Abuzer Bali Han

Kerkük için Kürtler derler ki: “Kerkûk dilê Kurd e! Kerkük Kürd’ün kalbidir!..“ Tarihte Kürtler için üç önemli şehirden bahsedilir.[1] Bunlardan biri Kürtlerin paytağtı olan Amed (Diyarbekir), diğerleri ise Musul ve Kerkük’tür. Eski Arap, Acem ve Türk ansiklopedilerinde de bu şehirler Kürt yerleşim yerleri olarak yazılarak vurgulanır. Zamanla yabancılar bu şehirlere sahip çıkarak onları zorla sahiplenmişler. Şimdi de bu büyük ve önemli Kürt şehirlerinde, Kürtlerin adına bile işgalci devletlerin ve onların yabancı yöneticilerinin tahammülleri yoktur. Yakın tarih, bu şehirlerin devletlerarası el değiştirmeleriyle doludur. Günümüzde ise Kürtler kendi anavatanlarına sahip çıkarak, şehirlerini de yabancıların kontrolünde arındırmak istemektedir...

Tarihte egemen devletler ve onların yabancı yöneticileri Kürtleri hep aşağılayarak ve önyargı operasyonları yürüterek, onları yönetmeye çalışmışlar. Örneğin: „Ağaçtan maşa, Kürt’ten paşa olmaz!“ diye Kürt beylerini birbirine düşürerek büyük devlet kurmalarını engellemişler. Atalarının binlerce yıllık eski Zedüşt kültünü, katliamlar altında onlara unutturan siyasal İslam da devlet kurmalarının önünde engel olmuştur. İslamı şiddet kullanarak çok geniş coğrafyaya yayan arkadaki kabile reisleri, gizli ve egemen güçler bu emellerini, köleleri inansın, halk cahil bırakılsın diye „Muhammed’in hadisidir“ ya da „Kur’an’ın suresi şöyle der“ diye birbirini tutmayan hikâye ve söylentiler yaymışlardır. Örneğin, Bitlis Kürt Miri Şeref Han’ın „Şerefnâme“ adlı yapıtında, o dönemde İslamın işgali altındaki bölgelerde Kürtler hakkında anlatılan bir rivâyetten bahseder.

Dedeleri çoktan beri kılıç zoruyla İslamlaştırılıp Araplar gibi düşünen Şeref Han, Dede Korkut masalını anlatır gibi „tüm dünya hükümdarları Muhammed’e inandıklarını beyan etmek üzere birer elçi gönderdiği“ söylentisini ballandıra ballandıra şöyle anlatır:

„Hazreti Muhammed’in peygamberliğinin ünü ufuklara yayıldığı, İslâmiyetin çağrı sesinin yankısı dünyanın her tarafına yansıdığı, ülkelerin kralları ve memleketlerin, iklimlerin sultanları bu yeni görünümle ilgilenip, bu yüce efendinin önünde eğilmek ve ona bütün içtenlik ve coşkunluklarıyla itaatlerini sunmak şerefini kazanmak istedikleri zaman; o sırada Türkistan’nın en büyük hükümdarlarından biri olan Oğuz Han, Medine’de bulunan peygamberlerin övüncü ve yaratılışların efendisi Hz. Muhammed’e bir heyet gönderdi. Bu heyetin başında da, Kürd büyüklerinden ve ileri gelenlerden Buğduz adlı bir kişi vardı; kendisi çirkin görünüşlü, kaba, katı kalbli, ele avuca sığmaz bir kişiydi. Çirkin görünüşlü, iri yapılı bu elçi, Peygamber Aleyhisselam’ın gözüne görününce, Peygamber’in canı sıkıldı ve ondan şiddetle nefret etti. Elçiye, kabilesi ve mensup olduğu soy sorulunca, Kürd topluluğundan olduğu cevabını verdi. İşte o zaman Peygamber Aleyhisselam Kürdlere beddua ederek şöyle dedi: ‚Yüce Allah bu topluluğu, kendi arasında ittifaka ve birleşmeye muvaffak etmesin; yoksa birleştikleri taktirde, onların elleriyle dünya yok olur.’“[2]

Şerefname’yi Türkçe’ye çeviren M. Emin Bozaslan, bu paragrafın sonuna şöyle bir not düşerek gerçeklerle yüzleşmek istememiştir: „Bu hikaye tamamen uydurmadır, söylentiden ibarettir.“[3] Hayır, öyle değil. Aşağıda bu tür hikâyelerin siyasal İslamın önyargı operasyonları olduğunu açıklayacağız.

Bir kere Muhammed öldüğünde İslam henüz Arap Yarımadası dışına yayılmış değildi. Türklerin yüzyıllar sonra, ilk kez 11. Yüzyılda Karahanlılar döneminde müslümanlığı kabul etmişler. O da sadece bir kısmı. Türk hükümdarı Oğuz Han’ın peygamber ile bir araya gelmesi, O’na bir heyet göndermesi, tarihsel olarak mümkün değil. Ayrıca adı geçen hükümdarlar tarihte var olduğu düşünülen hükümdarlardır. Sadece Dede Korkut hikayelerinde adları geçer.

İşin gerçeği şu ki, sürekli şiddete başvuran İslamın keskin kılıncının Kürtlerin boynunda sallanmasına rağmen, henüz büyük bir kısmının Müslüman olmadığı ve Türklere ise geçim kaynağı karşılığında İslamın ileri karakolluk görevinin verildiği bir dönemde, bu tür önyargılı operasyonların yürütülmesi, öldürseler de Müslüman olmak istemeyen Zerdüşt ve Êzîdî Kürtlerin düşman gösterilmesi bilinçli bir politikanın sonucudur. Çünkü İslam kendisinden olmayan bütün dünya halklarına düşmandır. İslam’ın peygamberi de, kitabı da, Allah’ı da savaş severdir; çünkü sadece ve sadece Sami Kabile reislerin çıkarını düşünmektedir. Doğa ve insana önem veren ilk hakikat dinleri olan Zerdüşt, Budist ve Confucius gibi Hak dini değildir.

Şeref Han, adı geçen rivayeti naklederken, o dönemdeki siyasal İslamı kendi ekonomik, siyasi çıkarları için kullanan egemen sınıfların önyargı operasyonlarıyla kasıtlı olarak yaymak istedikleri bir söylentiyi dile getirdiğinin farkında değildir. Ayrıca adı geçen bölgedeki halklar ile Kürtler hep savaşarak asırları geride bırakmışlar. En sonunda Kürtlerin bir kısmı müslümanlığı kılıç zoruyla kabul etmiş, Zerdüşt kökenli Aleviler, Êzîdî ve Durzîler ise halen eski inançlarını günümüzde yaşatmaktalar! İnançları nedeniyle Farslar, Türkler ve Araplar günlük yaşantılarında sırf inançlarından dolayı Kürtleri küçük düşürmek için onlar için hâlâ önyargı operasyonlarıyla uydurmadıkları peygamber sözü, atasözü ve deyim bırakmamışlar. Kendi kötü meziyetlerini hep Kürtlere yüklemişlerdir. Bu demek değildir ki Kürtlerin kötü meziyeti yoktur! Beyni İslam ideolojisiyle yıkanmış „Kürd’ün Kürd’e ettiğini düşmanları bile etmezmiş!“ derler!..

Acaba İslam Peygamberi gerçekten Kürt kavimine beddua etmiş midir? Orasını bilmem. Ama Emevi, Abbasi döneminden beri, yüzyıldır siyasal İslamın Kürtler üzerinde katliam ve soykırımlarını hiç eksik etmediği, yakın geçmişte Türkiye ve Irak’ın İslam adına Kürtleri korkunç katliamlardan geçirdikleri; hatta Saddam Hüseyin bile İslamanın kitabı olan Kuran’daki El-Enfal sure adını kullanarak, 23 Şubat - 16 Eylül 1988 tarihleri arasında El-Enfal Harekâtı kapsamında Halepçe’de yasak olan kimyasal silah kulanarak 180 bin Kürdü Katletdiğine göre; bu demek oluyor ki, Kuran da, İslam Peygamberi de, İslam’ın Allah’ı da egemen sınıflar adına Kürtleri sevmiyor. Dahası var; Emevi ve Abbasi İslam devletleri bu bölgeleri işgal edip, bir kısım Kürtleri cihat ve kılıç zoruyla İslamlaştırıp Eba Müslümi Horasani ve Selahaddin Eyyubi gibi Kürtleri Arapların çıkarları çerçevesinde yetiştirip cihatçı orduları olarak İslam olmayan Zerdüşt ve Êzîdî Kürtlerine karşı kullandığından beri, Kürtler artık belalarını bulmuş, peygamberin bedduasını almış bir halk olarak bir daha bir araya gelemedi. Sami Kabile Reislerin de amaçları buydu. Bunu hâlâ din kılıfı altında beyinleri ancak Arabizm kültürüyle yıkandıkdan sonra, ülkeleri Arap ve Türk orduları tarafından işgal edilmiş Sünni Kürtler anlamış değildir. Tabi ki, Sami Kabile Reislerin ekonomik ve siyasi çıkarlarını düşünen İslamın Peygamberi, Kitabı ve Allah’ı Kürtlerin birleşmesini, devlet kurmasını istemiyor. İslam dünyasında bu söylentiler, bu önyargı operasyonları Kürtleri düşman gösterip katliamlar yapmaek için bilinçli olarak yaygınlaştırılıyor. Çünkü Kürtler birleşip Ortdoğu’da devlet kurarlarsa Arapların yeri dar olur. Akad devletinden beri Sami Kabile Reislerin Kürt düşmanlığını bu çerçevede ve derin tarih anlayışıyla okumak gerekir.

Öte yanda Musa ve Muhammmed’in atası olduğunu iddia ettikleri Hz. İbrahim (tarihçilerin ateşten gelen Huşeng dedikleri, halk arasında ise Brahim M.Ö.2040 olarak bilinen)[4] Rıha (Urfa) çevresinde oturan Hurili Kürtlerindendir. Bugün nasıl ki Kürt büyükleri sırı sıra idam ediliyor ve önderleri ise dünyayı yöneten süper güçler tarafından ateşe atılıyorsa, Nemrut döneminde de Hurilerin Goş aşiretinden olan Brahim ateşe atılmıştır. O’na inananlar bedenlerini ateşe atarak O’nun etrafında bir ateş çemberi oluşturmuştu. Bu yüzden ateşe atma efsanesi çeşitli verziyonlarla anlatıla anlatıla günümüze kadar gelmiştir. Tarihte önderleri için bedenlerini ateşe atan tek bir halk vardır; o da özgürlükleri ve inandıkları dava uğruna bedenlerini ateşe veren Kürtlerdir. Kürt tarihinde, bu kendisini ateşle yıkamak, ateşle yenilemek, bu adet Zerdüşt öğreti geleneğinde vardır.

Azad Roni’nin son kitabında anlattığı gibi „Önce bin yıl sonra Sami kabile reislerin Mezopotamya’dan ihraç ettileri tek tanrılı din ideolojisini İsrailoğulların kafasına şiddet kullanarak yukardan yerleştirmeye çalışırken, tek tanrılı din düşüncesinin sahibi olan Hurili Brahim’i, İsrailoğulların atası olduğunu iddia ederek, dolayısıyla tek tanrılı din düşüncesinin atalarına ait olduğu hikâye, masal ve yalanlarını uydurup kutsal kitaplara koydular. Bin beşyüz yıl sonra da, ‚Abrahim İsrailoğulları’n atasıysa, Araplarında atasıdır’ denilerek Arapların atası yapılarak, erdemli Aryen Kültürün hırsız ve talancılar tarafından çalınmasının zemini yaratıldı. Gerisini biliyoruz: Tevrat’ta, İsrailoğulları için Brahim’in önüne ‚A’ harfi konularak Abrahim yapıldı. Kuran’da ise Araplar için önüne ‚İ’ harfi konulup İbrahim yapıldı. Bu anlamda Musevi, Hıristiyan ve İslam dinleri arasında hemen hemen hiç fark yoktur. Çünkü tanrıdan geldiği iddia edilen vahiyler, Sami kabile reislerin Sümer kültüründen, Zerdüşt ve Êzîdî inancından ihraç edip yukardan zorla Sami halkların kafalarına cahil ortamında sokulan çarpık dini düşüncelerdir.“

Tevrat, İncil ve Kuran’nın kökeninin Sümer kültürüne dayandığını arkeolojik buluntular ve tabletlerdeki yazılı belgelerle ortaya çıkan gerçeklerdir. Bu gerici Sami kabile reislerin, erdemli Aryen halkların eski kültürüne, din kılıfı altında Tanrı’dan geldiklerini iddia etdikleri Tevrat, İncil ve Kur’an’la sahip çıktıklarını görüyoruz. Arabizm kültürüyle asimile olup İslama ve Sami Kabile reislerine inanan Şeref Han, Muhammed’in bu bedduası nedeniyle, kavmi olan Kürtler’in yeryüzünde hiçbir zaman devlet kuramadıklarına ve kurmalarının da mümkün olmadığına dikkati çekerek sözlerini şöyle bitirir: “Onun için Kürtler’e büyük devlet kurmak ve saltanat sürmek nasip olmamıştır!“ der. Neden nasip olmadığını düşünmez!..

İslam dünyasında yaşayan Şeref Han, bu notu tarihe niçin düşürdüğünü bilme zahmetine katlanmaz! Bilinen odur ki o dönemde Şeref Han’ın babası olan Bitlis Kürt Beyi Mir Şemseddin, henüz İslam olmayan Zerdüşt ve Êzîdî Kürt beyleri ile çatışmış ve sonunda yenilerek İran’a sığınmıştır. O dönemde de Kürt beyleri bugünkü Kürt örgütleri gibi birleşememiş ve düşmanlarına hep yenile gelmişler...

Ayrıca „Kürt büyüklerinden Buğduz“ diye bahsettiği ad ve kavim Kaşgarlı Mahmud’un yazmış olduğu Divanü Lügat-it Türk’te belirtilen Oğuzların Üçok kolunda olan bir Türk kavimidir.[5] Kürtler arasında „Buğduz“ adı hiç bir zaman ad olarak da kullanılmamıştır. Doğa ve hümanist felsefi düşüncelerine sahip Zerdüşt, Budist ve Confüçyüs gibi iyi Peygamberler hiç bir zaman lanet etmeyi hoş görmezler, en azılı düşmanlarını bile lanetlememişledir. Yani bu ilk üç doğa ve hümanist dinlerde insanları aşağılayıp lanetleme diye bir olay yoktur. Ama ondan sonra gelen ve Sami Kabile reislerin öncülük ettikleri son üç dinin peygamberleri savaş sever oldukları için, insanları kendi kabile reislerinin çıkarları için aşağılayıp lanetlemeyi severler...

Sadece peygamber adına önyargı operasyonları yürütmediler, halifeler, krallar ve Osmanlı padişahları adına da Kürtlere beddualar yağdırmanın perde arkasında bu vekalet savaşçılarını kendi çıkarları için kullanan Sami Kabile reislerin, neolitik devrimi yaratan, özgürlüğünden taviz vermek istemeyen ve Sümer uygarlığında büyük emeği geçen Aryen halklarından olan Kürtlere en az dört bin yıllık düşmanlığı yatmaktadır. Bu düşmanlıkları bugün (ulus-devlet çağında) Ortadoğu’da vekalet savaşçıları olan devşirme Türkler ve Araplar eliyle Kürtleri soykırımdan geçirerek derin tarihi düşmanlıklarını gösteriyorlar.

Bakın Sami Kabile reislerin vekalet savaşçısı, Rum devşirmesi, baba ve kardeş katili olan Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’in 1516 yılında Kürdistan seferine çıkarken Kürd’e ettiği bedduası, Muhammed’in bedduasından hiç de farklı değildir:

„Kürd’e fırsat verme ya Rab, dehre Sultan olmasın, ayağını çarık sıksın, gönlü huzur bulmasın, vur sopayı, al haracı, karnı bile doymasın, ol çeşme’den gavur içsin, Kürd’e nasip olmasın, vasiyetim oldur ki kim, Kürd bin kere yalvarsın, inanma kanma, yakana bit, kapına Kürd dadandırma.“[6] Şimdi anlıyoruz ki, belki Müslüman Müslümana beddua etmez. Ama Mülüman olmayana düşman olduğu için beddua eder. Söylentileri yayarlar ki, önyargı operasyonlarından sonra düşmanlıklar yeşersin. Günümüz dünyasında, Kürt Özgürlük Hareketi’in büyümesi ve Kürtlerin özgürlüklerini daha gür sesle dile getirdikleri bir ortamda, artık öyle bir durum ortaya çıktı ki, Acemi, Türk’ü, Farsı ve Arab’ı elele vererek Müslüman olan ve olmayan Kürt halkını ortadan kaldırmak için Sami Kabile reislerin çıkarları için elbirliği yapmaktalar! Dünkü savaş sever Peygamber’in, iktidar için baba ve kardeşlerini katleden Yavuz Sultan Selim’in bedduasına ne gerek var! Bugün kendilerini müslüman sayan ulus-devletlerden İran, Türkiye, Irak ve Suriye’nin peygamber, halife, kral ve padişahlardan daha çok beduaları var, Kürtlerin malına, canına kastetme yarışında birlik içinde hareket etmektedirler!..

Dün Irak’ın diktatörü Saddam, Kürtlere soykırım yaparken, 30 bin camide Kuran’nın El-Enfal suresini okutarak Kürtleri katletmek için fetva veriyordu. Bugün Türkiye diktatörü Erdoğan emriyle Türk ordusu Efrîn’i işgal etme girişiminde bulunurken gene Türk Diyaneti 90 bin camide Kuran’ın Fetih Suresini okuyarak, Kürtleri katletmek için fetva veriyor.

Sami Kabile reislerin yalan ve hileleriyle baş edemeyen saf inançlı Kürtler ise, “yok, o surenin yorumu öyle değil de böyledir” deyip yüzyıllardır Kuran’daki surelerin yorumlarıyla uğraşıp kendi kendilerini kandırmaya çalışmaktadırlar.

Oysa El-Enfal ve Fetih Sureleri, Muhammed’in Mekke hakimliği ile başlayan Arapların kendi içindeki iktidar kavgası için mağduriyeti oynayarak kendi Kureyş aşiretine karşı yürüttüğü savaşlarda elde ettiği ganimetlerin bir kısmını müminlerine dağıtarak etrafında cihatçı ordu çekirdeğinin oluşmasını sağladığı anlatılmaktadır. Bunun başka bir yorumu yok. Muhammed sağ iken bu cihatçı ordu çekirdeği Arap Yarımadası ile sınırlıyken, Muhammed’in ölümünden sonra Arap Yarımadası dışına yayılan İslam ile birlikte ganimet peşinde koşan cihatçı Arap ordularının Mezopotamya ve Afrika ülkelerini yağmalayıp talan etmenin ve ganimet toplamanın kapısını açmıştır. Daha sonra Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı, Türkiye ve Irak İslamcı orduların memleketleri işgal ve ilhak ederek yağmalayıp talan etmek ve ganimetlerle beslenmenin vesilesi olmuştur. Bu din kılıfı altındaki işgal ve ilhakların arka perdesindeki asıl Sami kabile reisleri de servetlerine servet katarak bugün bütün dünya ulus-devletlerini denetim altına alan bir güce sahip olmuşlardır. İslam’da cihatçı ruh çekirdeğinin Sami kabile reislerin arkasında olduğu Muhammed tarafından atıldığı gerçeği ile hiçbir Müslüman yüzleşmek istemez. Bu onların gafletidir!

Burda Afrikalı bir yazarın sözünü hatırlatmakta yarar görüyorum; diyor ki:

“Avrupalılar ülkemizi işgal ederken elimize bir İncil verdiler. Biz İncil’i okuyup bitirdiğinde baktık ki, ülkemiz elimizden gitmiş!”

Bee Hey beyni İslam ideolojisiyle yıkanmış ve İslam adına onca katliam, soykırım yaşamış olan Kürt, sen de artık bu olup bitenlerden ders çıkar, gerçeklerle yüzleş ve Afrikalı yazar gibi de ki:

“Cıhatçı Arap orduları ülkemizi işgal ederken, kutsal Zerdüşt'un Avesta kitabı da dahil, her şeyi elimizden aldılar. Elimize bir Kur’an verdiler. Biz Kur’an’ı okuyup yorumuyla uğraşırken baktık ki, ülkemiz elimizden gitmiş!..”

Bence bu İslam devletlerin Kürtleri yok etme yarışı, halkları birbirine düşüren gerici İslam ideolojisinin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte planlı ve sistemli bir şekilde başladı ve hâlâ devam ediyor. Adı geçen yukardaki İslam devletlerin, Kürtler özgürlüklerini istedikçe savaşı daha kızıştırmaları bunun kanıtıdır!

Bir halk için en büyük beddua birliğini, dirliğini oluşturmamaksa, İslam Kürtlerin arasına ikilik sokarak, ülkelerini dört parçaya bölerek bunu sağlamıştır. Sami Kabile reislerin çıkarları için çalışan, İslam peygamberin, halifelerin, kral ve padişahların bedduası Kürt halkını birbirine düşürmüştür. Öylesine birbirine düşürmüşler ki, atalarının binlerce yıllık erdemli eski tarihlerini, etnik kimliklerini bırakmışlar, gerici Arap-Türk kültürüne mahkum olmuşlar. Bundan daha büyük felaket olabilir mi? Eski tarihlerini, kültürlerini unutup Fars, Arap ve Türk gibi düşünen Kürtlerin genleriyle oynanmış, başkalarının vekalet savaşçıları olarak ağacın kurdu gibi kendi kökekine, kendi halkına karşı sürekli savaş halindedirler. Dün olduğu gibi bugün de, Kürt beylikleri, aşiretleri birleşip güçleneceklerine, birbirleriyle savaşarak düşmanlarını hep sevindirerek, kendi sonlarını getirmişler!..

Geçen yüzyılın ilk yarısında güneş gibi doğan ve tüm dünyayı aydınlatan Bilimsel Sosyalizm ne yazık ki şavkını Kürdistan’a vurmadan geçip gitmişti!.. Günümüzde ise modern kapitalist devletler çıkarları doğrultusunda Kürtleri ve Kürdistan’ı oyalayıp durmaktalar. Kürtler için en büyük düşman, düşmanları değil, kendileri ve her dönemde kendi içlerinde barındırdıkları ağacın kurdu dediğimiz iç ihanetleridir! En hassas dönemlerde Kürtler bağımsızlığı ve özgürlüğü beklerken iç ihanetin Paslı Kürt Hanceri hep sırtlarına saplanıp durmuştur!..

Örneğin: Tarihin en hassas dönemi olan günümüzde ele geçen fırsatı Kürtler bağımsızlık ile taçlandırmazlarsa ve bunu başka bir yüzyıla bırakırlarsa, bu Kürtlerin yok oluşu anlamına gelir. Bir Kürt şehri olan tarihi Kerkük şehrini, Êzîdî Kürtlerin yaşadığı Şengal coğrafyasını ve orada yaşayan çoğunluktaki Kürt halkını düşmana bırakıp kaçmakla, Kürtler kendi kanatlarını bir kez daha kırdılar! Kırılan kanatları onarmak ise çok zaman ister...

Günümüzde dünyada var olan yaklaşık 3600 dilden biri her gün yok olma ile karşı karşıyadır. Bir dilin yok oluşu ile birlikte, o dili konuşan halk da tarihten silinmiş oluyor. Dünyadaki asimilasyon çarkı eldeki iletişim araçlarıyla öyle hızlı dönüyor ki, gün gelecek Kürtler bağımsızlığını yakalamadıkları taktirde, yukarda belirtilen her gün silinen bir dile, Kürtçe ve lehçelerine de sıra gelecektir! O zaman savaş ile insanları bitirmeye gerek olmayacak. Dillerini kaybedenler, konuştukları yeni dile ve o dilin etnik yapısına sarılacaklardır!.. Bir halk yok olurken, o halktan başka yeni bir halk yaratılıyor. Yani Kürt ve Kürdistan gerçeğine günümüzdeki Kürt örgütleri gereği gibi sahip çıkmadıkları taktirde, Kürtlerin de geleceği bu yok olan halklar gibi tehlikeye girer! Böylesi bir yok olma ile karşı karşıya gelmemek için Kürd’ü ve Kürdistan’ı yaşatmak, bugünkü Kürt örgüt ve partilerinin birliğine bağlıdır. Artık düşmanların Kürtlere olan beddualarını, duaya çevirme zamanı. Günümüzde özgür olmak için Kürtler daha ne günü bekliyorlar? sorusu akla gelen ilk soru oluyor!..

Uzun söze ne gerek! Bedduaları, duaya çevirmenin anahtarının sırrı artık Kürtlerin kendi ellerindedir. O da bir an önce ulusal kongreye gidip güçlerini birleştirerek ve dayanışmalarını sürdürmelerine bağlıdır!..

Kaynaklar:

[1] Bu makale yeniden gözden geçirilerek güncelleştirilmiştir.

[2] Şeref Han, Şerefname, Deng Yayınları, İstanbul 2009, s.22-23

[3] Şeref Han, Şerefname, Deng Yayınları, İstanbul 2009, s 23

[4] Etem Xemgîn, Aleviliğin Kökenindeki Mazda İnancı ve Zerdüşt öğretisi, Berfin Yayınları, 1995 İstanbul, s.60

[5] Bak: Kaşgarlı Mahmud’un yazmış olduğu Divanü Lügat-it Türk çizelgesi, wikipedia

[6] Evliya Çelebi, Seyehatname, Zuhuri Danişman Derlemesi, cilt.3,s.80