğitip yetiştirerek lojistik verdikleri cihadist İslam örgütü El Nusra eliyle 21 Ağustos 2013 tarihinde, Şam’ın doğusundaki Guta bölgesinde sivillere karşı sarin gaz kullandılar. Suriye Hükümeti’n üzerine attılar.
Seymour M. Hersh yazısına şöyle devam ediyor:
“21 Ağustos 2013’teki saldırılarına dahil tüm veriler bir araya getirildiğinde istihbaratçılar şüphelerini destekleyen kanıtları gördüler. Eski istihbarat yetkilisi, ‘Erdoğan’ın adamlarının Obama’yı Kırmızı Çizgi’nin ötesine götürmek için yaptıkları gizli bir eylem olduğunu artık biliyoruz.” dedi: “BM müfettişleri oradayken -daha önceki saldırıları araştırmak için 18 Ağustos’ta Şam’a gelmişlerdi – gaz saldırısını Şam’da ya da yakınlarında tırmandırmaları gerekiyordu. Amaç büyük çaplı bir şey yapmaktı. DIA ve diğer istihbarat kurumları üst düzey askeri yetkililere Türkiye üzerinden sağlanan sarinin yalnızca Türkiye’nin desteğiyle oraya gidebileceğini söylemişlerdi. Türkler sarin üretimi ve elleçlemesi konusunda eğitim de vermişlerdi.’ Bu değerlendirme için bilginin büyük kısmı saldırının hemen sonrasında dinlenen konuşmalar yoluyla Türklerden geldi. ‘Birincil düzeyde deliller saldrı sonrası dinlenen görüşmelerdeki Türk neşesi ve tebriklerinden geldi. Operasyonlar planlama aşamasında hep süper-gizlidir ama sonrasında bütün bu gizlilik unutulur gider. Failler başarılarını duyurmaya başladıkları zaman güvenlik delik-deşik olur.’ Erdoğan’ın Suriye’deki sorunları yakında bitecekti: ‘Gaz salınır ve Obama artık Kırmızı Çizgi’nin aşıldığını ve Amerika’nın Suriye’ye saldıracağını söyleyecektir; en azından anafikir böyledir. Ne var ki işler böyle gitmedi.’
Erdoğan, MİT Başkanı Hakan Fidan ile birlikte Beyaz Saray’da Obama’nın karşısına ikinci kez çıkıp, ‘Suriye Ordusunun sarin gaz kullandığını‘ yalanını söyleyince, ’Obama Fidan’ı işaret ederek, ‘Suriye’deki radikal İslamcılarla neler yaptığınızı biliyoruz.’“[19] dedi.
İnsan olanın yüzü kızarır. Ama bunların yüzü hiçbir zaman kızarmadı. Gerçekleri inkâr etmeye devam ettiler.
MİT Başkanı Hakan Fidan’ın ABD’yi Suriye’de savaşa sokma planı elinde patlayınca; ses kaydına göre bu kez Türkiye’nin Suriye ile savaş çıkarma gerekçesini nasıl yaratacağını şöyle önermiş:
“Şimdi bakın komutanım ben öbür tarafa 4 tane adam gönderirim, 8 tane boş alana füze de attırırım. Problem değil o. Gerekçe üretilir. Olay böyle bir iradenin ortaya konması. Biz savaş iradesi ortaya koyuyoruz, her zaman yaptığımız şeyi, akıl yürütme hatasına düşüyoruz.”
Irak, Suriye ya da İran gibi başka bir ülke olsaydı, Batı ülkeleri hemen NATO askerlerini oraya gönderir, o ülkenin altını üstüne çevireceklerdi, iktidar değişikliği yaparlardı. Ama söz konusu o coğrafyayı yerli halklara mezar yapan ileri karakolları uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemi olunca, akan sular duruyordu, üst düzey politikacıları, basın ve medya ekonomik çıkarları için sessiz sedasız geçiştirerek duymadım, görmedim oyununu oynamaya başlıyorlardı.
„2012 yılı sonunda Amerikan istihbarat çevrelerindeki genel kanaat muhaliflerin savaşı kaybetmekte olduğuydu. ‘Eski istihbarat görevlisine göre Erdoğan batırmıştı ve dalda asılı kalmış şekilde terk edildiğini hissediyordu. Para O’nundu ve bitirmek bir ihanet olarak görüldü.’ 2013 baharında ABD istihbaratı, Türk hükümetinin MİT elemanları ve jandarma vasıtasıyla, kimyasal savaş olanakları oluşturmak üzere Al Nusra ve müttefikleri ile çalıştıklarını öğrendi. Eski istihbarat görevlisinin söylediğine göre MİT muhaliflerle politik ilişkileri yürütürken, jandarma askeri lojistik, sahada danışmanlık ve -kimyasal savaş eğitimi de dahil- eğitim sağlıyordu. ‘Türkiye’nin 2013 baharında artan rolü, buradaki sorunlarının anahtarı olarak görülüyordu. Erdoğan, cihatçılara desteği sonlandırırsa her şeyin biteceğini biliyordu. Suudiler lojistik nedenlerle -mesafe sorunu ve silah sevkiyatının güçlükleri- savaşı destekleyemezdi. Erdoğan’ın umudu ABD’nin “kırmızı çizgisini” geçmeye zorlayacak bir olayı kışkırtmaktı. Ama Obama Mart ve Nisan aylarında karşılık vermedi.“[20]
Erdoğan’nın Hatay sınırından cihatçı İslamcılara gönderdiği MİT TIR’ların sırrını da Amerikalı gazeteci Seymour M. Hersh şöyle açıklıyordu:
“Suriye‘de rejim karşıtı asilere yardım eden Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar‘la, ABD’nin iş birliğinin boyutları henüz günışığına çıkarılmayı bekliyor. CIA‘in Fare Hattı (Rat Line) olarak adlandırdığı Suriye’ye uzanan geri plan kanalının yaratılmasında Obama yönetimi, kendi rolünü hiç bir zaman aleni olarak kabul etmedi. 2012 başlarında izin verilen Fare/Hain Hattı, Libya’daki (devrilen Kaddafi’nin) silah ve cephanenin, Türkiye‘nin güneyindeki Suriye sınırından muhaliflere akıtılmasında kullanıldı. Suriye‘de sonuçta silahları alanların çoğu, bazıları El-kaide bağlantılı cihatçılardı.
Raporun, halka açıklanmayan yüksek gizlilik seviyesindeki bir eki, 2012 yılı başlarında Obama ile Erdoğan yönetimi arasında yapılan gizli bir anlaşmayı tanımlıyordu. Anlaşma Fare Hattı’yla ilgiliydi. Anlaşmanın koşullarına göre, CIA, Suudi Arabistan ve Katar’ın yanı sıra Türkiye’nin finansmanıyla, MI6′nın desteğiyle, Kaddafi’nin cephaneliğindeki silahları Suriye’ye aktarmaktan sorumluydu. Libya’da, bazıları Avustralya tüzel kişiliğinde olan paravan şirketler kuruldu. Kendilerine kimin iş verdiğinin her zaman farkında olmayan emekli Amerikan askerleri, tedarik ve nakliye işleri için kiralandı. Operasyonu, bir süre sonra kendi biyografi yazarıyla bir yasak ilişki yaşadığı ortaya çıkınca istifa etmek zorunda kalacak olan CIA direktörü David Petraeus yürütüyordu.“[21]
Dönemin MİT Başkanı Hakan Fidan gizli ses kaydında, “2 bine yakın TIR malzeme gönderdik biz oraya” diyordu.
NATO Gladiosu ile Zeytin Dalı Operasyonu
IŞİD, Kürtler karşısında yenilip dağıldıktan sonra, Türkiye dağılan IŞİD üyelerini başka isimler altında örgütleyerek NATO Gladiosu olarak örgütleyip yetiştirmeye devam etti. Türkiye, NATO’nun Ortadoğu Gladiosu olan cihatçı İslam çeteleriyle birlikte 20 Ocak 2018’de Zeytin Dalı Operasyonu adı altında Kürtlerin Suriye’deki özerk bölgesi Efrîn’e saldırdı. Kürtler, iki aya yakın bir zaman içinde Türk Silahlı Kuvvetleri ve onların askeri kamplarda yetiştirip vekalet savaşçıları olarak kullandıkları cihadist İslam örgütleriyle kahramanca savaşarak karadan ilerlemelerini önledi. Üstün silah gücüne sahip olmalarına rağmen çok az sayıdaki gerilla karşısında bir türlü ilerleyemiyorlardı, bataklığa saplanıp kalmışlardı. Sonra Rusya, Suriye’nin hava sahasını Türklere açınca, Türkiye havadan savaş uçaklarıyla şehri, sivilleri bombalamaya başladı. Türkiye sivilleri bombalayarak açıkca savaş suçu işliyordu. Kürtler daha fazla can kaybı vermemek için şehri boşaltmak zorunda kaldılar. Amerikalıların önerdiği ve ”Türkiye’nin güvenlik bölgesi” diye adlandırdıkları sınıra çekildiler. “Güvenlik bölgesi” adı altında Batı’nın Kürtlere Türkiye eliyle geri adım attırmasından başka bir şey değildi. Türkiye’nin Efrîn’i işgal hareketinde, Rusya hava sahasını açmıştı. Amerika haritayı, plan ve projeyi vermişti. İngiltere, siyasi ve basın ayağını yürütmüştü. Almanya savaş silahları vermişti. Birleşmiş Milletler, Fransa, İsviçre, Hollanda ise dalga geçer gibi ’kaygılıyız’ demişti. Bölgede askeri bulunan ve güya IŞİD, El-Kaide, El Nusra gibi cihatçı İslam örgütlerine karşı Kürtler’le ittifak içinde olan Amerika, bütün bu olup bitenleri görmezden, duymazdan geldi, ’kaygılıyız’ demekle yetindi.
Türkiye’nin cihatçı İslam çeteleriyle 9 Ekim 2019’da Kuzey ve Doğu Suriye’nin Girê Spî ve Serêkaniyê şehirlerini işgal etme savaşlarında da benzer şey tekrarlandı. Amerika güya ittifakta olduğu Kürtlere, “Türkiye 30 km. geri çekilmenizi istiyor. Biz onları durduramıyoruz. Lütfen geri çekilin,” diyerek IŞİD çetelerine karşı İttifakta olduğu YPG ve YPJ güçlerin geri çekilmesini istedi. Böylece Amerikalıların Erdoğan’ın eline verdikleri haritaya göre, Kürt bölgelerin Türk devletin işgal etmesini sağladılar.
Sonradan, eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’un, “Olayın Olduğu Oda” adıyla yazdığı kitapta, Trump ve Erdoğan arasında geçen -Halk Bankası konusu, terörle mücadele bahanesiyle işgal ettiği Kürt topraklarını cihatçı İslamcıları getirip yerleştirdiği gibi- olumsuz birçok konuyu eleştirip deşifre etmesiyle ortaya çıktı ki; Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler toplantısında konuşurken gösterdiği harita, yani işgal etmek istediği Kürt şehirlerin haritasını Amerikaların çizip eline verdi ortaya çıktı. O ‘güvenlik bölge’ diye adlandırdıkları topraklarda Kürtler yaşıyordu. Dünyanın gözleri önünde Kürtleri kendi topraklarından katliam ve soykırımlarla çıkarıp sürgün ettiler. Onların yerine Avrupa’ya tehdit olarak kullandıkları ilticacıları getirip yerleştirme planı yaparak, ilticacılar adına Avrupa Birliği’nden Suriye’de İslamcı cihatçılarla beraber yürüttükleri savaşın masraflarını alıyorlardı. Aldıkları savaş masraflarını da ilticacılara harcamadılar. Avrupa Birliği, üç taksitle 11.2 Milyar Euro Türkiye’ye Ortadoğu’da yürüttüğü savaşların masrafını vermiş oluyordu. Bu sadece resmi olarak görünen kısmı. İki yüzlü Avrupa politikacıları, “Türkiye ile yaptığımız iltica antlaşmaları gereği ve ilticacılar ülkemize gelmesin diye bu parayı veriyoruz” diye kendi vatandaşlarını bile kandırıp aldatmaya çalışıyorlardı.
Ortadoğu’da emperyalistlerin hizmetinde ücretli askerlik yapan Türk ordusu, ’Emperyalizme karşı ve emperyalizm ile iş birliği yapan Kürtlere karşı savaştığını iddia ediyordu; tıpkı 1919’da İttihatçıların M. Kemal önderliğinde ikinci defa iktidara geldiklerinde söyledikleri, “Kürtlerin İngilizlerle iş birliği yaptığı” yalanlarla dünya kamuoyunu kandırmaya çalıştıkları gibi. Kendileri ne ise, karşıdakilerini de hep onunla suçluyorlardı. Kendileri gizlice İngiliz, Amerika, Fransa ve Almanlarla iş birliği içinde çalışırlar. Bu dış güçlerle iş birliğini her dönemde Kürtlerin üstüne atıyorlardı. Seyid Rıza’nın dediği gibi, devşirme Türklerin, “bu yalan ve hileleriyle baş edemedik gitti.”
Yüz yıldan beri Batılılar Doğu’da, istedikleri her şeyi ileri karakolları Türkiye’ye yaptırırken hep ikili oynuyorlardı. Sanki Türkiye’nin yerli halklara yaptıkları haksızlıklara, katliamlara, soykırımlarına karşılarmış gibi, insanlık dışı kötü işlerini onlara yaptırmıyorlarmış gibi kendilerini erdemli göstermeye çalışıyorlardı. Oysa M.S. 1600 yıllarından sonra Avrupa’dan paralı asker toplayıp Amerika’daki Kızılderilileri 300 yıl boyunca soykırımdan geçirdikleri plan, program ve projelerin aynısını (20. Yüzyılda artık Avrupa’dan paralı asker toplayıp Ortadoğu’ya göndermeleri mümkün olmadığı için) bugün Anadolu ve Doğu’da paralı devşirme Türk askerlerine yaptırıyorlardı.
Ve Arap ulus-devletlerine yaptırıyorlardı. Bu Büyük Ortadoğu Projesi, Akad ve Asurlar’dan beri dağlarda doğa ile iç içe yaşayan kabile ve aşiretlere düşman olan Semitik tüccarları’n da derin tarihsel projelerine uygundu. Onun için Osmanlı yıkmadan 50 yıl önceden Selanik’teki okullarda başlayarak Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği virüsü ile aşılayıp yetiştirdikleri İttihat Terakki kadrolarını (ki hiçbirisi Türk değildi) Anadolu’da iktidara taşıdılar; onlar da yukardan her ırktan insanları Türkleştirerek, homojen asker bir toplum yarattılar; Batı uygarlığına Doğu’da parasız sayılabilecek bir ordu yetiştirdiler. Avrupalılar sanıyor ki, kendilerinin hiçbir suçu yok da, her şeyi tek başına bu ‘Uygarlık Yıkıcı Türk Egemenlik Sistemi’ yapıyormuş! Ne tuhaf! Oysa biri genleriyle oynuyor, biri ellerine pratiğe uygulayacakları haritayı, planı, projeyi veriyor, biri siyasi ve basın ayağını yürütüyor, biri savaş silahlarını veriyor, biri Kürtlerin oturduğu bölgenin hava sahasını açıyor, BM’ler ve birçok ülke de “Türkiye’nin yaptıklarından kaygılıyız, endişeliyiz” diyorlar ortak bir dille.
**
Herhalde onu Kenya’dan kaçırıp İmralı adasına hapseden NATO’nun güçlü istihbarat örgütleri olan CIA, MOSAD ve M15, gizli kapılar ardında görüştükleri Sayın Abdullah Öcalan’a, ’umut hakkı’ vereceklerini söylerken bile Türkiye ile tehdit ederek bir şeyler koparmaya çalıştıkları anlaşılıyor. Öcalan’nı İmralı heyetine, “hazır değilim, üzerinde çalışıyorum” dediği bir sayfalık çağrı’nın haftalar, hatta aylar sürmesi düşünüldüğünde, onun içerde bazı kişilerle görüştüğünü akla getirmiyor değil. Aylar süren pazarlık sonunda:
“Mandela gibi zamanın geldi. Seni cezaevinden çıkaracağız. Fakat Türkiye senden bir şey koparmadan seni cezaevinden çıkarmak istemiyor.”
“Peki ne istiyorlar?”
“’Diyorlar ki eğer ‘Umut Hakkını’ kullanmak istiyorsa, bunun karşılığında şartsız koşulsuz örgütünü feshedeceksin.’ Bizim bu konuda kollarımız bağlı. Bir şey yapamıyoruz.”
“Bakın ben defalarca ateşkes ilan ettim. Devlete barış elimi uzattım. Hiçbirinde karşılık alamadım. Her seferinde, ‘teröristlerle masaya oturmayız’ dediler. Ben terörist değilim, Kürt halkın özgürlüğünü ve haklarını isteyen bir önderim. PKK da terörist bir örgüt değil. Kürt halkın meşru direniş savunmasını yapan, özgürlüğünü isteyen bir örgüttür. Mazlum bir halkın meşru direniş haklarını kullanan PKK bir terör hareketi değil. Kürtlerin köylerini, şehirlerini bombalayan, boşaltan, halkı katliam, işkence, faili meçhul cinayetlerle yok eden devletin kendisi bir terör örgütü. Fakat ne yazık ki, kendi çıkarları için Kürt halkını soykırımdan geçiren hegemonik güçler, dünyaya PKK’ye ‘terör örgütü’, beni de ‘terörist başı’ gösterdiler ki, ‘terörizme karşı savaşıyoruz’ yaftası adı altında, rızalık üreterek bizimle rahatça savaşa bilsinler. Belki de haklısınız, dünyanın terörist olarak gördüğü PKK’yı devre dışı bırakırsam, Türkiye’yi barış masasına oturtabilirim. Türkiye’nin de, ‘terörizmle savaşıyorum’ gerekçesi kalmaz. Güvenlik kaygıları da bitmiş olur. Biz 40 yıldır sadece Türkiye ile değil, NATO ile de savaş halindeyiz. PKK kendisini feshetse iç savaş biter. Kürt sorunun barışçıl, demokratik siyaset ve hukuksal yollardan çözülmesi için siz de Türkiye’ye baskı uygularsanız bu iş olur.”
“Biz, ‘Kürt sorunun barışçıl, demokratik siyaset ve hukuksal yollardan çözülmesi için Türkiye’ye baskı uygularız’. Yeter ki siz örgütü feshedin.” teklifinde bulunmuş olabilirler. Ya da örgütü feshetmek tümüyle Öcalan’ın fikri olabilir. Her ne olursa olsun önemli olan barışa giden ortak bir yolun bulunmuş olmasıydı.
Büyük bir ihtimalle halkına güvenen Öcalan da orta bir yol bulma umuduyla şöyle yanıt vermiştir:
“Belki de haklısınız. PKK sadece Türk ordusuna karşı savaşmıyordu. Kapitalist sistemin NATO ordusuna karşı savaşıyordu. Bu savaş daha ne kadar sürebilir? Ben artık PKK lideri değilim, Kürt halkın önderiyim. Yok edilmek istenen Kürt halkını küllerinden yeniden var eden PKK misyonunu tamamladı sayılır. O kendisini feshetse de, etmese de, silahları bıraksa da bırakmasa da değişen bir şey olmayacak. Dediğim gibi ben kaç kez ateşkes ilan edip barış çağrısı yaptım, devlet hep ’teröristlerle anlaşma yapmam’ diyerek yanaşmadı. Bu kez Türk devletin dünyaya yutturduğu ‘teröre karşı savaşıyorum’ ve ‘güvenlik bahanesini’ elinden alacağım. Bakalım bu kez ne yapacaklar? Bu kez ne gerekçeler uyduracaklar? Patlayacak olan bombayı onların kucağına bırakacağım. Belki bu kez devleti ikna edebilirim. Yüzde bir ihtimal olsa bile örgütlenmiş halkımla birlikte Gandhi gibi silahsız bir hareket ve Demokratik Toplum Çağrısı ile devleti bu sorunu çözmeye zorlayacağım. Ben halkıma güveniyorum. Kürt halkı da bana güveniyor. Kürt halkına vermek istediğim ’Demokratik Konfederalizm paradigması, Demokratik Toplum Düzen’ gibi fikirlerim çoktan toprağa düştü, filizlendi. Kitaplarıma yazdığım felsefi fikirlerimle halkımı emzirdim. Temel insani haklarını savunan her bir Kürt benim düşüncelerimi savunmaktadır. Kendi hakkını arayacaktır,” diyerek, onların da kabul edeceği ’Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nı açıkladı.
Gerçeklerin hep tahrip edildiği, yalanın egemen olduğu ve herkesin Türk milliyetçiliğiyle aşılandığı Türkiye sınırları içinde, Türk politikacıları, Türk basın ve medyası her şeyin Türk hükümetin inisiyatifi ile geliştiği yalan propagandasıyla olayları tersyüz ederek, psikolojik savaşın hile ve aldatma yöntemleriyle cahil halkın kafasını karıştırmaya devam ediyor.
Sanki bir yıldan beri dünyanın her yerinde, “Öcalan’a özgürlük, Kürt sorununa çözüm” kampanyaları hiç sürmemiş; yazarlar, bilim insanları, 69 Nobel barış ödüllü şahıslar Avrupa kurumlarına, “Türkiye infaz yasalarında değişiklik yapsın. Umut hakkını uygulasın. Öcalan’ı serbest bırakmaları ve Kürt sorununu sözümü için Türkiye’ye baskı yapın.” diye mektuplar göstermemiş gibi davranıyorlar. Avrupa Birliği Kurumları da, özellikle Avrupa Konseyi Bakanlar komitesi 2024 Ekim ayın başında infaz yasalarında “umut hakkı” koymaları için Türkiye’ye bir yıl süre tanıdıklarını, bir yıl içinde infaz yasalarında değişiklik yapıp Öcalan’ı serbest bırakmaları gerektiği konusunda büyük bir baskı uyguladıklarını görmemiş gibi davranıyorlar. Anlaşılan yüz yıldan beri Ortadoğu’da Batı uygarlığına çalışan iradesiz devşirme Türk vekalet savaşçıları olan, son devşirme Türk politikacıları gene vatandaşlarını kandırmak için show üstüne show yapıyorlar.
Mehmet Ali Birand‘ın 1992’de Öcalan ile Suriye’de yaptığı röportajda, Öcalan aynen şöyle diyordu:
„Ben size daha önce de söyledim. Sizin bir önderlik kriziniz var. Bu kriz hâlâ çözülmüş değildir. Benim var. PKK ve Kürt halkı benim sözümü dinler. Ben Kürt halkın lideriyim. O açıdan bizim karşımızda, muhatap olabilecek bir lideriniz yok! Parti düzeyinde, kişisel düzeyde.“
Devşirme Türklerde neden liderlik kriz sorunu var Açıklayalım.
Nasıl ki, uygarlık güçlerin 600 yıl boyunca yerli halkları İslamlaştırmakla görevledirilen ve o geniş coğrafyada gayrimüslüm olan Hıristiyan, Zerdüşt ve Êzîdî Kürt halklarına katliamlar yapıp mal mülklerini yağmalayan Osmanlı padişahların annelerinin hiçbirisinin Türk olmadığı gibi,[22] uygarlık güçlerinin ulus-devlet çağında Avrupa merkezci Türk ırkçılığı düşünce sistemi içinde yetiştirdikleri İttihat Terakkiciler ve Anadolu’yu Türkleştirip genleriyle oynanmış homojen bir toplum yaratma görevi verilen ardılları olan Kemalistlerin de hiçbirisi Türk değildi. Küresel uygarlık güçleri, bu Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği düşünce sistemini kafalarına yerleştirdiler ki; Osmanlı mirasını devredip iktidarı teslim edecekleri çağdaş yeniçeri devşirme vekalet savaşçılarından oluşturacakları ordular kendilerine Ortadoğu’nun kapısı önünde çalışsınlar diye. Devşirme Türkler hâlâ bu gerçekle yüzleşmiş değiller. Onun için farkında olmadan, „M. Kemal’in askerleriyiz,“ diyerek İngiliz ve Amerikan askerleri gibi çalışıyorlar.
Araştırın bakın, TC’nın M. Kemal’dan R.T.Erdoğan’a kadar hiçbir cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar, genelkurmay başkanları Türk değildir. Bu, Avrupa merkezci Türk ırkçılığını kafalarına yerleştiren maskeli Tanrılara çalışan devşirme Türk politikacıların iradesi olabilir mi? Arkadaki uygarlık güçlerinin sözünü ve emirlerini dinlemeyecek bir devşirme lider çıkabilir mi? Çıkmaz. Onlar başkalarına çalışan Türk devşirmeleridir; sizinle İstanbul’da anlaşma yaparlar, daha Ankara’ya varmadan, perde arkasından emir alıkları gizli derin güçler, ‘anlaşmadan vazgeçin‘ derler, onlar da yaptıkları anlaşmalardan vazgeçerler. Bin yıldan beri Türk devşirmelerin yerli halklarla, yani vatandaşlarıyla yaptıkları bir anlaşmaya uydukları görülmemiştir. Ama ülkenin dışındaki imparatorluklar ve devletlerle yaptıkları antlaşmalara uymak zorunda kalmışlardır. O yüzden uygarlık güçleri, bin yıldan beri devşirme Türkleri Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasında ‘uygarlık yıkıcı bir güç’ olarak kullanıyorlar. Anadolu’yu, İslam’ın ileri karakolu olarak Selçuklu döneminde İslamlaştırmak, sonra da ulus-devlet çağında Batı’nın ileri karakolu olarak İslam’ın yanı sıra Türkleştirmek; gerçek Türklerin projesi değildir. Türkmen ve Oğuz boyları Kafkasya ve Ortadoğu’da ilk 300 yıl içinde yerleşik hayata geçmiş, Orta Asya’daki uygarlık yıkıcı rolünü bırakmış ve yerli halklarla barış içinde bir arada yaşamak istemişlerdir. Uygarlık güçlerin devşirme orduyla iktidara taşıdıkları birkaç Türkmen ya da Oğuz Beylerine Anadolu’da devlet güvencesi verme planları gerçek Türklerin projesi değildir. Bu, devşirme Türklerde Orta Asya’daki atalarının barbarlık ruhunu uyandırıp canlandırarak Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasında vekalet savaşçıları olarak kullanmak isteyen uygarlık güçlerin derin tarihsel projeleridir.
Hatırlayalım: Hazan Krallığı döneminde askerlik dehaları keşfedilen Selçuk Bey’in babası Dokak’a askerlik görevi verildiği, o ölünce babası yerine subaşı görevine getirildiği bilinmektedir. Hazar Krallığın yıkılması üzerine Musevi devletinden ayrılmak zorunda kalan Selçuk Bey emrindekilerle birlikte Cend’teki Müslüman Türklerin yanına yerleşmiştir. Bu kez de çıkarı için ordusunu besleyen Müslüman Abbasiler için çalışmaya başlamıştır. Selçuk Bey’in oğullarının isimlerinin Yabgu, Arslan, Yusuf, Mikael, Musa olması ve resmi dini Musevilik olan bir devlette askerlik görevi yapmış olması büyük bir ihtimalla Musevi olduğu düşünülüyor. Selçuklu devleti, Hazar devletinde askerlik görevini yapan Selçuk Bey ve oğulları tarafından kuruldu.
Bin yılların ortalarında yağmalayan, disiplime gelmeyen, Abbasi Halifesinin sözünü dinlemeyen Türkmenlerle savaş halinde olan ve onları Halifeye itaat etmeye çağıran Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey, yavaş yavaş disiplime gelmeyen, birbirleriyle kavgalı, güvenilmez boy ve oymak Türkmen ve Oğuz askerlerinden kurtulmaya çalışır. Bölgede ücret karşılığında kral, prens, Hanedan ve Abbasi Halife’sine çalışıyorlardı. Kim para veriyorsa, onun işine koşup onu koruyorlardı. Abbasi Halifesi, onu korumaları karşılığında 29 Kürdistan şehrin gelirini onlara vermişti. Böylece yöresel hükümetlerden sağladıkları bu büyük gelirler sayesinde, ücretli kalıcı bir ordu kurmuşlardı. Güvenilmez boy, oymak ve göçebe askerlerden umutlarını kesip ordusunu Oğuzlar dışında, Kürtler, İranlılar, Deylemliler, Gürcü ve Araplar’dan oluşan ücretli askerlerden seçince, bunların daha iyi söz dinlediğini, daha iyi iş yaptıklarını görürler. Daha Selçuklu devleti kurulmadan önce bir nevi Bizans İmparatorluğundaki devşirmeciliği taklit ederler. Osmanlı bu devşirme orduyu daha da geliştirip, bu konuda uzmanlaşır. Osmanlı, gece baskınlarıyla yağmalayıp katliam yaptığı Hıristiyan ve Zerdüşt inancındaki halkların çocuklarını kaçırıp, Yeniçeri Ocakları’nda askeri eğitimden geçirip yetiştirerek kendi halkına karşı savaştırıyordu. Omanlının mirasını devralan Türkiye, bütün yerli halkların çocuklarını zorunlu olarak aldığı okullarda İslamlaştırmanın yanı sıra Türkleştirerek daha ince ve çağdaş metotlarla herkesi Türkleştirerek devşirmeciliği derinleştirerek içselleştirmiştir. Avrupa merkezci ırkçı Türkçülükle, insanları çok kısa bir zaman diliminde kendi geçmiş kültüründen, dilinden uzaklaştırarak genleriyle oynayarak homojen, hastalıklı bir toplum yaratmıştır. Çünkü insan, atalarının içinde yaşadığı geçmiş toplumun dili, inancı, kültürü, örf adet ve tarihi ile insandır. Dili, inancı, kültür örf adet ve tarihi elinden alınmış insan bomboş bir insandır. Yarı hayvandır. Yani devşirilen kişi, artık ne Türktür, ne Kürttür, ne Rumdur, ne Ermenidir, ne Süryanidir, ne Arnavuttur, ne Bulgardır, ne Araptır, ne Yahudidir, ne Sırptır, ne Lazdır, ne Çerkezdir! O, bomboş, dilsiz, inançsız, kültürsüz ve cahil çağımızın dini olan Türk ırkçılığıyla aşılanmış bir cahil insandır! İşte bu bomboş, kültürsüz, cahil, çağımızın dini olan Türk ırkçılığıyla aşılanmış bir insan topluluğunu Ortadoğu’nun kapısı önünde asker olarak kullanıyorlar, uygarlık güçleri.
Bin yıl önce Selçuklu Sultanların kurdukları ücretli devşirme orduyla nasıl ki; kral prens, Hanedan ve Abbasi Halife’sine para karşılığında çalışmışlarsa; bugün de, devşirme Türk yöneticileri, Batı uygarlığın ileri karakolu olarak NATO’ya, İngiltere’ye, Amerika’ya’ Fransa’ya, Almanya’ya, Rusya’ya çalışıyorlar. Kim para karşılığında ve ihale karşılığında iş teklif ediyorsa onlara çalışıyorlar, kendi vatandaşlarına değil! Kendi vatandaşlarına düşmanlar. Yerli halklara düşman oldukları kadar gerçek Türklere de düşmandırlar.
O yüzden bundan sonra yerli halklar ve özellikle gerçek Türkler gözünü dört açmalı, tarihin bu yeni dönemecinde “Ben Türküm“ diye ortada propaganda yaparak parayla uygarlık güçlerine çalışan dönek-devşirme Türk vekalet savaşçılarına inanmamalı, kesinlikle bu coğrafyada iktidar bir daha bu ‘devşirme Türklere’ teslim edilmemelidir!
Mandela gibi Öcalan’ı da 27 yıl sonra serbest bırakın
Aslında kuruluşundan beri hep Batı uygarlığına çalışıp hizmet eden Türk devşirme yöneticilerine İngiltere’den, “Bu sorunu kendi Türk yöntemlerinizle çözün. Öcalan cezasını çekti. Apartheid Hükümeti nasıl ki, Mandela’yı 27 yıl sonra serbest bıraktıysa, siz de bir yıl içinde Öcalan’ı serbest bırakın!”diye yukardan kendilerine söylendi. Bunlar söylenmemiş gibi davranıyorlar, devşirmeler.
Bunu nerden anlıyoruz?
Öcalan’ı uluslararası bir komplo ile Kenya’da tutuklayıp ileri karakolları Türkiye‘ye teslim eden küresel güçlerin istihbarat örgütleri Öcalan’ın açıklayacağı “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’nın içeriliğinden haberleri vardı. Daha önce binlerce köyü yakılıp yıkılan, onca katliam ve soykırımlar yaşayan, gerillası yıllardır kimyasal silahlarla katledilen ve Saddam tarafından Halepçe’de kimyasal silahlarla soykırımdan geçiren Kürt halkından pek söz etmeyen, „Ben görmedim, duymadım“ oyununu oynayan Batı uygarlığın bütün basın ve medyası İmralı Heyetin Öcalan’ın “Barış ve Demokratik Toplum Çağrı’sını 27 Şubat 2025 günü İstanbul’daydı. 300’dan fazla gazeteci ve televizyon yayıncıların katılması, komploda yer alan devletlerin ilgisi ve desteği şaşırtıcıydı. Bütün bu ilgi, uygarlık güçlerin Öcalan’ın açıklayacağı Çağrı’dan haberleri olduğunu göstermektedir.
İngiltere, Amerika, Almanya, İtalya, Fransa ve Birleşmiş Milletler peş peşe açıklamalar yaptı. Öcalan’a uluslararası komplo düzenlendikleri dönemde nasıl hep birlikte hareket etmişlerse, nasıl ki hep birlikte aynı ağızından ortak konuşmuşlarsa gene hepsi aynı ortak ağızla konuşuyorlardı. Bu kez, “Komplonun içindeyiz, destekliyoruz“ demiyorlardı. Bu kez, “Bu barış sürecini destekliyoruz. Türkiye’nin ‘teröre karşı güvenlik kaygıları‘ bitmiştir! Kürt sorununu çözün. Öcalan serbest bırakılmalıdır, “ diyorlardı.
Alman Dışişleri Bakanı çağrıyı tarihi bir mejas olarak nitelendirdi: “Süreci desteklemek için elimizden geleni yapmaya hazırız.”
Almanya Hükümet Sözcüsü Steffen Seibert, “Almanya Başbakanı Olaf Scholz, PKK lideri Abdullah Öcalan'ın bugünkü silah bırakma ve PKK'nin feshedilmesi çağrısını memnuniyetle karşılıyor. PKK, Almanya‘da yasaklı bir terör örgütüdür ve yürüttüğü mücadele çok sayıda kurbana yol açmıştır. Öcalan‘ın talebi, şimdi nihayet bu şiddet mücadelesinin üstesinden gelme ve Kürt meselesinde kalıcı, barışçıl bir gelişme sağlama fırsatı sunuyor,“
Almanya Başbakanı Olaf Scholz, “Öcalan’ın çağrısı mevcut savaş ortamından çıkılması ve Kürt sorunun kalıcı barışcıl bir aşamaya gelinmesi için bir fırsat sunmaktadır.“
Federal Meclis Dışişleri Komisyonu Üyesi ve Sol Parti Milletvekili Gregor Gysi, “Öcalan’ın çağrısından sonra Türkiye, Suriye ve Irak’taki Kürtlere yönelik her türlü şiddetin derhal sonlandırılmasını beklediklerini, bunun acilen ihtiyaç duyulan barış süreci ve Türk halkı ile Kürt halkı arasındaki uzlaşmanın ilk adımı olacağını umuyorum. Bundan 15 yıl önce Norveveç’ın Oslo şehrinde bağımsız ve her iki tarafın saygı gösterdiği bir otorite bu amaçla görev almıştı. Böyle bir otorite şimdiki sürece de eşlik etmelidir.“ diyerek 2010-2011 Oslo barış sürecine işaret etti.
Hem Türk devletine, hem de Alman devletine çağrı yapan Die Linke Eşbaşkanı Jan van Aken, “Abdullah Öcalan Türkiye‘de barış sürecinin kapısını açtı. Alman hükümeti barışı desteklemek için elinden gelen her şeyi yapmalıdır. Bunlara PKK yasağının kaldırılması da dahildir. Ve Öcalan serbest bırakılmalıdır,” diyordu.
Birleşmiş Milletler, “PKK lideri Abdullah Öcalan’ın mesajini memnuniyetle karşılıyoruz.“ diyordu. BM Genel Sekreteri Antonio Guterres, ”Bu, uzun süredir devam eden çatışmanın çözümünü sağlayabilecek bir umut ışığını temsil ediyor,” diyordu.
ABD Başbakanı Bil Clinton’un kendisini arayarak, “Öcalan’ı Türkiye’ye verin“ dediğini itiraf eden eski İtalya Başbakanı Massimo D’Alema, “Bu olumlu bir gelişme, cesaretli bir mesaj ve umarım Türk hükümeti ve Erdoğan tarafından uzun ve acı verici bir çatışmayı sona erdirmek için somut bir olasılık olarak ele alınır. Diğer taraf silahlı mücadeleden vazgeçerken, Kürtlerin haklarını tanımaya açık olmalılar.“
İngiltere Dışişleri, Milletler Topluluğu ve Kalkınma Ofisi Sözcüsü ise:
“NATO’nun yakın müttefiki ve terörle mücadelede uzun süredir ortağımız olan Türkiye halkı için barış ve güvenliğe doğru ilerleme kaydedilmesini memnuniyetle karşılıyoruz. Tüm tarafları, güvenliği, istikrarı ve hukukun üstünlüğüne saygıyı garanti eden barışçıl ve yapıcı bir sürece girmeye teşvik ediyoruz. İngiltere, hem Türkiye’de hem de daha geniş bölgede çatışmaları azaltma ve istikrarı teşvik etme çabalarını desteklemeye kararlıdır. Federal hükümet olarak, böyle bir süreci desteklemeye hazırız ve elimizden geleni yapmaya istekliyiz,“ diyordu.
Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor, bu tarihi adımın Türkiye‘deki Kürt sorunun barışçıl çözümü için önemli bir fırsat sunduğunu şöyle açıklıyordu:
“Bugün Abdullah Öcalan'ın PKK‘ye yaptığı silah bırakma ve fesih çağrısı, son derece memnuniyetle karşılanan tarihi bir adımdır. Diyalog ve uzlaşı temelinde, Türkiye‘deki Kürt meselesini barışçıl bir şekilde çözecek potansiyel bir siyasi ve kapsayıcı süreç için en iyi başlangıç noktasıdır,“
Irak Dışişleri Bakanlığı, “Irak Cumhuriyeti, Sayın Abdullah Öcalan’ın mesajını ve çağrısını memnuniyetle karşılıyor, bu mesajı bölgede istikrarın sağlanması açısından olumlu ve önemli olarak değerlendiriyor. Bu girişimi, yalnızca Irak’ta değil tüm bölgede güvenliğin arttırılması yönünde önemli bir adım olarak görüyoruz.”
ABD, “Umarız Türk hükümetinin Suriye’deki müttefikimiz Kürtlerle ilgili kaygıları bitmiştir.“ diye noktayı koyuyordu. Böylece Kürtlerle sürekli savaş halinde olan Türk devletinin yıllardır bütün dünya devletlerine yutturduğu “PKK terör örgütü“ ve teröre karşı güvenlik bahaneleri uluslararası piyasada iflas ediyordu. Türkiye‘nin artık Kürt sorununu çözmemek için bir bahanesi de kalmamıştı. Gelgelelim bunu İttihatçı zihniyete anlat anlatabilirsen. Bu İttihatçı zihniyet yüzyılı aşkın bir süredir 300’ler Komitesi’nin çağımızdaki başkanlığını yapan İngiliz Kraliyet Ailesi’ne çalışıyorlardı. Başkalarına Ortadoğu’da tetikçilik yapan iradesiz devşirme Türkler, Kürt sorununu ya da toplumun bir sorununu çözebilir mi? Hayır.
Tabii Batı’dan gelen bu mesajların ne kadar samimi olduğunu zaman gösterecek! Ben kendim mesajların samimi olduğuna inanmıyorum. Çünkü hâlâ Türkiye, Kürtlerin seçimle kazandığı şehirlerin beledilerine kayyum atıyor, siyasetçilerini cezaevine koyuyor, her gün siyasi soykırım yapıyor, Suriye’deki cihatçı çetelerle yurt dışındaki Kürt özerk bölgelerine saldırıyor, sivil halkı bombalayarak insanlık suçu işliyor. İstanbul Belediye başkanı ve cumhurbaşkanı adayı Ekrem İmamoğlu tutuklanıp cezaevine gönderildi. Yani hâlâ Kürtlere ve muhalefete büyük bir saldırı var. Batı ülkeleri, ’dur’ demiyor, baskı mekanizmalarını işletmiyor, kör ve sağırları oynamaya devam ediyorlar.
Olimpos Tanrıların emirlerini tersinden okuyan devşirme Türkler
Maskeli Olimpos Tanrıların Türkiye‘ye seslenmelerinden sonra konuşma hakkı verilen en milliyetçi, en ırkçı Milliyetçi Hareket Partisi Başkanı Devlet Bahçeli de, 22 Ekim 2024 tarihinde TBMM Grup toplantısında, Öcalan’a „Umut Hakkı“ tanıyacaklarını Türk üslubuyla şöyle açıklamak zorunda kalmıştı:
“Terörist başının tecriti kaldırılsa, gelsin TBMM’de DEM Parti grubunda konuşsun. Terörün tamamen bittiğini, örgütün lağvedildiğini haykırsın. Bu dirayet ve kararlılığı gösterse, ‘Umut Hakkı’nın kullanımıyla ilgili yasal düzenlemenin yapılması ve bundan yararlanmasının önü de ardına kadar açılsın.“
Olimpos Tanrıları, 15 Şubat 1999’da Öcalan’ı uluslararası büyük bir komplo ile kanunsuzca, CIA, M15 ve MOSAD‘ın yardımlarıyla Kenya’da tutuklayıp Ortadoğu’nun jandarması olan Türkiye’ye teslim ettiklerinde, „Biz size Öcalan’ı teslim edeceğiz. Onu idam etmeyeceksiniz. Yasalarınızı değiştirin. İdamı çıkarın yasalarınızdan,“ demişlerdi.
Bu, uygarlık güçlerin gizli emirlerini kamuoyu önünde es geçme görüntüleri vermeye çalışan Türkiye, büyük bir show gösterisi yaparak, Şeyh Said’in idam edildiği 29 Haziran (1925) gününe denk getirecek şekilde önce Öcalan’a idam kararı verdiklerini açıkladılar. Burda, “ben sizin önderlerinizi hep böyle idam edeceğim ve sizi de yok edeceğim,” diye Kürtlere bir tarihi mesaj veriliyordu. Bir de idam kararıyla Türk-İslam-Sentezi ideolojileriyle beyinleri yıkanmış vicdanları teslim alınmış ırkçı devşirme Türklerin şovenist duygularını bir iyice poh pohlayıp heyecanlandırdılar. Bir iyice şişirdiler. Ahını indirdiler. Sonra, para karşılığında ABD ve İngiltere’ye çalışan bu devşirme Türkler, uygarlık güçlerin emirleri doğrultusunda Öcalan için yasalarından idam kararını çıkararak, idam kararını ağırlaştırmış müebbet hapis cezasına çevirdiler. Bu karar değişikliğini Amerikalılar tarafından yetiştirilen bir Türk subayı şöyle açıklıyordu: “Bir kez değil, her gün öldürmek için bu kararı aldık,“ diye gerçeği örtbas ediyordu.
Öcalan CIA ve MOSSAD istihbarat örgütleri tarafından tutuklanıp gardiyanları Türkiye’ye teslim edildiğinde dönemin Başbakanı Ecevit, “Bunlar Öcalan’ı bize neden verdiler, anlayamadık.“ diye şaşkınlığını gizleyememişti. İşte Öcalan’ın da sırası gelmişti.
Şimdi sıra Olimpos Tanrılarından gardiyanlara Ekim 2024’de verdiği şu emirlere geldi:
“Nasıl ki Nelson Mandela 27 yıl sonra cezaevinden çıktıysa, Öcalan da 27 yıl sonra cezaevinde çıkacak. Öcalan için infaz yasalarınızda değişiklik yapın, onu bir yıl içinde serbest bırakın!“
İşte Devlet Bahçeli’yi harekete geçiren Olimpos Tanrılarının bu emirleriydi.
Türkiye bu yüzden sıkışmış bir durumda, bir yıl içinde en geç Eylül ayına kadar infaz yasalarında değişiklik yapmak zorundadır. Çünkü Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne imza atmış taraf bir ülkedir. “Ben bu Sözleşmeye uyuyorum,” diye yükümlülük üstlenmiştir. Baskı altında tuttuğu kendi vatandaşlarına cezaevlerini göstererek, “ben yasalara, mahkeme kararlarına, sözleşmelere uymam” diyebilir; ama Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne bunu söyleme lüksüne sahip değildir. Uzun vadede, “üç bin yıl önce bile devletler kendi vatandaşları ve başka ülkelerle yaptıkları antlaşmalara, sözleşmelere uyuyorlardı, sen nasıl uymazsın,” diyerek Arap ülkeleri gibi gırtlağına sarılırlar, ne uğradığını şaşırır. Bu yüzden Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uy!” diye verdiği emirlere bakılırsa, Türkiye en geç 15 Şubat 2026 tarihine kadar sayın Abdullah Öcalan’ı bırakmak zorundadır. Sadece o değil, ya Kürt sorununu demokratik yollardan çözecek ya da Irak ve Suriye gibi çözülmek zorunda kalacaktır! Daha kötü bir kaos ortamına sürüklenecektir.
Ama gelin görün ki, Türkiye’nin o açık cezaevi sınırlarını içine hapsedilip kapatılmış, Türk-İslam-Sentezi ideolojileriyle zehirlenmiş, devlet-iktidar yanlısı, yani Türk olmadığı halde Türk egemenlik sisteminde kendisini Türk hisseden, savaşa endesklenmiş, başka halklara, başka inançlara düşman edilmiş ırkçı-şoven insanların kaygılanması, kuşkulanması, gündemi doğru okumamasından daha doğal bir şey olabilir mi?
Uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin resmi ideoloji olan Türk-İslam-Sentezi’nden etkilenmemiş gerçek Türkler, yerli ve göçmen halklar zaten her zaman barış içinde bir arada demokratik bir toplumda yaşamak istiyorlardı. Öcalan’ın, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı“ onların can suyudur. Çünkü iktidarın ırkçı-şoven siyasetine bulaşmamış, bütün Anadolu ve Kürdistan halkların birbirleriyle hiçbir sorunları, problemleri yoktur. Sorunsuz bir arada yaşayıp gidiyorlardı. Sorun, halkları çeşitli inanç ve siyasi ideolojilerle birbirlerine düşman edip savaşları çıkarıp para kazanmak isteyen küresel uygarlık güçleriydi. Benim araştırmalarıma göre, gerçek Türkler Türkiye’de azınlıktadır. 4,5 milyon göçmen Arnavutlardan daha azdırlar. Zaman zaman kendime, “keşke gerçek Türkler bizi yönetseydi; onların yerli halklara hiçbir düşmanlığı olmazdı,” diye sorduğum olmuştur. Maalesef bin yıldan beri bizi yönetenler devşirme Türklerdir. Türkiye’nin en azılı ırkçı Türk milliyetçiliğini yapanlar Türklük pazarında otlayan devşirme Türklerdir; kendi kültüründen, dilinden, insanlığından koparılmış yerli devşirmeler, Balkan ve Kafkas göçmenleridir.
2010’de Doğu Türkistan Cumhuriyeti’nden bir profesör, Berlin Teknik Üniversitesi’nde düzenlenen panelde konuşma yapmak için Berlin’e gelmişti. Sunum konuşmasından sonra Türkistan Cumhuriyeti’nde üniversitede çalışan o profesör ile Türkiye’deki devşirme Türkler hakkında biraz konuştum.
Bana döndü dedi ki, “Gerçek Türkler biziz. Biz Türkiye’deki Türkleri Türklerden saymıyoruz ki; onlar başka halklardan devşirilmiş, kendi kültürlerin uzaklaştırılmış devşirme, sahte Türklerdir.”
“Ben de aynı sizin gibi düşünüyorum,” dedim. Türkistan’dan gelen birisinin, devşirme Türkler hakkında benim gibi düşünmesi beni çok şaşırtmıştı
O akademisyen adam da şaşırmış olmalı ki, “Aynı konuda aynı fikirde olmamız çok ilginç,” dedi.
“Hakikatin yolu birdir,” dedim. O gülümseyerek ‘evet’ anlamında kafasını salladı.
İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya, Haluk Gerger, Sırrı Süreyya Önder, Hasan Bildirici, Ertuğrul Kürkçü, Sezai Temelli gibi yüzlerce gerçek Türk aydınları, yazarları, akademisyenleri her zaman uygarlık güçlerine çalışan “uygarlık yıkıcı Türk egemenlik sistemin” ayrımcılığına, haksızlığına, katliam ve soykırımlarına uğrayan mazlum yerli halkların mücadelesi yanında yer almışlardır. Her birisi Sırrı Süreyya Önder gibi Türk olduğu kadar bir Ermenidir, bir Rumdur, bir Süryanidir, bir Kürttür. Her biri gerçek birer Baba İshak’tır!..
İşte ne olduysa, İngilizlerin dünya ülkelerinin sınırlarını Rusya ile paylaşamadığı o yüzyıllardır süren “Büyük Oyun” ile Ortadoğu (Kürdistan) toprakları altındaki petrollere gözünü diken Rothschild Hanedanı ve İngiliz Kraliyet Ailesi’nin 1870’lerden sonra Selanik’te Avrupa merkezci Türk milliyetçiliği ile yetiştirip, önce 1908’de Jön Türk devrimiyle Osmanlı padişahın iktidarına ortak ettikleri, bir yıl sonra da, tıpkı 15 Temmuz 2016 Darbe Girişimi gibi, İngilizlerin senaryosunu yazdığı 31 Mart 1909’taki Darbe Girişimi ile iktidara taşıdıkları ve hiçbirisinin Türk olmadığı İttihat Terakkicilerin (Beyaz Türklerin) toplumu yukardan aşağıya doğru Türk milliyetçiliğiyle yetiştirip homojen bir toplum yaratmalarıyla başladı. O gün bugündür uygarlık güçlerin elinde daha beter bir oyuncak durumuna düşen ve genleriyle oynanmış vekalet savaşçıları ordusuna dönüşen devşirme Türkler bu coğrafyayı bir halklar mezarlığına çevirdiler.
Enver ve Talat Paşalar Osmanlı’yı İngiltere’ye sattılar
Birinci Dünya Savaşı’nda İttihatçılar yerli halk Ermenileri, Pontus Rumları, Süryanileri soykırımdan geçirip insanlık suçu işlediler. Bolşeviklerin 1917 Ekim Devrimi‘nden bir yıl sonra, savaş henüz sona ermeden İngiliz dışişleri bakanı LIoyd George’nin silah tüccarı Zaharoff aracılığıyla İsviçre’de Enver ve Talat Paşa’ya Osmanlı ordusunu Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi cephesinden çekmeleri karşılığında 10 milyon dolar, Filistin cephesinden çekmeleri karşılığında 2 milyon dolar veriyorlar. Silah tüccarı Zaharoff, „Enver son anda tereddüde düşer. Rüşvetteki payının büyük bölümünü, beş milyon Fransız frankını Zaharroff‘un Pariste’teki hesabına havale edecektir. Zaharoff Parise döndüğü zaman, havalenin gerçekleştiğini belirler.“[23] diye iddia edilse de, kapalı kapılar arkasında yapılan anlaşmaya göre, Enver’in korkusunu gidermek için „paranın büyük bölümünün geri gönderildiği“ bilinçli bir şekilde kayıtlara geçirilmiştir. Bu da antlaşmanın bir maddesi olsa gerek. Çünkü pratikte bu plan sonuna kadar işlenmiştir. İttihatçılar, M. Kemal gibi Filistin cephesinden, Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi cephesinden orduları geri çekerek 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Anlaşması ile Osmanlı’ya yenilgisini imzalatmışlar. Ülkeyi İngilizlere satarak ve yerli halklara soykırım yaparak insanlık suçu işlemiş olan İttihatçıların Enver ve Talat Paşa gibi önderleri yurtdışına kaçınca ve İttihatçılar savaş ve insanlık suçu işlediklerinden dolayı suçlu bulununca, bu kez bir anda İttihatçı olduğunu inkâr eden İttihat Terakkicilerin geride kalanlardan biri olan ve İngilizlerle birlikte çalışan M. Kemal’a liderlik pozisyonu verildi. İstanbul Hükümetini Ankara’ya taşıyarak Osmanlı mirasını iktidarı ile birlikte ona teslim ettiler. Enver ve Talat Paşa‘nın sülalelerine yetecek kadar parayla yurtdışına kaçarken, “Bundan sonra Mustafa Kemal’in emrindesiniz” diyerek geri kalanlara talimat vermiştir. Çoktan beri hazırlığını yaptıkları ve daha önce, 13 Temmuz 1818‘de padişahın onursal yaveri yaptıkları İttihatçı İngiliz ajanı Mustafa Kemal’a, İttihatçıların yarıda bıraktıkları Kürt soykırımları plan ve projelerin pratiğe uygulama görevi verildi.
„Mustafa Kemal‘in askerleriyiz“ diyen devşirme Türkler, gerçekten kimin askerleri olduğunu öğrenmek isterler mi? M. Kemal bir İngiliz ajanı ve onların Anadolu'daki valisi olduğuna göre, siz olsa olsa İngiliz askerleri olursunuz. Aubrey Herbert’in yakın arkadaşı İngiliz ajan Mustafa Kemal’in Anadolu ve Kürdistan halklarını kandırıp aldatan 20. Yüzyılın en büyük yalancı diktatörü ve dolandırıcısı olduğunu bilince çıkarmadan, İttihatçıların yüzyıldır yerli halklara yaptıkları katliam ve soykırımlarla yüzleşmek mümkün değildir. Devşirme Türkler, eğer gerçekten kimin askerleri olduğunu öğrenmek istiyorlarsa; İngiliz, Yunan, Arap ve Yahudi kaynaklarına bir baksınlar. En azında Mehmet Hasan Bulut’un, „İngiliz Derviş, Yeni Türkiye’nin Doğusu ve Aubrey Herbert“ ve Jonathan Schneer’in, „Balfour Deklarasyonu“ araştırma kitaplarını okusunlar.
Nasıl ihanet bir kişiliğe sahip olduğunu görecekler! Rothschild’lerin Avrupa’daki hastanesinde tedavi olup Ağustos 1918’de İstanbul’a dönen M. Kemal, huzuruna çıktığı Sultan tarafından Filistin‘deki 7.Ordu kumandanlığına tayin ediliyor. „Ağustos ayı sonunda Halep’e giderek ordusunun başına geçti, fakat (İngilizlerin plan ve projeleri çerçevesinde. A.R.) harbi bitirmeye artık kesin karalıydı. Bu kararını tatbikâta koymak için, Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal’la birlikte İttihatçı arkadaşlarına karşı savaşan casus Lawrence ile görüştü. Lawrence ile 1918 yılın başında, Rusya’da iktidarı ele geçiren Bolşevikler Almanya ve Türkiye ile barış görüşmeleri yaparken de görüşmüştü. Ona, ’Pan-Türkizm peşinde koşan İttihatçı partinin içinde güçlü bir pozisyon elde ettiğini ve onları istediği gibi yönlendirebildiğini, Doğu’daki Türkçü arzulara en kısa zamanda mâni olunması gerektiğini, Almanların bu savaşı kesinlikle kaybedeceğini’ söylemişti.
Görüşmeden sonra M. Kemal, Ali Fethi’nin Aubrey’in Pixton Parta’taki evinde 1913’de beraber yemek yediği, İngiliz ordularının başındaki General Allenby’nin saldırısı üzerine ordularını geri çekti. İngiliz ordusu açılan boşluktan girip, sağ ve sol cenahtaki diğer Türk ordularını arkadan sardı. Mustafa Kemal, Lawrence ile 27 Eylül gecesi tekrar görüştü. Ona, ’Genç Araplarla, yani Emir Faysal’ın adamlarıyla anlaştığını, Türklerin başka milletlere ait toprakları terk etmesi ve Anadolu’ya odaklanması gerektiğini’ söyledi. Orduyu bu yüzden geri çekiyordu.”[24]
M. Kemal, 4. ve 8. Orduya haber vermeden Filistin cephesinden ordularını çekiyor. Halep’e kadar kaçıyor ve Halep şehrini de savaşmadan İngilizlere teslim ediyordu. Cephelerden orduları çekme karşılığında İngilizler’den 12 milyon dolar alıp ülkeyi satan Enver Paşa, yurtdışına kaçmadan bir hafta önce güya M. Kemal’in ’Filistin cephesinden savaşmadan orduları geri çektiği için ihanet ettiği ve görüldüğü yerde vurulsun” emri çıkartmıştı. Oysa plandan Enver ve Talat Paşa’nın da haberi vardı. İngilizler, Rothschild’lerle birlikte yetiştirdikleri gizli ajanlarının birileri tarafından öldürülebileceği korkusuyla, “Anzak askerlerinin kumandanı General Chauvel, kendisine asker gönderip teslim olmasını istedi. Mustafa Kemal gülerek, ’Söyle Chauvel’e kendisi gelsin alsın’ dedi. Fakat birkaç gün sonra gelip, General Henry John Milne Macandrew’a kendisi (26 Ekim’de) teslim oldu. Bunun ardından Aubrey Herbert’in Türklere emanet ettiği General Townshend, Aubrey’in arzusu üzerine İstanbul’da mütareke görüşmelerine başladı ve Türkiye, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesini imzalayarak harpten çekildi.
İşgal ardından (İngilizler’den) gelen emir üzerine General macandrew, Mustafa Kemal’i serbest bıraktı ve onu lüks bir araya bindirip tren istasyonuna uğurladı. Trenle Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, Adana’da kısa bir mola verdikten sonra (Başka bir gün değil, tam İngilizlerin İstanbul’u işgal ettikleri gün. A.R.) 13 Kasım’da işgal altındaki İstanbul’a döndü. Mütarekenin imzalamasından iki hafta sonra İstanbul’a doğru ilerleyen İngiliz filosu, 12 Kasım 1918’de, yani Çanakkale Harbi’nden sadece üç yıl sonra Çanakkale Boğazı’na girmiş ve İstanbul’u işgal etmişti. M. Kemal annesinin Akaretler’de evi olmasına rağmen, İngilizlerin kontrolü altındaki mıntıkada kalan ve casusların cirit attığı Pera Palas’a yerleşti.
M. Kemal, ertesi gün (14 Kasım 1918) günü otelde Daily Mail gazetesinin muhabiri ve Aubrey’in arkadaşı George Ward Price ile buluştu. (İngilizlere gazeteci George Ward Price üzerinden mesajını şöyle çekiyor. A.R.) George’a, “Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışmak gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin mevcut olup olamayacağını bilmek isterim?” dedi ve kendisini Karadeniz Ordusu’nun başındaki Korgeneral Harington ile görüştürmesini istedi.”[25]
Hatırlayın, R. T. Erdoğan da 1995’de kendisini Türkiye’de iktidara getirecek olan küresel güçlere bağlı çalışacağına dair şöyle mesajlar vermişti:
”Eğer benim emir komuta merkezim bana, ’papaz elbisesi giyeceksin’ diyorsa, papaz elbisesini giyer, bu şekilde gider görevimi yaparım.“ diyordu. Uygarlığın merkezine gönderilen mesajlar nasıl da birbirine benziyordu.
Erdoğan altı yıl sonra iktidara geldiğinde gene kendisi, „Ben, Büyük Ortadoğu Projesinin ikinci eş başkanıyım.“ diye itirafta bulunmuştu. Ama ne Erdoğan, ne de M. Kemal dış güçlere çalıştıklarını hiçbir zaman dile getirmediler. İnkâr ettiler. M. Kemal İttihatçı olmasına rağmen, İttihatçıların yarıda bıraktığı katliam ve soykırımlarını devam ettirmek için İttihatçı olmadığını İnkâr etti. Anılarında Daily Mail gazetesi muhabiri George Ward Price’ye verdiği yukardaki demecinden, İngiliz ajanlığından ve İngiliz ajanı Aubrey Herbert ile birlikte çalıştığından hiç bahsetmedi.
Resmi tarih de, devletin meşruiyetini korumak ve İttihatçı zihniyetle oluşacak olan homojen devşirme toplumun hafızasını düzenlemek adına ‘yedi düvele karşı savaştık’, ‘antiemperyalist mücadele verdik,’ yalanları uyduruldu. İngilizlerin cetvelle çizdiği Misâki Milli sınırların içinde, İstanbul hükümetini Ankara’ya taşıyıp İngiliz valisi olacak olan M. Kemal’a Osmanlı mirasının teslim edilme sürecinde, sadece bir süreliğine (1919-1923, Lozan’a kadar) Anadolu’ya askerlerini konumlandırdığı, ama dünya kamuoyuna da ‘toprakları emperyalistler tarafından işgal edilmiş’ gibi gösterilen ülkenin yöneticilerinin emperyalistlerle iş birliği içindeyken, “emperyalizme karşı savaştık, yedi düvele karşı savaştık,” diye büyük yalanlar uydurmaları dünyada bir ilkti! Resmi tarihin bu yalanları ve yerli halklara yaptıkları soykırımlarla yüzleşmemiş olması yüzünden ülke hâlâ aynı sorunlarla depreşip durmaktadır.
Enver ve Talat Paşa plan gereği, İngilizler daha İstanbul’a gelmeden yurtdışına kaçmışlardı. İttihatçılar kendilerine yeni bir lider seçmek için “Galata’daki Selanik Bankası şubesinde gizlice toplandılar. Rothschild’lerin ortağı olan Allatini ailesine ait Selanik Bankası, 1908 ve 1910’da Fransız, Avusturya ve Osmanlı Bankası’nın iştirakiyle iyice büyümüş ve bankanın merkezi Selanik’ten İstanbul’a taşınmıştı. İttihat ve Terakki Komitesi, Meşrûtiyet’ten sonra da mühim kararları almak için çoğu zaman Selanik Bankası’nın bu şubesinde toplanırdı. Toplantıda Anadolu Hareketin lideri olarak Mustafa Kemal seçildi.”[26]
Talat Paşa, yurdışına kaçarken, “Bundan sonra Mustafa Kemal’in emrindesiniz.” diye talimat vermişti. İttihatçılar o emri yerine getirdiler.
Bundan sonrasını özetleyerek geçelim.
İngilizler, suçlu İttihat Terakkicilerin yeni liderine İstanbul’da 6 ay boyunca askeri brifing verdiler. İngilizler, Osmanlı’nın mirasını kendi adamları Mustafa Kemal’a devredeceklerdi. Plan ve proje ona göre ayarlanmıştı.
İngilizlerin emirleri doğrultusunda Vahdettin Padişah -güya Karadeniz bölgesine ordu müfettişliği göreviyle atadığı- onursal yaveri M. Kemal’a şunları söylemiştir:
“Doğu ülkelerinin temiz ve saltanata bağlı saf halkını aleyhimize kışkırtan bu komitacıların en hızlı bir biçimde ve çok kısa bir zamanda ortadan kaldırılmaları çarelerine yönelmenizi sizden istemekteyiz. Allah korusun, bu kışkırtmalar ve karışıklık devam ederse Anlaşma Devletlerinin bundan yararlanarak ve henüz işgal edilmemiş bu yöreye asker göndermeleri gerçekleşebilir. O zaman ülkemizin en kudretli bir bölgesi (Kürdistan) de elimizden çıkmış olur. Büyük devletlerin bu alanda kurmak istedikleri Ermeni ve Kürt devletlerinin kurulmasına yol açılmış olur. Buna meydan vermemenizi sizden bekliyorum.”[27]
Mustafa Kemal’in yanıtı şöyle olmuştur:
“Bu bölgede kurulma olasılığı bulunan Ermenistan ve Kürdistan’ın kurulmasına neden ve bahane sayılacak en küçük bir durumu meydan vermeyeceğim. Bunu size arz etmeyi görev bilirim.”[28]
Sonra padişahın emri ve İngilizlerin onayıyla 35 İttihatçı arkadaşıyla birlikte bir vapura bindirip, Samsun üzerinden Kürtleri kandırıp aldatmak için Kürdistan’a gönderdiler. Samsun’a iki gemi dolu silahla gönderdiler. M. Kemal Samsun’a varır varmaz İngiliz subaylarıyla bir toplantı yapmıştı. Samsun’dan Havza’ya geçmişti. Silahların bir kısmını Havza’da verdiği Topal Osman’a, M. Kemal şöyle diyordu:
“Osman Ağa, İstanbul Hükümeti’nden aksine emir gelmiş olsa bile, sen gene Pontuscular’la sonuna kadar mücadeleye devam edeceksin ve bunları ortadan kaldırmaya devam edeceksin, sakın ha işine ara verme, aksine hız ver!..”[29]
Oysa M. Kemal’in görünüşteki resmi görevi, Topal Osman gibi parayla İttihatçılara çalışan devşirme Türk çetelerin Karadeniz bölgesinde Pontus Rumlar’a yapılan katliamların önüne geçmekti. O, söylediğinin tam tersini yaparak yerli halkları kandırıyordu. Onlara İttihatçı çeteler eliyle katliamlar yapıyordu. Oradan Amasya gidiyor. Amasya’da gene İngiliz subaylarıyla toplantı yapıyor. Oradan Sivas’a, Sivas’dan Erzurum’a geçiyor. İngiliz Albay Alfred Rawlinson, M. Kemal’den önce Erzurum’a gelmişti. Erzurum Kongresi başlamadan önce M. Kemal, Albay Alfred Rawlinson ile uzun uzun konuşuyor. Fikir alışverişinde bulunuyor. İngilizlerle görüşürken, onlara nasıl yarayacağını, nasıl çalışacağını, Kürtleri nasıl kandıracağını söylerken; Kürtlere de, “İngiliz ve Fransız emperyalizmine karşı birlikte savaşmaları gerektiğini, bu ülkeyi birlikte kurtaracaklarını, kurtaracakları ülkenin hem Türklerin, hem Kürtlerin ortak vatanı olacağını, Kürtlere muhtarlığın (özerkliğin) verileceğini” söylüyordu. Kürtlere özerklik verileceğini Erzurum ve Sivas Kongrelerinde dile getirdiler. Amasya protokolüne yazdırdılar. 1921 Anayasası’na Kürtlerin özerk yaşama hakkı (kendi dilinde, örf ve adetlerinde eğitim ve öğretim hakkı) olduğunu yazdılar. Ve Kürtlerin gücünü arkasına aldıktan sonra, 1923’te Lozan’da İngilizler, İttihatçıların yeni lideri Mustafa Kemal’a uluslararası devlet güvencesi verdikten sonra, tıpkı 28 Şubat 2015’de Dolmabahçe mutabakatı açıklandıktan sonra, Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’ın, “Dolmabahçe mutabakatı’nı kabul etmiyorum. Kürt mürt yok. Kürt diye bir sorunumuz yok.” diyerek gene savaşı başladıysa, İngilizlerin oyunlarını pratiğe uygulayan Mustafa Kemal da bir gecede, “Kürt diye bir halk yok. Bu ülkede sadece Türkler yaşıyor,” diyerek Kürtlere karşı yüz yıllık inkâr ve imha siyasetini başlattı.
Rothschild ve İngiltere Kraliçe Ailesinin 1870’lerden sonra Selanik’te Avrupa merkezci milliyetçilikle yetiştirip, Osmanlı mirasını devrettikleri Kemalist İttihatçılar da yüz yıldır, insanı haklarını gasp edip inkâr ve imha siyasetini dayattıkları kadim Kürtlere karşı sürekli katliam ve soykırım politikasını uyguluyor. Beyni ırkçılıkla zehirlenmiş, iyi düşünemeyen devlet, ülkenin bütün kaynaklarını insani haklarını elinden aldığı Kürtlere karşı yürüttüğü savaşa harcıyordu. Batı ülkelerinde sürekli savaş silahları alarak bu savaşı yürütmek zorunda kalıyordu. Dolayısıyla ekonomisi de hiçbir zaman düzelmeyecekti. Sürekli Batı ülkelerine bağımlı ve onların Ortadoğu ileri karakolu görevini görmekten öteye geçmeyecekti.
Zaten İngilizlerin oyunu da bu ya! Halkları her yerde birbirlerine düşman ederek çıkardıkları savaşlara silah satarak, o ülkeleri kendilerine bağımlı hale getiriyor. Yeraltı ve yerüstü zenginliklerini sömürüyorlardı.
Mustafa Kemal, İngilizlerin siyasetine uymayıp Kürtlerin doğal insani haklarını gasp etmeseydi, Kürtlere yüz yıldır uygulanan bu katliam ve soykırımların hiçbirisi olmayacaktı. Türkiye yüz yıl boyunca sürekli yerli halklarla savaş halinde olmayacaktı. Ülkenin bütün kaynaklarını Kürtleri Türkleştirmek, katliam ve soykırımlar yapmak için harcanmayacaktı. Türkiye ekonomisi şimdi bambaşka bir düzeyde olmuş olurdu. Bu yüzden İttihatçıların, Kemalistlerin ve sahte cumhuriyetin son yüzyıldan beri Türkleştirdiği 45-50 milyona yakın devşirme Türkün bu tarihi gerçeklerle yüzleşmeleri gerekir!
İngiliz gazetecisi Ward Price’nin “Mustafa Kemal İngiliz valisi olmak istiyordu!” gerçeğiyle yüzleşin! Her iktidara gelen devşirme Türk, bir İngiliz valisi gibi Türkiye’yi yönetiyor. M. Kemal’dan Erdoğan’a kadar bu ülkede İngiltere Kraliyet Ailesi’nden yeşil ışık almadan neden hükümetin kurulmayacağıyla yüzleşin!..
İşte bu düğümü çözecek tek kişi Abdullah Öcalan’dır. Onun önerdiği, “Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı”dır.
Abdullah Öcalan‘nın özgürlüğü için Avrupa Konseyi’ne gönderilen mektup
10 Ekim 2023 tarihinde başlatılan „Öcalan’a Özgürlük, Kürt Sorununa Siyasi Çözüm“ kampanyası dünya çapında büyüyerek devam ederken; İngiltere, İtalyan‘dan 50’den fazla şahsiyet ve kurum ve dünyanın farklı ülkelerinden parlamenterler, akademisyenler, hukukçular, yazarlar, insan hakları aktivistleri, sendikacılar, savaş karşıtları, iş insanları ve Lordlar Kamarasının 66 üyeleri, 69 Nobel ödüllü insan Abdullah Öcalan‘ın fiziki özgürlüğünün sağlanması için yazdıkları mektupta; Abdullah Öcalan‘ın lehindeki 2014 tarihli AİHM Kararı ve Bakanlar Komitesinin 17-19 Eylül 2024 tarihli toplantı kararı Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Başkanı Xavier Bettel‘e şöyle hatırlattılar:
„Öcalan, 15 Şubat 1999’dan beri ağır tecrit altında tutuluyor. 15 Şubat 2025 tarihinde Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın kaçırılışının 26. yıl dönümü olacak. O zamandan beri Türkiye’nin İmralı Adası’ndaki hapishanede tutuluyor. Ailesi ve avukatları tarafından yapılan ziyaretler tamamen Türk hükümetlerinin keyfi politikasına bağlı gerçekleşti….
2014 yılında AİHM, Sayın Öcalan’ın şartlı tahliye olasılığını ortadan kaldıran ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni ihlal ettiğine karar verdi. Mahkeme, Türkiye’nin yasalarını, mahkumların Umut Hakkı olarak bilinen nihai tahliye potansiyelinden haberdar olmalarını sağlayacak şekilde değiştirmesini tavsiye etti. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 17-19 Eylül tarihleri arasında yaptığı toplantıda Türkiye’ye bir kez daha AİHS 2014 kuralına uyum için acil adımlar atması yönünde baskı yaptı. Komite, 20 Eylül’e kadar ilerleme kaydedilmemesi halinde bir ara karar taslağı hazırlamayı değerlendireceği uyarısında bulundu.
10 Ekim 2023’ten bu yana Kürdistan’da ve dünyanın dört bir yanında milyonlarca insan Sayın Öcalan’ın durumuna dikkat çekmek ve dünyanın dikkatini barışa giden yola çekmek için ‘Abdullah Öcalan’a Özgürlük – Kürt Sorununa Siyasi Çözüm’ kampanyasına katıldı. Sayın Öcalan’ın Türk-Kürt çatışması açısından taşıdığı siyasi önem göz ardı edilemez ve Türk ordusunun Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’taki bölgelere saldırması, buraları istila ve işgal etmesi nedeniyle artık Türkiye’nin sınırlarının ötesine taşan Türk-Kürt çatışmasının çözümü Ortadoğu’ya da barış getirebilir.
69 Nobel ödüllünün yanı sıra, dünya çapında 1.500 avukat, sendikalar, sosyal hareketler, siyasi partiler, seçilmiş yetkililer, sanatçılar, aydınlar, aktivistler ve milyonlarca Kürt ve destekçileri gibi farklı kesimlerden insanlar da Sayın Öcalan’ın tecridine son verilmesi ve serbest bırakılması için Avrupa Konseyi’ne ve Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’na çağrıda bulundu. Ayrıca, serbest bırakılması için çalışmak üzere çok sayıda uluslararası ağ kuruldu ve bu çabalar bugün de devam ediyor.“
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Başkanı Xavier Bettel’e gönderilen mektubun devamında şunlar belirtilerek, sayfalar dolusu isim listesi ekleniyordu:
„Avrupa Konseyi ve küresel siyasi ve sivil toplum örgütlerinin baskısı nedeniyle DEM partisinin (Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi) siyasi heyetlerinin, Sayın Öcalan’ı hapishanede ziyaret etmelerine artık seçici olarak izin verilmesi olumlu bir gelişme olabilir. Ancak Sayın Öcalan halen çeşitli yasalar ve insan hakları sözleşmeleri ihlal edilerek tutulan siyasi bir mahkumdur. Süregelen durum, Türk liderliğinin ve hükümetinin barışa ne kadar az inandığını göstermektedir; Nelson Mandela’nın “sadece özgür bir insan müzakere edebilir” sözü de bu bağlamda geçerlidir. Artık bakanlar komitesinin, son gelişmeler ışığında, bu meselenin nihai çözümüne yönelik proaktif bir tutum sergilemesinin zamanı geldi. Sayın Öcalan, eşit olmayan koşullara rağmen barışçıl bir çözüm için istekli olduğunu ifade etmiştir. Kürt lider Abdullah Öcalan’ın avukatları ve ailesiyle görüşmesine izin verilmeli ve nihayetinde, Türkiye’nin onlarca yıllık Kürt sorununa adil ve demokratik bir siyasi çözüm bulunmasında rol oynamasına imkan tanıyacak koşullar altında serbest bırakılmalıdır.
Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümü için Sayın Öcalan’ın serbest bırakılmasına yönelik somut hukuki, diplomatik ve siyasi adımların atılması artık Bakanlar Komitesi’nin görevidir.“ denilerek Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne kanunlara uyun ve görevinizi yapın hatırlatılması yapıldı.
Berlin 03.05.2025
Azad Roni
Kaynaklar:
[1]. AKP’nin kuruluş çalışmalarına katılan ve daha sonra Merkez Partisi Genel Başkanı olan Abdurrahim Karslı. Karslı’nın katıldığı +1 TV’ye verdiği röportajda, “Abdurrahman Dilipak’ın, ‘AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu, kuruluşuna destek veren küresel güçlerin üç şeyi talep ettiğini’ söyledi. ’Dilipak, AK Parti bir proje partisidir’ dedi. Ne projesi diye sordular? ’Bir tarihte, 1990 yılların başından itibaren küresel güçler, emperyalist güçler; bunun içinde İngiltere, Amerika, İsrail’den heyetler gelip gitmeye başladı. Bizimle de görüştüler. Niye gelip gidiyorlardı? Dediler ki, ’biz bundan sonra Türkiye’de siyasal İslamcılarla birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen trend siyasal İslam’dır. Çünkü Erbakan hoca ve ekibi gittikçe yükselen trende puanlar almaya başladılar. Biz sizinle çalışmak istiyoruz. Aramızda bir antlaşma yapalım.’ Erbakan Hoca’ya bu antlaşmayı teklif etmişler, ama o kabul etmemiş.” diyordu. (1. Kaynak: www. youtube.com/ Abdurrahman Dilipak ağzından kaçırdı, AKP bir ABD Projesidir. İkinci Kaynak: Merdan Yanardağ, Bir ABD Projesi olarak AKP, Operasyon Partisi, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul 2016)
İngiltere, Amerika ve İsrail’den Türkiye gelip giden heyetler dedikleri bütün ulus-devletlere danışmanlık yapan 300’ler Komitesi’nin heyetleridir. Önce Refah Partisi Genel Başkanı Erbakan ve partinin üst düzey kadrolarıyla görüşüyorlar. Bu toplantılara ılımlı İslam projesinde bize yardımcı ol diye İslamcı yazar-gazeteci Abdurrahim Dilipak ve Ali Bulaç da çağrılıyor.
Heyetlerin, Refah Partisi’nin üst düzey kadrolarıyla 1995’de yaptıkları son toplantıda sıralanan şartlardan bazıları kısaca şöyleydi:
“Biz bundan sonra Türkiye’de siyasal İslamcılarla birlikte çalışmak istiyoruz. Çünkü yükselen trend siyasal İslam’dır. Biz sizinle birlikte çalışmak istiyoruz. Aramızda bir antlaşma yapalım:
1.) Biz, sizi tek başına iktidara taşıyalım.
2.) Size iktidarda sıkıntı çıkaran ve engel olacak olan partileri opere edelim.
3.) Size gerekli finansal destekleri getirelim.
Sizden de istediğimiz şunlar:
1.) İsrail’in güvenliğini arttıracaksınız, önündeki (cihatçı intihar bomba tehdit A.R.) engelleri kaldıracaksınız.
2.) Büyük Ortadoğu Projesi’nin pratikteki uygulamasında, yani sınırların değişmesinde bize yardımcı olacaksınız.
3. İslamın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.”
Amerikalılar, ikna edebilselerdi söz konusu projeyi Erbakan’a uygulatmayı düşünüyorlardı. Fakat yüksek okul diploması olan ve İslam ideolojisine sahip olmasına rağman, “ben bu katliamları neden kendi halkıma yapayım?” diye azbiraz mantığına danışabilen Necmetin Erbakan, “Bu siyonizmin projesidir. Ben bu projeyi kabul etmem” deyip onların projelerini reddedince, bu “Ilımlı İslam projesi”ni aynı parti içinde çalışan Erdoğan ve Gül’e verdiler.
[2]. L. Cahun, Introduction a l’Histoire de l’Asie, Turcs et Mogols, des Origines a, Paris, 1896, s. 7-38
[3]. L. Cahun, Introduction a l’Histoire de l’Asie, Turcs et Mogols, des Origines a, Paris, 1896, s. 120-181
[4] Mustafa Kemal, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat Terakki arkadaşlarıyla birlikte, bu örgütün gizli istihbarat üyesi olarak Ermeni, Rum ve Süryani soykırımı yaparak savaş ve insanlık suçu işlemiştir. İttihat Terakki kadroların, savaş ve Ermeni soykırım suçlarıyla yargılandıkları İstanbul Harp Mahkemesi’ndeki dava 17 Nisan 1919 tarihinde başlamıştır. 61 kişinin yargılandıkları davada, rütbeleri alınan onlarca kişi kürek cezasına çarptırılmıştır. İttihat Terakki liderleri Talat Paşa, Enver Paşa, Cemal Paşa, Nazım Bey ile birlikte 17 kişi ve bu örgütün gizli İstihbaratı Teşkila-ı Mahsusa’nın şefi olan Mustafa Kemal’a gıyaben idam kararı verilmiştir.
İlginçtir, dünyayı yöneten gizli güçler, aynı yıl savaş ve insanlık suçu işlediğinden dolayı idama mahkum edilen bu adama, Anadolu ve Kürdistan halklarını kandırıp aldatma ve yapay Türklüğü Anadolu’ya yerleştirme görevini vermişlerdir! Soykırımcı faşist rejimin kurucu olan Mustafa Kemal, 1921’den 1938 yılına kadar Koçgiri, Bingöl-Amed, Ağrı-Zilan ve Dersim’de soykırımları, Semitik tüccarların tarihsel programları çerçevesinde planlayıp pratiğe uygulayan ve daha önce savaş ve Ermeni soykırımı yaptığından dolayı insanlık suçundan idama mahkum edilen bir kişidir.
Aynı uygarlık güçleri bugün Suriye’de El-Kaide, IŞİD ve El Nusra cihadist örgütlerinde çalıştığı zaman Ahmet al-Scharaa adıyla sivil halklara katliamlar yapan suçlu katil eski El-Kaide üyesi Muhammad al-Colani’yi kullanmak için iktidara getirerek, bu cihatçı katil diktatör eliyle Alevilere, Dürzilere ve Kürtlere katliamlar yapmayı planladılar. Batılılar diktatörlerini katillerden seçerek kullanıyorlar.
[5]. Mart 1928’de Tekin Alp’ın (Moiz Cohen) ‘Türkleştirme’ kitabı çıktı.
[6]. Mart 1928’de Türk Avram Galanti’nin “Vatandaş Türkçe Konuş!” kitabı çıktı.
[7]. O Tarihden sonra bütün askeri darbeler ve darbe girişimleri M16 tarafından planlandı, devşirme Türkler tarafından organize edilip pratiğe uygulanmıştır.
[8]. AKP’li Erdoğan da M16 tarafından planlanan 16 Temmuz 2016 Darbe Girişi’mini o güne kadar birlikte çalıştığı iktidarı birlikte paylaştıkları Fethullah Gülen Cemaatın üzerine atarak toplum üstündeki baskı mekanizmalarını daha da geliştirdiler.
[9] . Lütfi Simavi, Sultan Mehmet Reşad Han’ın ve Halefinin Gördüklerim, s.1
[10]. Doğan Avcıoğlu, Türklerin Tarihi, Tekin Yayınları, cilt 1, İstanbul 1994, s.130,131
[11]. Kâşgarlı Mahmut, Divani Lugat-ı Türk
[12] V. Gordlevsky, Anadolu Selçuklu Devleti, Onur Yayınları, İstanbul 1988, s.110
[13] . Doğan Avcıoğlu, Türklerin tarihi, Tekin Yayınları, İstanbul 1994 cild 1, s.128
[14]. Doğan Avcıoğlu, Türklerin tarihi, Tekin Yayınları, İstanbul 1994 cild 1, s.125
[15]. Aktaran Pıtırım A. Sorokin, Bir bunalım çağında toplum felsefeleri, çeviren Mete Tunçay, Göçebe Yayınları, s.81
[16]. Aktkaran Pıtırım A. Sorokin, Bir bunalım çağında toplum felsefeleri, çeviren Mete Tunçay, Göçebe Yayınları, s.79-80
[17]. Ahmet Kahraman, Irkçı rejimin kıyıcılığı ve Kürtlerin direnci, Yeni Özgür Politika, 06.11.2018
[18]. Gordon Thomas, MOSSAD Gizli Tarihi 1, Koridor Yayınları, İstanbul 2012, s.446, 447
[19]. Seymour M. Hersh ‘Kırmızı Çizgi ve Fare Hattı‘
[20]. ag. makale
[21]. Ag. Makale.
[22]. “Tarihsel gerçeklerin ışığında ve belgelerle Türk düşmanlıkları kanıtlanmış olan Osmanoğulları, Orhan’dan başlayarak geçen 212 yıl içinde ve bundan böyle geçecek 410 yıl ki, toplam: 612 yıl boyunca, hiçbiri, bir Türk anadan doğmamış ve doğmayacaktı.” Bakınız: Ali Kemal Meram, Padişah Anaları ve 600 yıl bizi yöneten devşirmeler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul 1997.s. 178.
Ali Kemal Meram, “Padişah Anaları” kitabında Osmanlı devşirmeciliğini Hıristiyan kaynaklardan inceleyip araştırmış, onun bilincine varmış. Ama Osmanlının mirasını devralan İttihatçıların kurduğu Türkiye’nin Osmanlı devşirmeciliğini daha da derinleştirdiğinin farkında olmayan Kemalist bir devlet aydınıdır.
[23]. Bakınız: Jonathan Schneer, Balfour Deklarasyonu, Kırmızı Kedi Yayınları, İstanbul 2012, s. 373
[24]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.340, 341
[25]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.344-346
[26]. Mehmet Hasan Bulut, İngiliz Derviş, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul 2020, s.348
[27]. Hüsamettin Ertürk, İki Devrin perde Arkası, Sebil Yayınları, İstanbul 1996, s.313
[28]. Hüsamettin Ertürk, İki Devrin perde Arkası, Sebil Yayınları, İstanbul 1996, s.313
[29]. Hüsamettin Ertürk, İki Devrin perde Arkası, Sebil Yayınları, İstanbul 1996, s.319
Öcala‘nın
"Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı
PKK; tarihin en yoğun şiddet yüzyılı olan 20. asrı, iki dünya savaşı, reel-sosyalizm ve dünya genelinde yaşanan soğuk savaş ortamları, Kürt realitesinin inkarı, başta ifade olmak üzere özgürlükler konusunda yasaklardan kaynaklı oluşan zeminde doğmuştur.
Teori, program, strateji ve taktik olarak yüzyılın reel-sosyalist sistem gerçeğinin ağır etkisinde kalmıştır. 1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.
Kürt-Türk ilişkileri; 1000 yılı aşan tarihler boyunca Türkler ve Kürtler, varlıklarını sürdürmek ve hegemonik güçlere karşı ayakta kalmak için gönüllülük yönü ağır basan, hep bir ittifak içinde kalmayı zorunlu görmüşlerdir.
Kapitalist modernitenin son 200 yılı, bu ittifakı parçalamayı esas gaye edinmiştir. Etkilenen güçler, sınıf temelleriyle birlikte buna hizmeti esas bellemişlerdir. Cumhuriyetin tek tipçi yorumlarıyla birlikte bu süreç hızlanmıştır. Günümüzde çok kırılgan hâl alan tarihsel ilişkiyi, kardeşlik ruhu içinde inançları da göz ardı etmeden yeniden düzenlemek esas görevdir.
Demokratik toplum ihtiyacı kaçınılmazdır. Cumhuriyet tarihinin en uzun ve kapsamlı isyan ve şiddet hareketi olan PKK’nin; güç ve taban bulması, demokratik siyaset kanallarının kapalı olmasından kaynaklanmıştır.
Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.
Kimliklere saygı, kendilerini özgürce ifade edip, demokratik anlamda örgütlenmeleri, her kesimin kendilerine esas aldıkları sosyo-ekonomik ve siyasal yapılanmaları ancak demokratik toplum ve siyasal alanın mevcudiyetiyle mümkündür.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılı ancak demokrasiyle taçlandırıldığında kalıcı ve kardeşçe bir sürekliliğe sahip olabilecektir. Sistem arayışları ve gerçekleştirmeler için demokrasi dışı bir yol yoktur. Olamaz. Demokratik uzlaşma temel yöntemdir.
Barış ve demokratik toplum döneminin dili de gerçekliğe uygun geliştirilmek durumundadır.
Sayın Devlet Bahçeli'nin yaptığı çağrı, Sayın Cumhurbaşkanın ortaya koyduğu iradeyle diğer siyasi partilerin malum çağrıya dönük olumlu yaklaşımlarıyla oluşan bu iklimde silah bırakma çağrısında bulunuyor ve bu çağrının tarihi sorumluluğunu üstleniyorum.
Varlığı zorla sona erdirilmemiş her çağdaş cemiyet ve partinin gönüllü olarak yapacağı gibi devlet ve toplumla bütünleşme için kongrenizi toplayın ve karar alın; tüm gruplar silah bırakmalı ve PKK kendini feshetmelidir.
Ortak yaşama inanan ve çağrıma kulak veren tüm kesimlere selamlarımı iletirim.
25 Şubat 2025
Abdullah Öcalan"
Metnin kamuoyu ile paylaşılmasının ardından, kapanış konuşması yapan Sırrı Süreyya Önder, Sayın Öcalan'ın çağrıya ilişkin şu notunu paylaştı: “Bu perspektifi ortaya koyarken, şüphesiz ki pratikte silahların bırakılması ve PKK‘nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.“