BI KILMÎYE HEYATÊ DR. SIVANÎ Û LAWIKA MAYA EY ,Vate36, B. SÎLAN Dr.
Kemalizmin „Etno- Politika“ Danışmanı Prof. Hasan Reşit Tankut’u Tanır Mısınız?
1891- 1980 yılları arasında yaşayan Maraş- Elbistan doğumlu Prof. Hasan Reşit Tankut’ un ilginç bir yaşam serüveni var. Hassa subayı olan babasının görev yaptığı Şam’da koleradan ölmesi üzerine öksüz kalınca birkaç yıl süreyle Elbistan- Kalaycıklı Seydo Ağa adında bir Alevi Kürt tarafından korumaya alınıyor. Şam’da İdadi eğitimini 1909 yılında tamamladıktan sonra, daha sonra devletin sahiplenmesiyle önce Hukuk, ardından da Siyasal Bilgiler eğitimi yapıyor ve yurt dışına gönderiliyor.
Sivas- Hafik’te Maiyet Memurluğu, Niksar ve Erbaa’da Kaymakamlık, İstanbul Emniyet Müdür Yardımcılığı, Mülkiye Müfettişliği, Türk Ocakları Genel Koordinatörlüğü, Valilik ve birçok dönem Muş, Maraş, Hatay ve Mardin Milletvekilliği görevinde bulunuyor.
Türkçe dışında Arapça, Fransızca ve Almanca bilen Tankut, idari görevlerinin yanısıra Birinci Dünya Savaşı yıllarında ünlü Alman oryantalisti Prof. Dr. Nöldeke’ye rehberlik yaparak, Fırat nehri boyunca Kürdistan’ı ve tüm Mezopotamya’yı gezme olanağına kavuşuyor.
Biyoğrafik eserlerde ve Meclis albümlerinde, onun yalnızca resmi yaşamına yer verilir. Oysa, birçok dokumanını satın aldığım Tankut’un özel arşivinde, çok daha önemli belgelere ulaştım ve bu gizli raporların büyük bölümünü Kürdoloji Belgeleri-I adlı eserimde yayımladım (1974).
Özgeçmişine ait bu belgelerin birinde; „Gençliğimden itibaren çok gezerim. Bütün Anadolu’yu, Hazar Denizi’ne dek Doğu’yu, tepesine dek Ağrı Dağı’nı gezdim“ diyen Tankut; bu dağdaki bir izlenimini şöyle aktarıyor: „Bu dağda bir mağaraya sığınmış, inziva hayatı yaşayan genç kadınlar gördüm. Bunlar talihsiz aşk kurbanları idiler. Orada, mağaranın ışıklı bir yerinde duvarda hançer ucuyla oyulmuş Kürtçe bir yazı okuttular. Bunu, bir kadın yazmış: Ben ne açlıktan öldüm ne susuzluktan! Beni öldüren ıssız dağların uğultusudur!..“ (Bkz. Age,s. 199) Tankut’un buna benzer birçok ilginç anısı bulunuyor. Sözgelimi babasının Havran yakınlarındaki Cebelü’d- Dürüz’deki (Dürziler Dağı) görevi sırasında, altı yaşına kadar asker ve hayvan dışında hiçbirşey görmediğini anlatır.
Kürt toplumunu ve Ortadoğu halklarını geçmişten beri tanıyan Tankut’un konumuz açısından en önemli görevi, 1925’ten sonra bizzat Mustafa Kemal’in görevlendirmesi ve yetkilendirmesiyle yürüttüğü Şark İlleri Asayiş Müşavirliği’dir.
Zamanın Dahiliye Vekaletinin 12.02.1927 tarihli emriyle Diyarbekir Valiliğince kendisine verilen 01.05.1927 tarihli resimli bir belgede; kendisinin Örfi İdare ve Umumi Müfettişlik bölgesine giren „…merkezi Diyarbekir olmak üzere Diyarbekir, Urfa, Mardin, Hakkari, Van, Bitlis, Siirt, Elaziz, Malatya Vilayetlerinin Asayiş Müşaviri“ olduğu, kendisi her yerde serbestçe dolaşacağı gibi, gerek resmi kişilerin gerekse aşiret reislerinin kendisine her türlü yardım yapmakla yükümlü bulundukları bildirilmektedir. Bu görevinin yanısıra, Birinci Umumi Müfettişlik Koordinatörlüğü, Türk Ocakları Genel İnspektörlüğü, Türk Dil ve Tarih Kurumları yöneticiliği gibi görevlerde bulunması ve 1928 yılından itibaren yönetime gizlilik dereceli Etno- Politik İnceleme Raporları vermiş olması ve bu raporları 1960’lı yıllara kadar sürdürmesi dolayısıyla, onu, rahatlıkla „Kemalizmin Etno- Politika Danışmanı“ olarak nitelendirebiliriz.
Başta „Güneş- Dil Teorisi“ gibi ırkçı tezler olmak üzere, resmi düzlemde çeşitli teoriler üreten Tankut’un; Hatay meselesi dolayısıyla Atatürk’ün isteği üzerine hazırladığı Nusayriler ve Nusayrilik (1938), Köylerimiz (1939), Maraş Yollarında (1944), Köy ve Kalkınma (1960) gibi başkaca kitap çalışmaları da bulunuyor. Resmi ideolojinin kuramcıları, açık planda red ve inkârcı, gizli planda itirafçı ve kabulcü bir yöntem izledikleri için; Tankut’un 1928 yılından itibaren yönetimlere verdiği gizlilik dereceli Etno- Politik İnceleme Raporları, gerek genelde etnik topluluklar, gerek Kürtler ve Aleviler, gerekse özelde Dêrsim için büyük önem taşımaktadır. Onun, bir Devlet politikası olarak hazırladığı „Zazalar“ konulu sosyolojik incelemesi ise, Dêrsim katliamından sonra yayımlanmamış ve ilk kez tarafımızdan anılan eserimiz içinde 1994 yılında yayımlanmıştır. Prof. Hasan Reşit Tankut’un, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren Atatürk’le özel bir ülfeti bulunduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, Ankara’daki Millet Meclisi’nin açılışından hemen sonra Ziya Gökalp’ e hazırlattırılan „Kürt Aşiretleri“ çalışmasının kendisindeki nüshasını Hasan Reşit Tankut’a verdiği gibi; Atatürk’e eski Türk dinleri konusunda rapor- kitaplar hazırlayan Prof. Yusuf Ziya Yörükan’ ın „Alevilik“ le ilgili araştırması da onun arşivinden çıkmıştır. Anılan çalışmamızda yer verdiğimiz bu ilginç araştırma; Yörükan’ın eserlerinde bulunmamaktadır. Tankut’u, Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi’nde Türkoloji profesörlüğüne atayan da, bizzat Atatürk’ün kendisidir.
İttihadçılık’tan Kemalizme Etno- Dinsel Arındırma, Tektipleştirme, Türk-İslamlaştırma Politikası
Bir kez, Selçuklu’dan günümüze Türk yönetimlerinin Kürtler’e dönük politikalarında „İslamiyet“ ortak bileşkesini kullanma esası vardır.
Selçuklu Sultanı Alpaslan, kendisini bu topraklardan silmek isteyen Bizans İmparatoru Romen Diyojen karşısında tutunabilmek için Veziriazamı Nizamülmülk’ü Kürt mirlerine göndererek, „İslamiyet“ ortak bileşkesi çerçevesinde yardım sağlıyor ve savaştan zaferle çıkarak Anadolu’ya yerleşiyordu.
16. Yüzyılda Yavuz Selim, halifeliği aldıktan sonra yine „İslamiyet“ ortak bileşkesini kullanarak, İdris-i Bitlisi aracılığıyla çok sayıda Kürt mirliğini yanına alıyordu. Yavuz Selim’in oğlu Padişah Kanuni de, bu ittifakı sürdürebilmek için, Kürt mirlerinin ayrıcalıklarını perçinleyen şu Hükm-ü Şerif’i ilan ediyordu: „Yavuz Sultan Selim zamanında Kızılbaşlar’a karşı cephe alarak müsbet ve hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de Devlete doğrulukla hizmetler ifa eden, bilhassa (Serasker-i Sultan İbrahim Paşa’nın) bu defaki İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlık gösteren Kürt beylerine gerek devlete karşı gösterdikleri öz kulluk ve dilaverlikleri karşılığı olarak ve gerek kendilerinin vaki müracaat ve istirhamları göz önüne alınarak, her birinin öteden beri ellerinde ve tasarruflarında bulunan eyalet ve kaleler, geçmiş zamanlardan beri yurtları ve ocakları olduğu gibi, ayrı ayrı beratlarla ihsan edilen yerleri de kendilerine verilip mutasarrıf oldukları eyaletleri, kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle, oğuldan oğula intikal etmek şartıyla kendilerine temlik ve ihsan edilmiştir.„
Hükm-ü Şerif’in devamında da; herhangi bir varis bulunmaması veya anlaşmazlık çıkması durumunda ise, bu mülklerin tasarruf yetkisinin Kürdistan beylerine ait olacağı hükme bağlanıyor ve böylelikle „İslami“ nitelikteki Kürt feodalitesi yasal statüye kavuşmuş oluyordu.
İslam eksenli tüm bu ittifaklar devam ederken, Osmanlı şeyhülislamları ve uleması, Anadolu ve Kürdistan Kızılbaşları hakkında sayısız ölüm ve cezalandırma fetvaları veriyorlardı. Daha 19. yüzyıl ortalarında bile Kızılbaşları suçlayan broşürler yayımlanmaktaydı. Asayişte İslamiyeti kullanma anlayışı, „Dini yaklaşımla halk kazanılabilir“ sloganıyla (1980 askeri cuntasının Alevi köylerine cami yaptırması, Fethullah Gülen okullarına Sünni-İslam’ı yaygılaştırılma görevi verilmesi ve Hizbullah örğütüne yargısız cinayet ve katliamlar işletmesiyle Ö.B) 1989’da bile tekrarlanıyordu.
Türk yönetimlerinin Kürtler’e karşı „İslamiyet“ ortak bileşkesini yoğun olarak kullandıkları dönemlerden biri de, II. Abdülhamid’in saltanat yıllarıdır. Abdülhamid’in, hemen tamamı Sünni Kürtler’den oluşan Kürt Aşiret Alayları uygulaması, bunun ilginç bir örneğidir. 19. yüzyılın başlarından itibaren özellikle Dêrsim-Malatya hattında Kızılbaş Kürtler’i hedef alan katliamlar, bu dönemden itibaren gayrımüslim / gayrıtürk eksenli ve „Türk- İslam“ kaynaklı bir etnik arındırma politikasına dönüşmüştür. Nitekim, yüzyılın ilk yarısında Süryani-Keldaniler’e ve Yezidi Kürtler’e karşı yapılan saldırılardan sonra, 1890’lı yıllarda Osmanlı’nın milis kuvveti niteliğindeki Hamidiye Aşiret Alayları’nın da kullanıldığı bir Ermeni katliamı gerçekleştirilmiştir.
Abdülhamid, Türk ve Müslüman olmayan bir unsur olarak Ermeniler’e karşı bu politikayı uygularken; başta Dêrsim bölgesi olmak üzere Kızılbaş Kürt yoğunluklu bölgelere karşı da askeri, siyasi ve dini bir saldırıya geçerek, bu insanları Sünnileştirmeye çalışıyordu. Kuran’ın Dêrsim’e sokulması bu politikanın sonucu gerçekleşiyordu. Ancak, bu etnik arındırma ve tektipleştirme politikasının asıl hayatiyet bulduğu dönem; II. Meşrutiyet sonrası ülke yönetiminin bütünüyle Türkçü İttihat ve Terakki Fırkası’nın eline geçtiği 1912’den sonraya rastlıyordu. Osmanlı İttihat-Terakki yönetimi; Ziya Gökalp’ın başkanlığında kurduğu komisyonlarla etnik arındırma ve tektipleştirme doğrultusunda politikalar üretirken; işe yine Türk ve Müslüman olmayan unsurlardan başlanıyordu.
Nitekim, bu uygulama 1915/16’da Ermeni ve Asuri-Keldani katliamlarıyla başlıyor; yenilginin ardından kadrolarının neredeyse tamamına yakını bu hareketten gelen Kemalistler’ce devam ettiriliyordu. Tüm ülke çapında yürütülen bu etno-dinsel temizliğin Ermeni boyutu, tanınmış Türk tarihçisi Ahmed Refik Altınay’ ın dizelerine şöyle yansıyordu: „Ertesi gün Eskişehir’in biçare aileleri, ellerinde birer sepet kollarında paltoları hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, kalbleri müteheyyiç, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerin çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar…Konya ovasını kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, Elcezire’nin ateş çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler…“
İttihat Hareketinin ideologlarından Bahaeddin Şakir, Jön- Türkler’in gizli ajandasını şu sözlerle ortaya koyuyordu:
„Biz inkılapçılar Türk milleti namına ele geçirdiğimiz bu iktidar mevkiinde Osmanlı Devletini; milliyet prensipleri üzerine bina edip, İttihad ve Terakki saltanatını kurduk. Bizim milli haritamızda yalnız Türk tahakkümünün temasına müsaade edebiliriz. Eskiden kalmış yabancı milletleri, yabancı ve zararlı otlar gibi köklerinden söküp atarak yurdumuzu temizlemeye mecburuz. İnkılabımızın gayesi, düsturu budur…“ İttihad ideologlarından Doktor Nazım da, en az öbürü kadar katıdır: „ Türklüğü ihya etmek için size arkadaş, yoldaş, kardeş oldum. Ben Türkün, yalnız Türkün yaşamasını, bu toprakta hâkim-i müstakbel olmasını istiyorum. Türk’ten gayrı anasır mahvolsun. Ne dinde ne mezhepte olurlarsa olsunlar; bu diyarı Türk’ten gayrı anasırdan tathir etmek (temizlemek) lazımdır. Dinin benim nazarımda hükmü, kıymeti yoktur. Benim dinim Turan’dır.“ (Agy) Bahaeddin Şakir, 1921’de düzenlenen suikast sonucu öldü. Doktor Nazım ise, 1926 yılında M. Kemal’e suikast girişimini azmettirmekten idama mahkum edildi ve asıldı.
Etno- Dinsel Arındırma ve Türk- İslamlaştırmada Kemalist Dönem
Bu katliamlarda sorumluluk sahibi olan Arnavut kökenli Sakallı Nureddin Paşa, „Zo diyenlerin işini bitirdik, sıra Lo diyenlere geldi“ diyerek, 1921’de Koçgiri katliamını gerçekleştiriyor ve 1922’de Grekler’i kaçırtmak için İzmir’i ateşe verdiriyordu. Nitekim, Lozan Anlaşması’na bağlı olarak çıkarılan Mübadele Kanunu dolayısıyla, Gerekler anayurtlarından sürülüyordu. Türk- Yunan Nüfus Mübadelesinde yurdundan ayrılmak zorunda kalan bir papazın, Elence harflerle Türkçe olarak yazdığı Mübadele Destanı’nda 1924’te yaşanan bu trajedi şu çarpıcı dizelerle yansıtılır:
İsmet Paşa, Venizelos geldiler
Trampa yapmaya karar verdiler
Acep bunu bir ferde mi sordular?
Dünya kurulalı görülmemiştir
Türkiye’den kaldırdılar bizleri
Kan ağlıyor hepimizin gözleri
Oysa, İttihatçı gelenekten geldiği halde Mustafa Kemal ve yakın arkadaşları, bir yandan Halifeliği kurtarma savıyla ortaya çıkarak, kendilerini „İslâm kurtarıcıları“ olarak sunan kartpostallar yayımlıyor, bir yandan da Meclis adına Halifeye bağlılık telgrafları gönderiyorlardı.
Gerek İstanbul’daki son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda, gerekse Ankara’da toplanan ilk Millet Meclisi’nde kabul edilen Misak-ı Milli (Milli And) ın birinci maddesinde; „…birtakım dinsel ve kültürel bağlarla birbirine bağlı ve aynı amaç ile duyguyu taşıyan unsurlardan oluşan ve işgal çizgisinin ötesinde ve berisinde yaşayan Osmanlı ve Müslüman çoğunluğundan oluşan ahali, ırksal (ulusal) haklarına ve toplumsal koşullarına karşılıklı saygılı olmak şartıyla hiç bir bahane ile fiilen ve hukuken ayrılmayı kabul etmezler“ hükmü yer alıyordu. 1921 Anayasası’nın 22. maddesinde de; „…aralarındaki ekonomik, toplumsal ve dilsel ilişkiler gözetilerek, vilayetlerin birleştirilmesi ve Genel Müfettişlikler kurulması…“ suretiyle mahalli özerklik verilmesi öngörülüyordu. Buna bağlı olarak, 1922’de Meclis’te bir kanun tasarısı kabul ediliyor ve „Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi“ sıfatıyla M. Kemal tarafından, Doğu Cephesi Komutanlığına bir Genelge bile gönderiliyordu.
Ancak, Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra gerçek anlamda bir red ve inkâr politikası başlatılıyordu. Lozan Antlaşması’na bağlı olarak çıkarılan Mübadele Kanunu ile bir etno-dinsel arındırma hareketi başlatılırken; Kürtler’e dönük olarak da, „Türk’ün süngüsünün göründüğü yerde Kürtlük biter“ sloganı gazetelere taşınmaya başlamıştı. Zaten bu politikanın sonucudur ki, illegal planda Kürdistan Azadi Cemiyeti kurulmuş ve bu kadro 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi’ni örgütlemişti. Bu hareketin bastırılmasından sonra; hem çok sayıda Kürt aydını idam edilmiş, hem de iki yıl içinde 15 bin dolayında Kürt katledilmişti. Sürgüne çıkmak zorunda kalan Kürt aydınlarıysa bu sayıların dışındadır.
Zaten Kemalizmin İttihatçı yüzü, kısa zamanda kendisini göstermeye başlamış ve bu, hem 1924 Anayasası’na, hem de kimi köklü yasalara yansımıştı. Sözgelimi, 1924 Anayasası, „Türkiye halkı“ kavramının yerine „Türk“ kavramını ikame etmiş ve bu durum sözkonusu Anayasa’nın 88. maddesine şöyle yansımıştı: „Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla (Türk) ıtlak olunur.“ Yine önceki Anayasa’nın bazı maddelerinin değiştirilmesine ilişkin kanunla; „Türkiye Devletinin dini İslâmdır“ ibaresi getirilerek, „İslam“ yeni Türk Devletinin resmi dini haline getiriliyordu. 3 Mart 1924 tarihinde çıkarılan 429 sayılı Kanunla da; Hanefi-Müslümanlığı ekseninde Sünni bir kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluyordu.
Bunun hemen sonrasında, 30.11.1925 tarihinde çıkarılan „Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddine ve Türbedarlıklar İle Birtakım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun“ la da; tüm tekkeler, zaviyeler, dergâhlar toptan kapatılırken, sadece cami ve mescidler bundan muaf tutuluyordu. Başta Aleviler olmak üzere İslamdışı din ve inançların ibadet yerleri yasaklanırken; onların dini unvanları da kaldılıyordu:
„Alelumum tarikatlerle şeyhlik, dervişlik, müridlik, dedelik, seyyidlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiblik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve gayipten haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla nüshacılık gibi unvan ve sıfatların istimaliyle bu unvan ve sıfatlara ait hizmet ifa ve kisve iktisası memnudur.“ Görüldüğü gibi, burada Alevi dini (Selçuklularla Anadolu’ya giren İslam devleti, Zerdüşt inancındaki Kürtlere karşı başlattığı katliamlar o gün bugündür devam ediyordu; Zerdüşt öğreti felsefesini yaşayanları zamana yayılan bir süreçte tarihden yok edip silmek istiyorlardı. Ö.B.) önderleri ile üfürükçüler, muskacılar aynı statüde görülüyor. Zaten maddenin devamında da, bu ibadet yerlerini açanların ve bu ünvanları kullananların hapis ve para cezalarına çarptırılmalarına hükmediliyor. Hemen belirtelim ki; gerek dinsel arındırma bağlamında getirilen bu hükümler, gerekse 1925’te gizli Şark Islahat Planı ile getirilen Kürtlüğü tasfiye düzenlemeleri, bir uluslararası antlaşma olan Lozan Antlaşması’ nın 37- 45. maddelerine de açıkça aykırıydı.
Kemalist rejim, 18 Mart 1924 tarihinde kabul ettiği 442 sayılı Köy Kanunu ile de, Köy tüzel kişiliğine tam bir „Sünni“ yorum getirilerek; cami köyün ayrılmaz bir parçası olarak ele alınmak suretiyle, „köyde bir cami veya mescid yapmak“ ibaresiyle, bu konuda tüm köylülere görev veriliyor. (Bkz. Müslüm Doğan: Osmanlı’dan Sonra Cumhuriyet’le Devam Eden Alevi İhlalleri, Alevilerin Sesi, Sayı:47/ 2001). Alevi- Bektaşi tekkelerinin ve türbelerinin de aynı kapsamda 1925 yılında kapatıldığını ve yasaklandığını söylemiştik. Sözgelimi, salt Hacı Bektaş Tekkesi, ancak 1950’den sonra müze olarak açılabilmiştir.
Tüm bu uygulamaların temelini oluşturan, etnik arındırma/ tektipleştirme/ Türk-İslamlaştırma politikasının önemli ipuçlarını da bu aşamada açıkça görebiliyoruz. Hanifi-Müslümanlığı ekseninde bir „Devlet Müslümanlığı“ yaratmak isteyen Kemalist rejimin başı olan Cumhurbaşkanı M. Kemal, yeni oluşturulan Diyanet İşleri Teşkilatı’na verdiği ilk görevde; yeni bir Kuran tefsiri yapılmasını istiyor ve bu tefsirin ilkelerini de kendisi belirliyordu.
M. Kemal’in yedi maddeyle ortaya koyduğu bu ilkeler, daha sonra Diyanet İşleri Teşkilatı ile tefsiri yapacak Muhammed Hamdi Yazır arasında imzalanan protokolde de aynen yer alıyordu. Yani Müslümanların dini kitabının tefsirini de, bizzat Devlet Başkanı M. Kemal belirliyordu. Aradan 70 yıl geçtikten sonra Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yeniden yapılacak Kur’an tefsiri ve Hadis ayıklaması dolayısıyla Kemalizmin etno-dinsel arındırma, tektipleştirme ve Türk- İslamlaştırma politikası gündeme geliyor ve „ihanet“ olarak nitelendirilecek çarpıcı belirlemeleri ortaya koyuyordu:
„Mustafa Kemal, nasıl bir tefsir istediğini yedi maddeyle ortaya koydu. Bu yedi madde daha sonra Diyanet İşleri Riyaseti’yle Elmalılı Hamdi Yazır arasında imzalanan protokole de kondu. Atatürk, Diyanet’e gönderdiği yazıda özellikle iki maddenin üzerinde duruyordu. Yeni tefsir ehl-i sünnet itikadına ve Hanefi mezhebinin görüşlerine göre hazırlanacaktı. Atatürk, başta Alevilik olmak üzere ehl-i sünnet (Sünnilik) dışındaki görüşlere ve Hanefilik dışındaki diğer Sünni mezheplerin görüşlerine tefsirde yer verilmesini istemiyordu. Diğer bir isteği de, ibret ve öğüt mahiyeti taşıyan âyetlerin de Türk-İslâm Geleneği gözönünde bulundurularak yorumlanmasını arzu ediyordu.“
„Hak Dini Kuran Dili“ adıyla hazırlanan bu yeni tefsir 1926-1938 yılları arasında tamamlanıyor; 1935-39 yılları arasında dokuz cilt olarak 10 bin takım bastırılıyordu. İki bin takımı yazara verilirken, geriye kalan sekiz bin takımı başta din adamları olmak üzere İslami kamuoyunun önde gelen isimlerine ücretsiz olarak dağıtılıyor ve bunun daha sonra da birçok basımı yapılıyordu.
Aslında, Hanefi-Müslümanlığı ve Türk-İslam Sentezci bu tektipleştirme yalnızca resmi makamlar eliyle sürdürülmüyor; Kemalist basın-yayın organları da bu sürece eşlik ediyordu. Sözgelimi, Kemalist rejimin yarı-resmi yayın organı olan Cumhuriyet gazetesinin 1927 yılında yayımlanan „Haftada Bir Gün“ adlı haftalık ekinde, kimi yazarlar gerçek veya takma isimlerle „Dêrsim Kızılbaşları“ üzerine yazıdizileri yayımlıyor ve Alevilik gibi İslamdışı din ve inançları alabildiğine aşağılayan görüşlere yer veriliyordu.
Sözgelimi, 1925’te yasaklanan pir, dede, seyyid gibi Kızılbaş din önderleri kıyasıya aşağılanıyorlardı: „Bir seyidin manzarası kadar korkunç, iğrenç birşey tasavvur eylemek için bizzat seyidi görmelidir. Babalarını istihlaf edegelen bu gulyabaniler ahaliye karşı mafevkelbeşer bir kuvveti haiz görünmek için kılık ve kıyafetlerini, şekil ve hallerini öyle bozmuşlardır ki… İri bir keçe külah üzerinde kat kat sarılmış muhtelif renklerde fakat pislikten renklerini kaybetmiş bin türlü bez parçasından bir sarık, kirli, dolaşık bukleli saçlar bu külahın kenarlarından omuzlarına sarkar… Sakal, alelekser yarım arşın uzunluğunda, göğüs üzerinde dalgalanır. Üst üste giyinilmiş, kat kat, türlü türlü cübbeler, mintanlar, entariler, gömlekler, ceketler… Dikkatlice muayene ediniz! Üşenmeyiniz, iğrenmeyiniz!.. (…) Seyidi bu galebelik libası altında uzaktan tetkik eyleyebilirsiniz. Çünkü yanına yaklaşmaya imkân yoktur… O kadar pis kokar ve kokusu o kadar boğucudur ki, yaklaşanlar adeta tesemmüm etmiş (zehirlenmiş MB) gibi mide bulantısına uğrarlar.“
Hemen belirtelim ki; İttihat-Terakki döneminden buyana etno-dinsel arındırma bağlamında önemli roller üstlenen ve Atatürk döneminde uzun süre Dahiliye Vekilliği görevinde bulunan Şükrü Kaya, ırkçı fikirlerini açıkça ifade ettiği gibi 1930 yılında Valiliklere gönderdiği bir gizli Genelge’de, Alevi toplumunun başlıca çalgısı olan sazı (bağlama, tanbur) bile yasaklıyordu. Bu yüzden de, Alevi ozanları, âşıkları, pirleri uzun süre sazlarıyla şehirlere inemez olmuşlardı.
Bir süre sonra Bakanlıktan ayrılarak, Atatürk’ün emriyle gençliğe „İhtilâl’in Hukuk Tarihi“ ni üniversitede ders olarak okutan Mahmut Esat Bozkurt (1892- 1943), burada şu değerlendirmeyi yapıyordu: „Zamanımızın bir Alman tarihçisi gerek nasyonal sosyalizmin, gerekse faşizmin Mustafa Kemal rejiminin çok az değiştirilmiş birer şeklinden başka birşey olmadıklarını söylüyor. Çok doğrudur. Çok doğru bir görüştür. Kemalizm otoriter bir demokrasidir ki, kökleri halktır, Türk milletidir. Piramide benzer; temelleri halk, tepesi yine halktan gelen baştır ki bizde buna şef denilir. Şef otoritesini yine halktan alır. Demokrasi de bundan başka bir şey değildir.“
Tam da bu aşamada oluşturulan ve kısa süre sonra Türk Tarih Kurumu’na dönüşecek olan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti, 1930 yılında „Türk Tarihinin Ana Hatları“ adında bir klavuz- kitap yayımlar. Tamamen Türk ırkçısı bir nitelik taşıyan bu klavuz-kitapta, Türk tarihinin nitelikleri şöyle ortaya konur:
„Türk tarihi, Türk milletine, dünya yüzünde insanlığın doğduğundanberi en asil ve yüksek insan tipini kendi ırkının temsil ettiğini, asırların yürüyüşünce beşeriyetin karanlık göklerinde müselsel medeniyet (devam edegelen uygarlık) ufuklarının kendi ırkının zekâ ve kabiliyet elleriyle açıldığını anlatır. Türk tarihi Türk milletine, kendi ırkının askerlikte, idarede, siyasette olduğu kadar ilimde, fende, edebiyatta, resim, musiki, mimarlık, heykeltraşlık gibi sanatlarda dahi ne kadar eşsiz bir istidat (yetenek) ile yoğrulmuş olduğunu anlatır. Türk tarihi, Türk milletine, dünyanın insan izi taşıyan her parçasında kendi ırkının zamanla silinmemiş ve silinmeyecek hakimiyet ve hars (kültür) damgası basılı olduğunu, başka milletlerin tek nümunesiyle öğündükleri devletlerin en büyüklerinden çok daha büyüklerini yüzlerle kurmuş, her mana ve mahiyette şan şeref kaynaklarından kana kana içmiş, görgülü bir soydan geldiğini anlatır.“
Görüldüğü gibi, daha sonra 10. Yıl Marşı’ na da ilham kaynağı olan bu Tarih Klavuzu, bütünüyle ırkçı bir yaklaşımı ve aşağılık komleksini yansıtmaktadır. Ne deniyordu 10. Yıl Marşı’nda;
Türk’üz bütün başlardan üstün olan başlarız
Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız.
İşte, Prof. Hasan Reşit Tankut ve diğer Kemalist aydınlarca ileri sürülen ve Türk dilini tüm dillerin anası, Türk kültür ve uygarlığını da tüm dünya kültür ve uygarlığının babası sayan Güneş- Dil Teorisi , böylesi bir anlayışın sonucu ortaya çıkıyordu. Bilim adına üretilen bu düzmece tezler toplum ve dış bilim çevreleri nezdinde kabul görmese de; 1937/38 yıllarında onbinlerce Dêrsimli Kızılbaş-Kürt üzerinde yürütülen soykırım; 1940’lı yıllardan sonra çıkarılan ve Ermeni, Yahudi ve Grek sürgününe yolaçan ırkçı yasalar ve nihayet 1955’te İstanbul ve İzmir’de Rum, Ermeni ve Yahudiler’i hedef alan 6/7 Eylül olayları tümüyle sözünü ettiğimiz Etno-Dinsel Arındırma’nın sonuçlarıydı. Bu etno- dinsel arındırma, tektipleştirme ve Türk-İslamlaştırma politikası, aynı zamanda 100 yıllık bir katliam sürecini de beraberinde getiriyordu.
Tankut’un Gizli „Etno- Politik“ İnceleme Raporlarının Sunduğu Gerçekler
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından itibaren yaptığı önemli görevler ve hazırladığı etno- politik inceleme raporlarıyla toplum yaşamı üzerinde etkili olan Prof. Hasan Reşit Tankut’ un, özellikle gizlilik dereceli rapor ve çalışmaları konumuz açısından büyük önem taşıyor. 1928 yılından itibaren hazırladığı ve birçoğu da doğrudan Dêrsim’le ilgili olan bu gizlilik dereceli inceleme raporlarının hemen tamamını Kürtler ve Ulusal- Demokratik Mücadeleleri (Ank. 1993) ve Açık- Gizli/ Resmi- Gayrıresmi Kürdoloji Belgeleri (Ank. 1994) adlı eserlerimizde değerlendirdik. Yayımlandıklarında, haklarında derhal toplatma kararları verilen ve dava konusu olan bu kitapların; Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı’nca doğrudan yayın bürosundan satın alınmasıysa ayrıca ilginçti.
Her zaman söylediğim gibi; resmi ideoloji açık planda red ve inkârcı, gizli planda itirafçı ve kabulcüdür. Arşivinden çıkan Kürtler’e, Aleviler’e ve diğer azınlıklara ilişkin birçok belgesini satın alarak çeşitli eserlerimizde yayımladığımız Tankut’un, bu gizli belgelerde birçok önemli olguyu da ortaya çıkardığına tanık oluyoruz. Çalışmalarımızda zaman zaman değerlendirdiğimiz bu belgeler; Batılı bilim çevrelerinin de dikkatini çekmiştir. Bu anlamda, Hollandalı bilimadamı Prof. Dr. Martin van Bruinessen ve İsviçreli bilimadamı Prof. Dr. Hans Lukas- Kieser, bu belgelere birçok kez atıfta bulundukları gibi; Prof. Dr. Baskın Oran, Doç. Dr. Mesut Yeğen ve Dr. Hamit Bozarslan da, bu belgelerin Kürt, Alevi ve diğer azınlık sorunları açısından önemine vurgu yapmaktadırlar.
Evet, tüm mesele belgeli, bilgili ve bulgulu konuşmakdır. Yoksa, 1930’lu yıllardan beri bilimdışı tezlere sarılan kimi Kemalist yazarlar ve sözde bilimadamları örneğinde olduğu gibi, Yenişey ve Elegeşt yazıtlarındaki „Güzel“ anlamına gelen „Körtle“ sözünü „Kürt“ olarak okuyarak, tarih yazmaya ve böylece Kürtler’in Türklüğünü ispatlamaya çalışanlar; sonuçta mahçup olmaya mahkumdurlar…
Mehmet Bayrak Berlin, 24.11.2010,